• (bkz: akıl).
  • tanrılaştırılan fenomen. insan aklı dediğimiz şey bir hayalettir, maalesef varlığının kanıtı ve nasıl varolduğu hakkındaki tek bilgiyi de kendisinden elde ediyoruz. düşünceler bedensel ihtiyaçlarımızdan ayrı bir boyutta sanki felsefenin, bilimin yanıt aradığı temel soruların cevabını biliyormuş da biraz kalabalık olduğu için bulunduğu taraf ortaya çıkamıyormuş gibi bir düşünce var oysa canlılık en küçük hücreden en karmaşık çok hücreliye kadar hep aynı prensiplere dayanır bilimin felsefenin insanı büyük gösteren hiç bir yanı yoktur onlar sadece evrimin bize bahşettiği gelişmiş hayatta kalma mekanizmalarımızdır. bilinç de aynı şekilde abartılıyor ve sanki bilinçli davranmak bir en yüksek iyiye götürecek gibi bir izlenimi yaratılıyor, ama bilinç dediğimiz şey de bağımsız değildir ve sadece hayatta kalmak için iyi olanı kötüden ayırmaya önayak olur. işin aslı bilinç, akıl dediğimiz bu görünmez nitelikler bir takım özel kimyasalların ve hücrelerin bize oynadığı oyunlardır, bu oyunlar kişiden kişiye farklılık gösterir abartılacak bir şey yoktur, yani özellikle akıllı, uslu davranış söz konusu olduğunda herkes bilimadamı, filozof, güzellik kraliçesi, asker, milyarder, devlet adamı olamaz ayrıca herkes bunlardan biri olacak şekilde varolmamıştır, ayrıca bazılarımız 2. sayfaya haber olurlar, bazılarımız aklın evriminde (ki bu tür evrim biyolojik evrim kadar düzenli işlemediği için ama ondan daha çok göz önünde bulunduğu için (örf adet, gelenek, kural, yasalarca) tanrısallaştırılmıştır) ilkel kabul edilir biz ayıp, yanlış deriz, bazılarımız muhteşem bir şekilde ajdar olurlar. bu durumda eksikliğini hissettiğimiz bir 3. farkındalık var eğer herkes başarılı olmayacaksa bu tanrılaştırdığımız akıl biraz ütopik değil mi?
    işliyor mu bu? beni bir başkasından daha alçak bir konumda tutuyorsa kuralları çiğnenmez yapan nedir bu durumda?
    uslu davranışın bir yalan olduğunu çoğu zaman insanların hile yapmayı tercih ettiğini hepimiz hayatımızda görmüşüzdür hatta kendimiz de yapmışızdır, ayrıca uslu davranış genel akla uymak bazı bireyler için her şekilde zordur, hiç azımsanmayacak bir kalabalıktan bahsediyorum, bu kişisel yetersizlikler yüzünden olabilir ya da apayrı bir evrim geçirmiş kültürden gelmek yüzünden olabilir, sadece bir canlı olarak istediğimizin o yönde olmasından olabilir. akıl yararlı bir şey olmadığı zaman kullanılmaz tıpkı sağlıklı bireylerin diğer mekanizmaları gibi, bedenimizden fersah fersah yukarda bulutların üzerinde melekler gibi yönetmiyoruz kendimizi, bir ayrılık yok aynaya baktığımızda gördüğümüz şey biziz.
    dünyaya düzen getirmek için seçeceğimiz şey kesinlikle önceden bildiğimiz bir şey olamaz, ayrıca dünyada düzenin kıstasını verecek hiç bir şeye sahip değiliz, (dünyada düzen bir oksimorondur, dünya düzensiz olduğu için biz varız, yaptığımız her şey de bunun bir sonucu) çünkü temelde dünya bir ara üründen başka bir şey değildir, sonsuza kadar sürmeyecektir, insanlığın varlığını kendi öğretisine göre evrenin merkezine koyması insan aklı ismiyle tekrar görülüyor, bu kolektif bir güdüdür, aşağı yukarı aynı şekilde çalışan bireylerin hayatta kalma güdülerinin toplamıdır. gerçek olan tek şey her şeyin hiç aralık vermeden olmasıdır, her şey durmadan olur, bilinci tanrılaştırmak, aklı tanrılaştırmak tanrıyı tanrılaştırmak sadece evrende kendine özel bir yer arama güdüsündendir, bu 3 tanrının hiçbiri bize mutlak doğruyu en büyük iyiyi gösteremez çünkü böyle bir şey yoktur. yapılacak şey zaten yapılıyor bizi kendimizden korumak için (büyük olasılıkla kuralları koyanların lehine) her şey yerli yerinde kurallar yasalar sistemler ülkeler kurumlar bilmemneler eğer bunlar olası bir en iyiye götürecek diye düşünülüyorsa optimum varlığımız bu şekilde mümkün zannediliyorsa hepimiz için eşit olduğu var sayılıyorsa geriye söyleyecek gene tek bir şey kalıyor herkes başının çaresine baksın hayatta kalanlar (iyi, kötü, doğru, yanlış,şans eseri) hayatta kalır zaten işleyen tek kural da budur. biraz hoşgörü lütfen.
  • cennet projesi'ndeki bir numaralı entiriden buraya gelmenizi öneririm bütünlük açısından. bakarsınız triology'e üçüncü de buluruz.

