• doksanların televole kültüründen aklımıza kazınan magazin klişesini hatırlarsın; manken hanımın sevgilisinin açıklanacağına dair az sonralı ilanların ardından söz konusu kaset programın sonlarına doğru girilir ve her defasında şöyle salakça bir manzarayla karşılaşırdık; kucakta mıncıklanan minik bir köpek ve “işte benim hayatımın aşkı, di mi kızım...” burjuva-demokratik devrimi tarihsel bağlamından koparıp, "toplumun ileriye doğru gelişimi" teorizasyonları üzerinden kavrama taraflanmak, mankenin sevgilisinin köpek çıkmasına benzer kandırmalı bir taraftarlık içeriyor.

    çünkü, “demokrasinin tarafıyız” sloganı, demokrasi tanımlamasını, burjuva verili halinin üzerinden atlayıp, toplumsal tarafların hegemonik çıkar çatışması nesnelliğini göz ardı etmekle kurgulanan bayağı düzen içi noktadan okutmasının ötesinde, sosyolojik-bilimsel analizden koparak, tabanında sınıfsal çatışmaların yattığı toplumsal işleyişi kafamıza estiği şekilde yorumlama anlamına da geliyor. taraftan halil berktay yazıyor;

    “benim kendi cevabım kısaca şöyle: marx 19. yüzyıldaki şekli ve haliyle demokrasinin eleştirisi üzerinde yoğunlaştı. özellikle fransız, kısmen de ingiliz parlamenter demokrasisinin çarpık ve güdüklüğünü, ardındaki menfaat örüntülerini, bağrındaki sosyal uçurumları, kanunlar önünde eşitlik ilkesinin gizlediği korkunç sınıfsal eşitsizliği sergiledi. güncel tarihe bu yaklaşımı için, fransa’da sınıf mücadeleleri 1848-1850’ye (1850), louis bonaparte’ın 18 brumaire’i’ne (1852), fransa’da iç savaş’a (1872); ayrıca, kapital’in birinci cildindeki (1867) çeşitli gözlem ve yorumlara bakılabilir.önemli olan şu ki, marx bütün bunları, zamanın demokrasisinin onarımına, geliştirilmesine, düzeltilmesine kanalize etmedi. tersine, o demokrasinin tepesinde oturan egemen sınıfların teşhiri ve devrim yoluyla devrilmesinin gerekçelendirilmesi için kullandı. özetle, “burjuva” demokrasisini iflâh olmaz saydı. zaten aynı bağlamdadır ki, o “burjuva” demokrasisini “burjuva diktatörlüğü”ne eşitledi; karşısına ise “proletarya diktatörlüğü”nü dikti ve işçi sınıfı, daha genel olarak bütün emekçi halk için gerçek demokrasi anlamına geleceğini varsaydı. onun için, başlı başına bir demokrasi projesi yoktur marx’ın. evet, son tahlilde “tek yol devrim” kafasındadır. o “tek yol”un iki adım ötesinde ise stalinizm yer alır. bunu marksizme arızî saymaktan vazgeçelim. stalin’in şahsî gaddarlığı bir yana; komünizm veya “reel sosyalizm” uygulamasının teorik dayanakları, pekâlâ marx’ta mevcuttur.”

