*

  • bugunki attila ilhan yazisindan ogrenildigine gore bu bir soyadiymis bir garibin. bir insan neden bu soyadini alir diye merak edenleri hemen doyuralim:

    '... herşeyi anlatan soyadı: hergünaç!'
    o cumartesi gecesi (7 aralık 2002). 'zaman içindeki yolculuğu' mu, cumhuriyet türkiye 'sinin gelişmesine 'paralel' yapmayı denemiştim; bitirir bitirmez, bir telefon sağanağı başladı; önce eli kalem tutan anadolu çocukları (mahmut makal ve osman şahin); arkasından, gâzi 'nin 'hakiki müstahsil' diye vasıflandırdığı, köylülerimiz: hepsinde, içlerine sığmadığı hissedilen, bir heyecan!

    ertesi gün, faks mesajları başlıyor; en etkileyicisi, kuşkusuz benzerini daha önce hiç yaşamadığım, samsun 'mahreçli' o talep; düpedüz 'resmi' bir yazı bu; tmmob ziraat mühendisleri odası, samsun şubesi'nden; başkan ünal işıker, genel sekreter kenan atagün, yazman ayşe ertürk imzalarıyla geliyor; dedikleri aynen şudur:

    ''... yapmış olduğunuz konuşma, tarım ve ülke gerçeğini ortaya koyması bakımından, çok önemliydi. böyle bir konuyu tv ekranına taşıdığınız için, size sonsuz şükran ve teşekkürlerimizi sunuyoruz; ayrıca bu konuşmanızın gazetemiz cumhuriyet'te de tam metnin yayınlanmasının çok yararlı olduğunu düşünüyoruz...''

    farkındasınız ya, 'metnin' yayınlanması isteniyor; isteyen yalnız onlar da değil, ege üniversitesi 'nden bir profesör, konya 'dan bir çiftçi, vs. maalesef hepsine, boynum bükük cevabım aynıdır: ''- özür dilerim, elimde yazılı bir metin yok; on yıldır bu programda, irticalen (doğaçlama) konuşuyorum''. ne var ki ısrar o kadar içten, o kadar yürekten ki, bu yazı -belki onu izleyecek, bir iki başkası- dinleyicilerin 'arzu-yu umûmisi üzerine' kaleme alınıyor: arz ederim.

    muz bilmeyen öğrenciler

    t esbit/1. ''... beş yaşımda var mıyım, belki?. 20'li yılların sonu, mahmut celâleddin bey'in, soğukkuyu'daki (karşıyaka/izmir) büyük ve muhkem, evindeyiz. emine nine'nin, bizimle büyüyen küçük kızı muhatter abla'yla aramızda, bir çekişmedir gidiyor: o yaldızı beyaz, üstünde takkeli, saçı örgülü, elinde çay fincanı taşır bir çinli resmi bulunan, zarif çay kutularını paylaşmıyoruz; elimi uzattığım an, ne görüyorum, o çoktan almış! mesele anneme aksedecektir, o bana sabırla kutudaki cazibenin sırrını anlatıyor: '-... oğlum, ülkemizde çay yetişmez, bunlar 'ecnebi'den geliyor: ingilizler, çin çayını paketleyip, satıyorlar; o kutuları biz yapamayız; bulmak zor!'

    böylelikle, 'avrupa malı'nın üstünlüğüne dair, ilk dersimi alıyorum...''

    tesbit/2. ''... 30'lu yılların ilk yarısı, aynı yerde ilkokula başlamışım, yalnız evimiz farklı; bu defa jokinyolar'ın yalısında oturmaktayız; içinde kaybolduğum, bir 'berhane'; babamın, nâdir meyve ve turfanda sebze düşkünlüğü sayesinde, yemediğimiz yok; bu arada, muza bayılıyoruz; o da çarşıda gördü mü, alıp gönderiyor. bunu okulda öğrenci arkadaşlarıma anlattığım gün, utancımdan yerin dibine girmiştim; birden ne farketsem iyi, muzu neredeyse kimse bilmiyor; böylece kendimi, görgüsüz bir zengin çocuğu olarak görüyorum; az utanç mıdır bu?.

    teselli yine annemden gelecektir: '-... oğlum, ne bilsin yavrucuklar? memleketimizde muz yetişmez ki, arabistan'dan getiriyorlarmış, galiba mısır'dan!...'

    böylelikle, ülkemizde muz bile yetişmediğini öğrenmiş bulunuyorum...''

    altmış yıl sonra, o ilkokul çocuğunun ne olduğunu tam değerlendiremediği 'acı gerçeği', yeniden müdafaa-i hukuk dergisinde rastladığım, metin aydoğan 'ın, bir inceleme/araştırma yazısından öğreniyorum:

    tesbit/3. ''... türkiye'nin osmanlı'dan devraldığı tarım durumu şöyle imiş: '1923 yılında ülkenin sahip olduğu ziraat mühendisi adeti yalnızca yirmiydi (20). halkalı'da bir tarım yüksek okulu; bursa'da, orta dereceli bir tarım okulu vardı. ülke topraklarının, çok azı işlenebiliyordu. köylünün büyük bölümünün, ne tohumluğu, ne pulluğu, hatta ne de sabanını çekecek bir çift öküzü vardı. eğitim köye girememişti, yoksulluk çok yaygındı. âşar vergisi, yâni 'öşür' köylünün baş belası haline gelmiş; ürün öncesi borçlanma, tefecilik, kanayan yara halini almıştı. üretilen buğday, halkı doyurmaya yetmiyor, sürekli ithal ediliyordu: yokluk ve yoksunluk, olağanüstü yaygın, eldeki olanaklar, her türlü umudu kıracak kadar zavallı idi...'' (a.g. dergi. ekim 2002)

    iyi mi?

    izmir kurtulmuştu, ama...

    ç evremde yaşanan, bu 'tesbiti' doğrular mı? bunu, 60'lı yılların ikinci yarısında, izmir gazeteciliğim sırasında öğrendiklerim cevaplamıştır: 'kurtuluş', izmir'i üç yüz bin nüfuslu, son derece faal bir liman, işleri yolunda bir 'komprador' şehri olmaktan çıkarmış; içinde yarısı 'mübâdil' -yâni göçmen-, iktisadi yapısı bozuk, 90 bin nüfuslu tenha bir şehre dönüştürmüştü. belki de bu sebepten, ilkokul arkadaşlarım arasında, okula yalınayak ve önlüksüz gelenler olabiliyordu. kırsalda, emval-i metrûke 'den, 'mübâdiller' e, aile başına galiba kırkar dönüm toprak dağıtılmasına rağmen, ciddi bir 'intibaksızlık' seziliyordu.

    fakat, en çarpıcı örnek 'seyyar kitapçı' lütfi 'dir; eski dergi ve kitap alır satardı, sıska, kara kuru bir adam; ikide bir, rafları boş dükkânlar açar, çok sürmez kapatır. onda, sinemalardan topladığı film kesikleri satılırdı; meraklıyım ya, on kuruşum olsa, koşardım; idare lambasıyla aydınlanan, elle çalıştırdığım, göstericimde seyredeceğim; kovboy atına biner, dağlarda kaybolur.

    soyadı kanunu çıkınca, lütfi 'nin aldığı soyadını, öğrenmek istemez misiniz; her şeyi anlatan, başlıbaşına bir romandır: ''hergünaç!''.
hesabın var mı? giriş yap