    insan aklının tanrılaştırılması, düşünceme daha uygun bir şekilde dile getirmem gerekirse, tanrılaştırılmış gibi durması; insanın bizzat kendisinin karanlığın içine atılmış gibi bir hali olmasından kaynaklanmaktadır. james hollis'in cennet projesinden hareketle zihnimde açılan bu kapıdan girerek insan aklının hangi boşluğu doldurmaya çalıştığı üzerinde duracağım. bu tanrılaşma meselesinin aydınlanabileceğini ummasam da, en azından bu yolla başka bir şeyleri düşündürebileceğimi düşünüyorum.

    ilkin ksenophon'da sokrates'in "insanın bu akla nasıl sahip olduğuna dair" soru sorduğunu okuyoruz. cicero bundan de natura deorum 2.6.18'de bahsediyor. nasıl? insanın akıl yetisinden hareketle evrende bir akıl olduğu aynı yerde geçiyor. maksat belli; stoa felsefesinin mens universi düsturu ısrarla vurgulanacak ya, maksat belli. peki, bu akıl ne işe yarıyor? pesimistlerin yaşamaya salt acı çekme minvalinde anlam yüklemesi boşuna değil; idrak yeteneğini yitirmemiş her insan acı çeker. acı insana insan olduğunu hatırlatan bir uyarıcı gibidir. sokrates'in sorusu cevaplanabilir, ama nasıl? verilebilecek cevaba göre insanda akıl olmasaydı, sigara dumanı gözlerimizi yakmıyor olurdu. ne alakası var şimdi? şöyle, insan refleksif/akseden bir yaradılışa sahipse, ki öyle; duyduğu acının farkına varamıyor olsaydı, çürümenin de farkına varamazdı. çünkü yaşamadaki her an daha fazla çürüme gerçekleşir; en nihayetinde ölüm de çürümenin doruğudur. acı da bir bozulmanın işaretidir; yaralandığımız zaman "olması gereken ne ise o" o olmaktan çıkar; yeni bir duruma geçer; bu durum onun bozulmuş olduğunu gösterir. o halde acı bozulmayı gösteriyorsa; biz aklımızla acının farkına vardığımızda ona karşı bilinçlenmiş oluruz.

    bu öylesine kusursuz işleyen bir yapıdır ki, ani gerçekleşen (insanın idrak edemediği) bozulmalar daha etkin olur. belki de bu yüzden john r. w. stott isa'nın çarmıhından bahsederken (mesih'in çarmıhı, bütün dünya kitaplığı 2001) acının idrakinin önemini şöyle dile getirir: "hissettiğimiz fiziksel ya da duygusal acılar talihsizliğimizi daha da kötüleştirir. ancak merkezi sinir sisteminin duyargaları, kişinin hayatta kalabilmesi için acı duygusuyla uyarıda bulunur. örneğin hansen hastalığı, sinir uçlarını uyuşturduğundan, kişi ülser gibi rahatsızlıkları ve diğer enfeksiyonları hissedemez hale gelmektedir. dolayısıyla hastalıklarımızı fark edebilmemiz ve kendimizi koruyabilmemiz için sinirlerimizin uyarısıyla canımız yanmalıdır. bu çerçevede philip yancey şöyle yazmıştır: 'acıyı yaratan tanrı'ya şükürler olsun! bundan daha iyisini yapamazdı. acı iyidir.'" (sf.423) isa'nın çarmıhından bahseden bir ilahiyatçının neden böyle bir konuya girdiğini tahmin edersiniz. "tanrı madem kudretli, neden acılara engel olmuyor? acı çekmemizi mi istiyor? o halde tanrı kötüdür. yok eğer acı çekmemizi istemiyor da, bunu engelleyemiyorsa, o omnipotens değildir" çıkarımına yanıt aramaya çalışıyor.