    evet, marx demokrasinin arkasında duran maddi üretimsel güdülerden kaynaklı çıkar mekanizmasını ifşa eder. ancak burada durmaz. yalnızca demokrasiyi değil bir kavram-evrensel olarak beliren üst yapısal ilişkiler ağının tüm elemanlarını tarihsel-üretimsel süreçleriyle beraber metodik olarak orta yere serer. halil berktay, marx’ın başlı başına bir demokrasi projesi olmadığından dem vururken anlamadığı nokta marx’ın başlı başına bir komünizm projesinin de olmadığıdır. çünkü tarihselliğinden koparılmış evrenselliklerle bezeli küçük burjuva projelerin, akıl yürütmelerin budalalığını ve gerçek yüzünü her defasında ortaya çıkaran bizzat marx’ın kendisidir. “tek yol devrim kafası”, burjuva demokrasisinde kavramsal-evrensel demokrasi ilkelerinin hilafına açığa çıkan bozulma noktalarının bir tür eksik uygulamadan kaynaklanmadığını, tıpkı reel sosyalizm deneyinin filizlendiği coğrafyaların koşulladığı zorunlu sorunlarda olduğu gibi, pratiğe içselliğini bildiren anti-reformizmdir. ancak berktay’ın reel sosyalizm örneğinde sarıldığı içselliğe demokrasi hususunda körleşmesi ideolojik okuma konumundan ötürü kaçınılmazdır. aslen ve daha önemlisi bu körleşme/üzerinden atlama sadece görüntüde böyledir ve gerçek taraflılığın üzerini örtme işlevi görür. taraf olma gerekliliğini getirirken, yapısal olarak bölünmüş toplumsal katmanlar yerine demokrasi tipi antagonizma yamayıcı kavramsalların şekilsizliğinden yararlanarak söylem kurgulayan "taraf", bir yandan gerçek anlamda tarafı olduğu toplumsal grubun çıkarları doğrultusunda eylerken diğer yandan bu çıkar mekanizmasının demokrasi üzerinden toplumun tamamının yararına işlediğinin altını çiziyor. demokrasiyi, mevcut siyasi iktidar kanattan giydirdirirken (iktidar söylemine eklemlenirken) diğer yandan evrensel ilke konumuna yükselterek kutsuyor. ancak asıl ilginçlikler bu noktadan sonra başlıyor. zira, taraf gazetesi, “solcuların” ergenekon tipi davalarda taraflılığıyla malul demokrat söylemin yanında durması gerektiğini savlama girişimlerinde bulunuyor. bu girişimin formüle dökülmüş hali, bahsettiğimiz taraflı demokrat söylemin, liberal burjuva demokrasi kavramsalının içine taşınarak yüksek perdeden genel bir demokrasi söylemi inşasıdır; en klasiğinden, murat belge’nin şu satırlarını örnekleyebiliriz;

    “evet, açıkça söyleyelim: ergenekon’un tasfiyesi, türkiye’yi otomatikman sosyalizme yaklaştırmaz. bununla varılacak yerin “reel” çerçevesi, olağan burjuva rejimidir. bizden daha önce yola çıkmış batı ülkelerinde olduğu gibi, normal kapitalizm. normal, formel burjuva demokrasisi.”

    görünen o ki, murat belge ergenekonun başarısının demokrasinin zaferi anlamına geleceğine, "tsk hegemonyasındaki devlet örgütlenmesi"nden çıkışın ardından batı tipi burjuva parlamenter ("normal") demokrasiye geçileceğine inanıyor. ancak hoca için, "liberal burjuva düzenini elinin tersiyle itip, doğrudan sosyalist iktidara yürüyen hayalci solcular" üzerinde yedeklediği sürece müdahil olma sorunu, "burjuva demokrasisi ile totalitarizm arasında yapılması gereken seçim" suni savıyla tartışmaya baştan zımbalanarak, akp iktidarının batı tipi burjuva demokrasisine geçişin itici kuvveti olacağına inanma zorunluluğuna düşen teorik zemine mahkum olmasından ötürü, sol için kısıtlı politik alan nosyonundan (gerçekçi durum tespitinden) yola çıkarak akp taraflılığına indirgenen tavırla nihayetlenir. (biçimsel olarak paradoksal görünümüne karşın özü itibariyle, murat belge'nin demokrasi savunusunun yalçın küçük'ün cumhuriyet savunusuyla "aynı" olduğunu ileri sürebiliriz) bu tavrın en azından sosyalist bir kimliğe yaklaşabilmesi için elbette akp’nin giriştiği iktidar kavgasında araç olan taraf-demokrasinin, tarihselliğinden-özel gelişim yasalarından koparılarak bir kavram-terim olarak alınan liberal-burjuva demokrasiyle aynılaştırması ve kademeli ilerleme mekanizması kurgulanması gerekmektedir. taraf gazetesinin “solcuları” ikna teşebbüslerinin, sola solu öğretme girişiminin boy verdiği nokta kavramsal demokrasi projesidir. daha doğru bir ifadeyle toplumsal ön-kabullü sıfır noktası (kavramsal demokrasi) üzerinde işletilen hegemonya mücadelesidir.

    konuyu derinleştirmek gerekirse, alper görmüş’ün medyaironik isimli köşesindeki cümleleri dikkat çekicidir;

