*

  • acı çekmenin bireysel bir iş haline gelmesi moderniteyle oluyor. yoksa modernite öncesi insanlar acıyı kollektif çekiyorlar. aydınlanma acıyı bilimin konusu yapıyor. bu dünyanın yaşanılabilir bir yer olduğu hatta bir cennet olabileceği düşüncesi üzerine kurulu aydınlanmanın acıyı, ağrıyı tıpkı karşıtları olan çoşkuyu sevinci, esrik halleri kontrol altına alma süreci de başlamış oluyor böylece. çünkü bahsedilen durumlar "akıldışı" durumlar ve varoluşun en büyük kanıtı olan bedeni kırılgan kılıyorlar, ölümü imliyorlar.
    modern toplumlarda mutluluk her an istenilmesi, ulaşılması gereken elinizin altında bulunması elzem olan alet edevat çantası gibi görülüp mutlaklaştırıldıkca, acının ve ağrının getirileri göz ardı ediliyor.
    acı; bütün bu sahte ve yapay mutluluk çağrılarını kesintiye uğratan bir sahicilik olarak insanın kendi bedenini fark ile onun sınırlılığını test etmesine, başkalarının acılarına karşı duyarlı olmasına yol açan bir olgudur. kazandırdığı ufuk genişliği ve bilgelik de cabası...
    ufuk genişliği ve bilgelik kazandırır çünkü hem acı hem de acıya eşlik eden hiçlik, boşluk, anlamsızlık, sıkıntı, tarife gelmeyen bir değersizlik hissi, durumu adlandıramama gibi haller bizi belki helak etmez ama insani hallerden anlar kılar. zira terbiye edilmiş, "had" den geçmiş incelikler en çok, bir sınır durum olarak ruhen ya da bedenen acının içinden geçmiş insanlarda bulunur.
  • oysa acıyordu işte, herkese ve evet, her şeye, heeerrrşeye rağmen delimanyaklar gibi acıyordu.
    iç huzur acımanın panzehiriydi ya sözde, sunturlu, kuyruklu edepsiz yalandı hepsi.
    acıyordu, bal gibi, yağ gibi, yağlanmış bir erkek kılıç gibi hem acıyor, hem acıtıyordu.
    tok, acın halinden hiç bile anlamazken, halden anlamaya daha önceden acımış olmak da yetmiyordu; acıtmış olmak da.
    en çok, en çok acıyanlar acıtabiliyordu.
    en çok acıyanlar, en çok anlar ve acıtmaz sanarken, en çok da onlar acıtıyordu.
    çünkü acının bilgisine en çok onlar hakimdi, en çok içselleştirdikleri acıyı cömert bir tüccarın hovardalığıyla serpiveriyorlardı en sevdiklerine. sevmedikleri kendilerinin intikamını, sevdiklerini kendilerinden uzak tutma acısıyla bertaraf etme gayretinde bitaraf oluyorlardı sevdaya.
    acı mı? hayır, evet, yo, asla, hiç, daima anlamıyor halden.
    hal, çünkü artık, acının ötesinde.
    anlam ise halin çok ötesinde.
    sabah çok erken.
    gece çok geç.
    ben çok ufağım.
    acı çok ötede.
    öğütüldü çoktan çünkü.
    sevda, acı, ben, hal, sen, anlam.
    hoşgeldiniz kurbağalar vesselam.
  • kâlden geçip hâle erenlerin harcı.
    her acının kârı mı?
    acının değil, acıyı çeke(bile)nin marifeti.
  • "anlatamam derdimi dertsiz insana
    derd çekmeyen dert kıymetin bilemez
    derdim bana derman imiş bilmedim
    hiçbir zaman gül dikensiz olamaz."
    aşık veysel
  • zaman içinde aynı yolu yürümekten mütevellit bi çok şeyi daha iyi anlayabilmektir. acı çekmek büyümektir, acı çekmek bedel ödemektir. bedel ödedikçe insan var olur zaten...

    dünyanın iyice üstüme geldiğini düşündüğüm zamanlardan birinde mail kutuma düşen bi maille bi kere daha anladım ki, hayata bakışı biçimlendiren şey çekilen acılardır.

    acidaki hikmet

    verdiğin acılar için sana şükürler olsun allah'ım!