    o halde insanın farkındalığı aklına muhtaçsa, bu farkındalık da onu hayatta tutan uyarı mekanizması olarak işliyorsa; stoacı evren tahayyülünün en önemli noktası olan "mens universi" yani evrenin bir zihninin olduğu düşüncesi de benzer bir farkındalığa dayanıyor olmalı. işte bu evrensel farkındalığı işleten doğanın kendisidir (bak sen! güzel açıkladım yalnız, bunu kaydedeyim). buradaki zorunluluk insanoğlunun bütün tasarımlarında olduğu üzere, insanın aynı zamanda güdüklüğünün belirtisidir; insan kendisini en tepeye koyduğu tasarımda bile yalnızlığına mahkum eder. mısır'da tanrı-kral kültü bile başlı başına bir mahkumiyet sistemine dayanır (tanrı-kral tipi, tümüyle insanlıktan çıkar); daha sonra julius caesar'ın dikkatini çeken bu kültün, onu bir batılı lider kimliğinden çıkarıp ucu -korkulan imge olarak- roma kralına dönüştürebileceği cumhuriyetçileri ürkütmüştü. bunun üzerine cumhuriyetçiler caesar'ı katlederek krallığın geri döneceğine dair korkularını bastırabileceklerini düşünmüşlerse de, özellikle de cahil avamın caesar'ın elde ettiği zaferlerle ve taşıdığı ganimetlerle gözü kamaştığından, caesar yandaşlığı dört-bir yanı sarmış; krallık geri gelmediyse de daha fenası olmuş, tarihin gördüğü en büyük tanrı-imparator devleti cumhuriyetin üstüne binmiştir.

    dönemin baskın nitelikli üç felsefe disiplininden özellikle de stoa'ya meyilli olan roma entelektüellerinden cicero'da (bana kalırsa ziyadesiyle eklektik) neden humanitas anlayışının bu denli ön plana çıktığını bu gelişmelerden anlayabiliriz. insan aklı aynı zamanda evrenin aklına eklemlenir; evrenin ne denli önemli olduğu ortada; o halde insan da bir o kadar önemli. hatta şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; evren insan merkezli olduğu için değil; insan evren merkezli olduğu için önemlidir. burada rasyonellik yani işleyen akıl; zeno ve benzerlerinin stoa düsturları kadar geç dönem / romalı stoacıların düsturlarıyla da sağlamlık kazanmış, sonraki yüzyılların insancı ve müşterekçi, birlikçi anlayışlarına temel oluşturur bir hale gelmiştir. insan aklıyla evren aklının bir'leşmesi; f. thilly gibi bir felsefe tarihçisinin de bildirdiği gibi hıristiyanlığın ebeveyni olarak yahudiliğin yanında stoa felsefesinin de düşünülmesini gerektirmiştir. çok hızlıca kıyaslıyorum: insan aklının evrensel akılla bütünleşmesi gibi; tanrı'nın isa'nın bedeninde kendi krallığını müjdelemesi de hıristiyanlığı geleceğe özgü bir tür "kurtuluş" dini kılmıştır. islamiyet'te de geleceğe dönüklük önem arz eder; ancak hıristiyanlıktaki kadar bir kurtarıcı arayışı yoktur. islamiyet'te insanlar allahlarıyla baş başa; belki de o da olmadan kimi zaman, yapayalnız bırakılmıştır. oysa hıristiyanlıkta tanrı'nın gölgesi papa'nın nezdinde insanlara ışığı gösterir; kilise tanrı'nın değil, insanların evidir. çünkü orada günahlarından arınırlar ya da vaftiz edilirler. bir sözle müslüman olmanız mümkünken; dinden çıkmanız muğlakta kalır. bir kişi en büyük günah olan "allah'a şirk koşma"dan bile kurtulabilir; çünkü islamiyet'te bütün günahkarlar cehennemden sonra, eninde sonunda cennete gelecektir. oysa hıristiyanlıkta dine girmek ne kadar zorsa, ondan çıkmak (dinden kapı-dışarı edilmek) o kadar kolaydır. çünkü hıristiyanlıkta tanrı, isa'nın bedenindeyken; islamiyet'te muhammed yapayalnızdır (ne garip; oysa isa'ya atfedilir "tanrım beni neden yalnız bıraktın" sözü). bu yüzden isa çilekeş, muhammed savaşçıdır. bu zorunluluktan kaynaklanır. isa kurtarıcı, muhammed ise (sonraki -günümüze kadar gelen- aşırılıkları saymazsak) tebliğcidir. isa anglosaxon dilinde bir 'lord'dur yani efendi-tanrı; muhammed ise alabildiğine insan.