    “tamam, “iki cephe”niz olsun da, bir de “nispîlik” diye bir şey var canım. siyaset denilen şey de bunun üzerinden yapılır zaten. ayrıca, “eşit uzaklıkta hissettiğimiz iki cephe” teorisi, tartıştığımız örnekler açısından bir demokratik ahlak zaafı da içeriyor. bu teori, siyaseten meşru “iki cephe”ye ilişkin olarak kurulmuş olsaydı, bu teorinin siyaseten yanlış olduğunu söyler geçerdik. fakat burada, bir seçimle alaşağı edilebilecek bir “cephe”yle, siyasi meşruiyetini ancak silahla sağlayabilecek bir “cephe”ye eşit uzaklıkta durmaktan söz ediliyor: burada artık yalnız bir siyasi sorun yoktur, bir demokratik ahlak sorunu da vardır.”

    bu satırlarda iki tez hemen göze çarpıyor;

    1- gerçekçi politik zemin nosyonu tabiriyle yukarıda değinmeye çalıştığım siyasi alan kısıtlılığı meselesi. burjuva siyasi kalıplar içerisinden politika yapmak yüzyıldır sol açısından tartışıla gelmiştir, başlık altında konu etmiyorum-geçiyorum. burada bizi ilgilendiren sorun, belirli bir alan üzerinden politika belirlemek durumunda kalıyorsan, bu alana eklemlenip eklemlenmemektir. sınıf siyaseti, genel stratejisi doğrultusunda özel taktikler uygularken (ilk bakışta görmüş'ün önerisinin bu olduğu düşünülebilir) nispilik kavramıyla, sınıf stratejisi referanslı dinamik politikadan statik siyasal taraf belirlemeye kayıp, belirlenen taraf içinde fosilleşerek (yukarıda değinilen demokrasi ve cumhuriyet savunuları) bir tarafa vururken diğerini ıskalarsa kendi kimliğini yitirerek "tarafa" eklemlenir. ancak tarafın problemi elbette sol bir mücadele biçimi kurgulamak falan değildir, politik hareketini refere eden sınıf karakteri sosyalist değildir. amaç, taraf-demokrasisinin alanına solu dahil edebilmektir ve bu yalnızca salt yararcı, eleştiri kesici vs. açıdan onu önemsediği için böyle değildir. solla tartışmak, tarafın savunduğu taraf-demokrasinin kavramsal demokrasiye bindirildiği formül yüzünden (magazinel bir obje olarak mankenin, sevgilisiyle/kamerayla yapışık ilişkisi-özne kurulumu) başka bir ifadeyle, simgesel söyleminin varlık ön-koşulunu oluşturan alan formülü (sıfır noktası) yüzünden vazgeçilmezdir.

    2- “bir seçimle alaşağı edilebilecek bir “cephe”yle, siyasi meşruiyetini ancak silahla sağlayabilecek bir “cephe”ye eşit uzaklıkta durmaktan söz ediliyor: burada artık yalnız bir siyasi sorun yoktur, bir demokratik ahlak sorunu da vardır.” iktidar mevcudiyetinin yapısal niteliğinden kaynaklanan denetim ve zor kullanma ne tsk'ya ne de devleti imleyen başka bir organizasyona özgüdür. batı liberal demokrasisinin gelişiminde itici güç olarak beliren burjuvazi, egemenliğini bizzat demokrasi aygıtının üzerinde şekillendirmiştir. demokrasi, burjuvazinin yönetsel çıkarlarına uyduğu ölçüde, burjuvazinin onun üzerindeki hegemonik nufuz yetkinliği sayesinde ayakta kalmıştır, yoksa tam tersinden burjuvazi demokrasinin mantığına uyduğu için değil. bu minvalde, mevcut batı demokrasisi de yönetsel bir araçtır ancak her yönetsel araç batı tipi demokrasi değil. o halde diyebiliriz ki, akp’nin “elitlerle” girdiği iktidar mücadelesinde kullandığı demokrasi söylemini kucaklamak, murat belge’nin iddia ettiğinin aksine avrupai burjuva-demokratik düzenin kuruculuğuna dair hiç bir ciddi argümana sahip olmayan gerici yapılanmanın kuyruğuna takılmak anlamına gelebileceği gibi, aynı zamanda söylemin araçsal yapısını gizleyen ideolojik konumun asli kurucusudur.
  • entelektüellerimiz ne çok sevdiler burjuva demokratik devrim ifadesiyle oynamayı.
    kah ömer laçiner gibi, "kendine has burjuva demokratik devrim", kah ahmet insel gibi muhafazakar burjuva demokratik devrim, kah "geri tipte bir burjuva demokratik devrim" ifadeleriyle ve şimdi de "pasif devrim" sihirli kavramıyla.