    "gün gelecek allah'a bana yaşattığı bu sıkıntılar için şükredeceğimi biliyorum" demişti bir arkadaşım. belki de hayatının en zor günlerini yaşıyordu. zorlukların insana ne kadar büyük dersler verdiğini uzun uzun konuşmuştuk. bir acının öğrettiğini bin kahkahanın öğretemeyeceği üzerine birçok örnekler vermiştik o konuşmamızda.

    aradan iki yıla yakın bir zaman geçince arkadaşımın haklı çıktığını gördük. o günlerin acı görünen olaylarının, kendisine ne kadar büyük kapılar açtığını gördükçe "verdiğin acılar için sana şükürler olsun allah'ım!" demeye başladı.

    gündüzleri fırsat buldukça bir araya geldiğimiz arkadaşıma o günlerde aşağıdaki hikayeyi yollamıştım.

    * * * * * * *

    yaşlı kadın, bir antika dükkanından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu. ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı.

    hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi;

    "bana hayranlıkla baktığının farkındayım. ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim. yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.

    kadın şimdi hayret içindeydi. önündeki kahve fincanı konuşuyordu!

    kekeleyerek: "nasıl? anlayamadım?" diyebildi yaşlı kadın.

    "demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi. beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. çektiğim sıkıntılara dayanamayıp:

    "yeter! lütfen dur artık!" diye bağırmak zorunda kaldım.
    ama usta sadece gülümsedi ve; "daha değil!" diye cevapladı beni.
    "sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu. burada döndüm, döndüm, döndüm. döndükçe başım da döndü. sonunda yine haykırdım:
    "lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. artık dönmek istemiyorum!"
    ama usta bana bakıp gülümsüyordu:

    "henüz değil!"

    "derken beni aldı ve fırına koydu. kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı. onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. fırın gitgide ısınıyordu. aklımdan şöyle geçiyordu: beni yakarak öldürecek"
    fırının duvarlarına vurmaya başladım. bir taraftan da bağırıyordum:
    "usta usta! lütfen izin ver buradan çıkayım!"
    "pencereden onun yüzünü görebiliyordum. hala gülümsüyor ve "daha değil!" diyordu.

    "bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi.

    "boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı. fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum.

    "lütfen usta! yapma, gıdıklanıyorum!" dedim. onun cevabı ise aynıydı: "henüz değil!"

    "sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı. korkudan ölecektim. "hayır! beni yine fırına sokma, lütfeeen!" diye bağırdım.

    fırını açıp beni içeri iteleyip kapağı kapattı. isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı. "bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak!" diye düşündüm. pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine "daha değil!" diyordu. ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm.

    "tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. derin bir nefes aldım, hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum. beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi:

    "şimdi tam istediğim gibi oldun. kendine bir bakmak ister misin?"
    ona "evet" dedim.

    bir ayna getirip önüme koydu. gördüğüme inanamıyordum. aynaya tekrar tekrar baktım ve "bu ben değilim. ben sadece bir çamur parçasıydım."

    "evet bu sensin!" dedi usta. senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin.

    eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin.
    döner tezgahın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın.
    sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın.
    boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı.
    ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu.
    şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde."

    ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim:

    "ustam! sana güvenmediğim için beni affet!
    bana zarar vereceğini düşündüm.
    beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim.
    bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum.
    benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim…
    teşekkür ederim."

    * * * * * *
    usta fincanı, yaratıcı insanı şekillendirir.
    yeter ki acı da ki hikmeti görelim.
    kahrın da hoş, lûtfun da hoş demesini bir öğrenebilsek…

    sait çamlica
    eğitimci – yazar
hesabın var mı? giriş yap