    buradan -bu karşılaştırmalardan- bir tasım çıkarıyorum: hıristiyanlık üzerindeki "mens universi"yi öneren stoa etkisi; yahudiliğin etkinliğiyle birleşince stoa'daki bütün kavramlar ve anlamları -neredeyse- olduğu gibi hıristiyanlığa nüfuz etmiştir. örneğin kader/fatum algılayışı: olayların akışını tayin eden mutlak zorunluluk. tanrısal öngörü/providentia: her şeyi önceden belirleyen evrensel akıl. ne olacaksa olacak, ne olmayacaksa olmayacaktır. (bkz: tevekkül/@jimi the kewl) seneca "bilimin öğrettiği şey belirsiz ve yetersiz; doğanın/tanrı'nın sağladığı bilgi ise yetkindir" diyor (epistulae cxxi.23). benzer yaklaşımı, doğal olarak paulus'un mektuplarında da görürsünüz. örneğin efeslilere mektup 4.14: "böylece artık insanların kurnazlığıyla, aldatıcı düzenler kurmaktaki becerileriyle, her öğretinin rüzgarıyla çalkalanıp öteye beriye sürüklenen çocuklar olmayacağız." stoa düşüncesi de mutlak bir'liği tartışmasız sunar; insan aklı yetkin olan evrenin aklıyla kaynaşması noktasında mutlak bir birlik içine girmiş olur.

    r. m. lawson'da bunu okuyoruz: "stoacılık determinizm üzerine kurulu bir felsefi disiplindir. insanın yapabileceği en iyi şey, evrenin yasalarından etkilenen logosun düşüncesini anlamaya çalışmaktır. insan böylece akli ve bilimsel düşünce yapısıyla evrenin temellendiği doğa yasalarını anlayabilir." (r. m. lawson, science in the ancient world an encyclopedia, abc-clio press, 2004, p.230) doğa yasaları da -tanrı'nın uymak zorunda olduğu- kozmik birliğin bir unsuru olduğuna göre; insan aklı ancak ve ancak doğaya uyumlu davrandığı müddetçe evrensel akılla bütünleşebilir. en doğru tutum, en yetkin düşünce biçimi, doğaya uygun olandır. en büyük erdem, doğaya uygunluktur. tanrısal akıl bile ona uyar.

    şimdi en baştaki sokratesçi soruyu yeniden soralım:

    "insan bu akla nasıl sahip oldu?"

    soruya ancak soruyla karşılık verebiliriz galiba. anasının karnından (cennet bahçesi), karanlığa (dünya) düştüğü için olabilir mi?
  • "bundan dolayı merkür'e çift yönlü denmesi çok doğrudur; merkür hem etken hem edilgendir. "yükselen" etken kısmına sol denir; edilgen kısım ancak bu etken kısım sayesinde anlaşılabilir. edilgen kısım bu yüzden luna adını taşır çünkü ışığını güneşten alır. merkür açıkça klasik dönem filozoflarının kozmik nous kavramına tekabül eder. insan aklı bu kavramın bir türevi ve bu yüzden benzer şekilde psikenin bilinç dediğimiz günlük yaşantısıdır. bilinç, kendisinin elzem bir mukabili olarak karanlık, örtük, görünmez bir yana; varlığı ancak bilincin ışığıyla bilinebilen bilinçdışına ihtiyaç duyar." carl gustav jung - aspects of the masculine
  • "insan aklı namussuzun biridir. herşeyi düşünür, en aykırı en korkunç şeyleri bile".

    (bkz: mikado'nun çöpleri)
    (bkz: melih cevdet anday)
  • bazen çıkabilen.
hesabın var mı? giriş yap