    utangaçlığa gerek yok dostlar. şurada biz bizeyiz.
    hele ki, egemen söylemden aldığı gazı, kendi alanının diline tercüme etmeye çalışıp kavram cambazlığına girişmeye hiç gerek yok.

    deyin ki akp ilericidir. deyin ki, önceki iktidara tercih edilesidir. deyin ki, sınırlı da olsa (bunu mutlaka demeniz lazım), sınıf mücadelesine gerek kalmaksızın bize bazı haklar getiriyor. sınıf durduğu yerde hak kazanıyor, burjuvazi sınıfa alan açıyor. deyin ki, emek-sermaye arasında uzlaşmaz bir çelişki olduğu yanılgıydı. deyin ki bize bir şey yapmaya (ona "aslansın kaplansın" yahut "bak bu olmadı" demekten başka) gerek kalmıyor: win-win siçueyşın.

    yıllardır bunu beklemiştiniz. yıllardır hem eleştirel mesafinizi korumak, hem de tehdit altında hissetmeden, başınızı yastığa rahat koyacağınız bir ilerici-entelektüellik yapmak, çıkarsızlığın çıkarıyla sefa sürmek istemiştiniz. gün sizin gününüzdür, hadi!

    sarılın kaleme, kah başkbana mektup yazın, kah akp'ye politika önerisi yapın, kah kürtlere yönelik yaklaşımındaki hataları nasıl düzeltebileceğine ilişkin öneriler verin. yağmacılar kendilerine verilen tavsiyeleri (gülmeden okuyabilirlerse) çok ciddiye alacaklardır, eminim.
  • marksistlerin icat ettiği bir saçmalık. bahsedilen şeyin siyaset bilimi, sosyoloji ve tarih disiplinlerindeki karşılığı burjuva devrimidir. demokratik de ne oluyor? kastedilen şey -muhtemelen- burjuva devrimlerinin genellikle demokrasiyle sonuçlanması olgusu olmalı.

    peki bir burjuva devrimi demokratik olmazsa ne olur?

    sorunun cevabını biliyoruz. mussolini'nin faşist devrimi tam da böyle bir şeydir. faşist devrim sonuçları itibariyle bir fransız devrimi veya şanlı devrim'den farklı olmadı. (iç etkileri bağlamında. yoksa uluslararası algıdan bahsetmiyoruz)

    hani biz çok marksistiz ya! devrimin üst yapısal sonuçları bizi ilgilendirmemeli değil mi? sonucu alt yapı kurumları belirleyecektir.

    (bkz: demokratik özerklik)
  • bendende bir makale batıdaki burjuvazi sınıfının osmanlı imparatorluğu'ndaki yokluğunun yansımaları
    pinar arpaci
    osmanlı devleti tüm yönetim biçimlerine egemen; temel uğraşı savaş, büyüme, ele geçirdiği toprakları vergilendirme olan bir imparatorluktu.. savaş ekonomisi hazinenin temel girdisini oluşturmaktaydı. bir başka değişle temel ekonomik kaynak topraktı. bu da büyük yüz ölçümü ve fazla nüfus demekti. toprak mülkiyeti padişahta bulunmaktaydı. toprakta kesinlikle özel mülkiyete yer yoktu. çeşitli vergilendirme biçimleriyle topraklar güvenilir insanların ellerine teslim edilmekteydi. bu, bir tımar sistemidir. has, zeamet, tımar gibi çeşitli vergilendirme sistemleri bulunmaktaydı. bu vergilendirme sistemi toprakların konumuna göre değişmekteydi: hudut boylarındaki topraklar has kapsamında akıncılara verilen topraklardı. toprakla uğraşıları sadece ekip biçmekle değil, tımar sipahilerinin fazlalığı olarak akıncılık görevlerini üstlenmeleri biçiminde idi. sefer olmayan zamanlarda bile, belirsiz zamanlarda komşu toprakları taciz etmek ve bunu bir ganimetle taçlandırmak temel uğraşıları idi.

    toprakta büyüyen kapital zamanla ticari sermayeye dönüşürken osmanlı'da bu özellikler yüzünden bu, böyle gelişememiştir. tarım kapitali yükselme devrinde hemen hemen hiç olmamıştır. üretilenler çoğunlukla devletin tüketimi için kullanılmıştır. osmanlı aynı zamanda herhangi bir anlamda birikebilecek bir kapitali de sindirmiştir. ticareti ağırlıksız, ciddi bir iş olmayarak görmüş, tüccara hiç güvenmemiş, ona önem vermemiştir. buna ek olarak, ticareti de ayıp saymıştır. ticaretle uğraşanların işlerini bürokratik olarak zorlaştırmıştır. ülkeler genelde ithalattan vergi alırken, osmanlı bu nedenle de hem ithalattan hem de ihracattan vergi almıştır. her mala mükerrer dedikleri biçimlerde vergi koymakta idiler: ithal ya da ihraç malı osmanlı'nın herhangi bir eyaletinden çıkıp gideceği son eyalete kadar geçtiği her eyalette vergilendirilmekteydi. tüm bu tavırlarından sonra, ticaret yapmaya hevesli hala bir tüccar varsa onu da yakaladığında yasaklamaktaydı. osmanlı'da ticaret yapan, osmanlı'nın yeddi emin olarak adlandırılan kendi memurları bulunmaktaydı. her malın ticareti bunlardan birinin tekeline verilmekteydi.

    devlet, istediği malın ithalatını ve ihracatını neden belirtmeden yasaklayabiliyordu. bu nedenlerle osmanlı'da zenginleşmiş bir tüccar sınıfı bulmak mümkün değildir. ticarette de tarım da olmadığı gibi bir kapital birikimi olmamıştır. haliyle sanayide de bu birikimi görememekteyiz.

    sultan ve onun adına hareket eden kabilesi üretilen her şeyin fiyatını kendi başına buyruk olarak belirlemekteydi. arza ve talebe uygun olarak üretim yapılmamaktaydı. sanayileşme de narh sistemi ile bürokratik işleyişe hapis edilmiş durumdadır. sanayi de yarı militerdir. osmanlı, militarizmi hayatın her alanına sokmuştur. militarist bir kültür kültür hayatımızda vardır. bu nedenle çatışmadan hoşlanmayız. çatışma dendiğinde iki sınıfın çatışması olarak anlaşılmamaktadır; aksine, taşlı sopalı kavga olarak algılanır.

    sanayi üretimindeki ilişkiler ağı da bir ast-üst ilişkiler ağıdır. tıpkı bir ordunun rütbeli askerleri gibi kalfa ustanın, çırak da kalfanın emrinden çıkmaz. bu sistem narh ile birleştiğinde sanayinin gelişmesi de mümkün olmamıştır. sanayi bu nedenle dokuma tezgahlarından öteye gidememiştir. el sanatları rütbesinin üzerine çıkamayan bir sanayicilik vardır.
    kendi ulusal burjuvazisini yaratamamakla kalmamış, doğru dürüst bir sosyal sınıf da yaratamamıştır. aynı sömürgeyi yaşayan, aynı saadetleri ve aynı belaları paylaşan bir halk yaratmıştır. osmanlı tebaa olarak, söyleyecek sözü olmayan, kendi geleceklerini kendileri belirleyemeyen, iktidarı kabullenen bir toplum yaratmıştır.

    batı ile aramızın açılmasındaki en büyük neden bu sınıfın gelişememesine neden olan etkenlerdir. batıda ne olmuşsa osmanlı’da bunun tam tersi olmuştur.

    burjuva, iktidarı başkası için değil, kendi için isteyen adamdır. “kendi davamın kaptanı, kendi kaderimin patronu ben olacağım” demektedir.

    batı ekonomisinde toprak mülkiyeti senyöre aittir. buna da kral karar vermiştir. ne kadar çok soyluyu kendi etraflarında birleştirirse o kadar güçleneceğini düşünmüştür. böylece aristokratik bir koalisyon kurulmuştur.
    zamanla serflerin arasından, ürettikleri malın bir kısmını ticaretle satarak ya da toprak alarak zenginleşen bir sınıf oluşmuştur. bu sınıf, yapılan keşifler ve keşfedilen zenginliklerin yaşlı kıta avrupa'ya taşınmasıyla daha da zenginleşmişlerdir. tarımda yaşanan ihtilal toprağın önemini daha da arttırmıştır. çitleme hareketi başlamıştır. böylece avrupa'da bir mülkiyet hakkı hareketi başlamıştır. bu duruma kilise de krallıklar gibi direnerek cevap vermiştir. fukaralıktan geçinen, zenginleşen kilise bu hareketin başlamasıyla bunu bir suç olarak görmüş, engizisyon mahkemeleriyle, aforoz ile karşı çıkmış ve serfler üzerindeki sömürünün sürebilmesi için krala ve diğer sosyal sınıflara baskı yapmıştır; bir başka deyişle, skolastik düşüncenin sürmesi için.

    yükselen bu yeni sınıf kiliseyi kendi karşısında bir fren mekanizması olarak görünce çareyi kendi dinini yaratmakta bulmuştur. protestanlığın temelleri çalışmak ve tasarruf etmektir. çalışmayanın ekmek yemesi de haram olarak görülmektedir. iskandinav ülkeleri protestanlığı kabul etmiş ilk ülkeler olarak ilerlemişlerdir. bugün de böyledir. max weber “kapitalizmin ruhu”nda bunu anlatmaktadır. t.h. tonny, burjuva sınıfı için “kendi işlerine gelen bir din olan protestanlığı ileri sürerek maddi birikimi sağlamıştır” der.

    burjuva sınıfı siyasetten kültüre, felsefeden günlük yaşama kadar tüm bu toplumlara damgasını vurmuştur. tüm siyasal düşünce sistemi, eski yunan'dan bu yana süren insanların aptal olduğuna dair inanış, burjuva sınıfının ortaya çıkmasıyla tamamen değişmiştir. insan akıllıdır, her şeyi ona emanet edin denmeye başlanmıştır. “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (laissez faire, laissez passer!) mottosu da bunun bir yansımasıdır.

    burjuvazinin yükselmesi ve yaşam koşullarına egemen olmaya başlamasıyla siyasi felsefe de değişmiştir. “insanın aristokrasi tarafından denetlenmesi gerekir çünkü insan kötüdür, zapt edilmesi gerekir, idarenin filozof krallar tarafından yapılmalı” düşüncesi bentham'a kadar gelmektedir. fakat burjuvazinin yükselişiyle “en büyük sayının mutluluğu” felsefesi gelmiştir. liberalizmin temel felsefesi bu mutluluğun sağlanmasıdır. bunu sağlamak için ise burjuvazi aristokrasiyi tek başına yenemeyecektir; çünkü, sayıca onlardan azdırlar. bu nedenle, sokaktaki -yurttaş mertebesine yükselmiş olanlara ihtiyaçları vardır. bunun sonucunda da eşitliği icat etmişlerdir. eşitlik de demokrasinin kapılarını aralamıştır. aristokrasi o zamana kadar oy hakkını paylaşmak istememekteydi. belli bir zenginliğe ulaşmış olanlar, çabalayıp kazananlar oy kullanabiliyordu. kralın bu sınıfı manipüle etmesi ise oldukça kolaydı; çünkü bunlar 2500-3000 kişi kadardı. kral, bu sınıfı korkutarak ya da mükafatlandırarak oylarını satın alabiliyordu. bu nedenle burjuvazi ilk olarak oy hakkını genişletmeye yönelmiştir. 1832'de parlamento reformu, seçim reformu, ile işler değişmeye başlamıştır. 19. yüzyılın sonunda ise -kadınlar dışında- oy kullanımı genelleştirilmiştir.

    sanayileşmeyle birlikte işçi sınıfı ve sermaye sahibinin el ele vermesi söz konusu olmuştur; çünkü, ucuz ekmek ikisinin de ortak noktası. muhafazakar sınıfın, tarıma dayalı, daha az para kazanması, daha az parayla işçiyi doyurmak, daha ucuza mal üretmek, dış piyasada avantajlı olmak demek. ve bu, demokrasinin mottosu haline gelmiştir. liberaller daha yüksek sayılarda parlemantoya girmeye başlamışlardır. modern siyasi partilerin örgütlenmesi böylelikle ortaya çıkmıştır. tüm kuzey ingiltere şehirleri örgütlenmeye başlamıştır. sonuç olarak da,tarım, yeni tahıl kanunları ortaya çıkmışır. muhafazakar tarım sınıfının eski hakları bitirilmiş, liberalizm gerçek bir zafer kazanmıştır böylece.
    demokratikleşme, burjuva sınıfının kendi içindeki sanayi ve tarım burjuvazisinin ayrışması ile gerçekleşmiştir. halkı bu şekilde yanlarına almışlardır. 60larda muhafazakarlar fabrika kanunları ile gelmişlerdir. iki iktidar değişikliğinde de halk, değişen çıkarların ışığında her iki sınıfa da yardım etmiştir. bundan da sebeplenmiştir.

    almanya’ya faşizm gelmiştir. çünkü sanayici de tarımcı da aynı adamdır. tarımdan kazandığı parayı sanayiye yatırmıştır. egemenlik aynı yapıya ait olarak devam etmiştir. burjuvazi birbiriyle çatıştığı vakit demokrasinin yolları açılır, birbirlerine kenetlendikleri vakit bir mutlakıyet blok oluşuyor alttaki halk yığınına karşı. japonya’da da almanya’daki gibi olmuştur.
    osmanlı’nın, ı. viyana kuşatmasına kadar, karlofça’ya kadar olan süre, yükseliş devri, ikinci olarak çöküş, gerileme dönemi olarak incelenebilir. siyasal kültür ve davranış toplumsal değerler açısından oldukça farklıdır iki dönemde. yükseliş döneminde osmanlı tipik bir şark despotudur. siyaseten katlin vacip olduğu bir dönemdir. devlet adına adam öldürebilirsiniz. buna karşı herhangi bir mahkemeye başvurma durumunuz yoktur. emperyalizme açılma öncesi ve sonrası osmanlı olarak da ikiye ayırabiliriz.

    öncesinde din önemli bir unsurdur. islam, yükseliş döneminde, ahlak açısından baktığınızda bu buyrukçu, iktidarını keskin bir irade ile kullanan devlet sistemine “cuk” oturmuş bir dindir. hilafetin osmanlı’ya gelmesiyle birlikte önemli bir ikili oluşturduğunu söylemek mümkün. islam dini bir anayasa hukuku gibi çalışmış ve bu siyasi sistemin bütünlüğünü ve ihtişamını adeta bayraklaştıran bir etki yapmıştır. devletin bir ideolojisi olarak günlük hayata uygulanan bir araç olmuştur. tevazu, tahammül normları yaratmış, büsbütün tevekkül içerisinde olmayı kabul ettirmiş iktidara karşı. islam, insanları buyrukçuluğa karşı savunmasız bırakmıştır.

    batılı emperyalizme açıldığında, batı iki şey istiyor: biri, devlette sürekliliğe neden olacak bu boynu kıldan ince bürokrasi anlayışını ve ikinci olarak da mahkemelerin işleyişini değiştirmesi osmanlı’nın. askeri alandaki üstünlük, 16. yüzyıla kadar avrupa karşısında sürmüş olsa da, hem teknoloji hem de askeri bilgi konusunda, ilerleyen zamanlarda o da gerilemeye başlamıştır. emperyalizm, giderek artan kitle üretimin milli sınırlar içerisinde artık tüketilmemesi ve yeni pazarlar açma arayışıdır. gerekirse silah yoluyla.

    fetih ekonomisi duraklamaya geldiğinde optimal üst sınırı aşmış, geriye doğru dönmeye başlamıştır. artık ekonomik olmaktan çıkmıştı. devletin toprakları genişlemiş ama fetih ekonomisinin verimliliği azalmıştır. tımarlı sipahinin kırılma noktası da 1780lerde başlamıştır. toprakların kontrolü mültezimlere bırakılmıştır. tımarlı sipahi düzeni çökmüştür. kiralayıcı işletmeciler o toprağa verdiği paranın değerini çıkartmak için toprağın canına okumuş, ham maddeye ihtiyacı olan yabancıyla anlaşma yapmış, devleti bypass etmiş, aksayan düzende, taklitçi batılılaşmaya neden olmuş ve “tatlı su frengi” denilen sınıfı oluşturmuştur.
hesabın var mı? giriş yap