124 entry daha
  • orkestra şefi: halid ziya uşaklıgil'in mai ve siyah'taki şakalı yakıştırmasıyla, "serdarzümre-i musikiye" yani müzik topluluğu lideri.

    daha ayrıntısına girmek gerekir ama, mai ve siyah birkaç doğal göndermesi dışında hiçbir siyasi, tarihi tez içermediği halde, zaman ötesi görünen romanın karakter kaderleri, osmanlı imparatorluğu ve özelde sultan abdülhamid ile yakından bağlantılı gibi görünüyor: mai ve siyah'ta gerek babanın erken kaybı, gerek kızkardeş ikbal'in istenmeyen evliliği ve ölümü, gerekse ahmet cemil'in hayal kırıklıkları ile hayatın kenarına sürüklenmesi, intihar eğilimi, osmanlı devleti'nin dağılma ve çöküşüyle bağlantılı. roman(cı) hem olacakları öngörüyor, hem belki olması istenenleri resmediyor. roman bir düş gibi, ısrarla ölüm, çöküş, mahvolma, bunlara karşılık çözüm ve çıkış niyetine geçersiz hayallerle bezeli. hem baba kaybı, hem ego ve gerçeklik kaybı, hem hayal ve umut kaybı.

    "(...) ta öbür ucunda sait, raci -arkadaşlarının şaireyn diyerek alay ettikleri iki genç şair- diğer bir şairin ayağına ip takmış sürüklüyorlar; (...)" halid ziya uşaklıgil - mai ve siyah

    "raci o adamlardan biri idi ki dünyaya hiçbir şey olmamaya mahkum edilerek geldikleri halde her şey olmak isterler."

    "onun ismini kendine mahsus şive ile tercüme etmişti: bârân-ı elmas*! ne güzel, ne hulyalar getiren, ne rüya alemleri açan bir isim..." halid ziya uşaklıgil - mai ve siyah

    "şimdi kendisini biraz topluyor, şakaklarında hafif bir serinlik hissesiyor, dimağını ateşin bir bulutla örten buhar yavaş yavaş açılıyordu: onun alemi işte şu yavaş yavaş açılan beyninin içinde mai bir sema, o mai semanın içinde birçok gülümseyen ümit yıldızlarından ibaretti. orada da bir bârân-ı elmas..."

    "şöhret bulmak, edip olmak, herkesçe tanılmak, bugün o kadar acılıklarına göğüs vermek için hayatını zehirlediği bu edebiyat aleminin bir gün yüksek zirvelerine çıkmak ve ismini o kadar yükseltmek ki..."

    "ahmet cemil, raci'nin ikide birde palais de cristal'de geç vakte kadar kaldıktan sonra geceyi de evinden başka yerde geçirdiğini bilirdi."

    "- efendi darp neye derler?
    - bir adedi diğer bir adet miktarınca tekrar ederek çoğaltmaya darp derler."

    "haydarpaşa'dan katara atlamak, erenköyü'ne çıkmak; mevkiften* epeyce uzakta olan hüseyin nazmi'nin havai* boyalı, bahçesi demir parmaklıklı zarif köşküne kadar gelmek için geçen zaman bütün zihninin bu meşgalesine masruf oldu; fakat köşkün parmaklık kapısının yanındaki zili çekeceği sırada eli mutat hilafında titredi."

    "daima kalabalık olan kitapçı dükkanlarında daima meşgul görünen kitapçılardan daima ayıp olan para taleplerine katlanmak..."

    "fakat beyinlerinde eski sıkı refakat mümkün olmuyordu. biri leyli diğeri nehari idi."

    "idare memurunun kalem çıtırtısıyla müdürün öksürüğü matbaa makinesinin demdarıdır."

    "ahmet şevki efendi'nin sade bir talakat* ile söylediği bu sözler gözlerinin önünde bir fecia alemi açmış, kadınlık hayatı içinde gözyaşlarından mürekkep bir ıstırap sahifesi teşkil eden acı bir bahsi bütün mizaç ve elim tafsilatıyla meydana dökmüştü."

    [iri bir alman, yarım yamalak türkçesiyle raci'nin gazelleri için "ne diyuğ? ne diyuğ?.." dedikçe biz sait'le kırıştık.]

    "ahmet cemil bu gidişle bütün edebi mecellesini birkaç yüzüncü defa olarak arkadaşının önünde dökecekti."

    "bence kelimelerin mevzu manasından başka bir de -nasıl tabir edeyim- seda manası vardır. bilmem herkes hisseder mi? fakat ben mesela naliş kelimesinin mahzun edasını, pervaz* kelimesinin tayeran* meylini, feryat kelimesinin yırtıcı ahengini pek iyi duyuyorum. insanda bu duyuş zevki olduktan sonra mesela: "bahr-i sükun-perver" diyemez, bahr kelimesinin o bir harekede toplanan üç kuvvetli harfinden hususiyle sonundaki ra'nın tesadümünden* hasıl olan tasavvut şiddeti ister ki bu kelime bir sert mana tasvirinde kullanılsın: mesela bahr-i huruşan*, yahut bahr-i pür-huruş... sanki bahir kelimesi de o sıfatla beraber taşıyor, şişiyor, değil mi? buna mukabil "derya-yı sakin" derim, çünkü derya kelimesi de sakin; onda da bir sükun var ki o sıfatı sıfatın manasından ziyade izah ediyor."

    "insanlar tuhaftır! fena bir şey yapmakta olduklarını hissedecek olurlarsa mutlaka en evvel vicdanlarını susturacak bir sebep bulurlar. (...) onun için öyle sebepler vardır ki henüz kendisi bile tahlil edip bir surete bağlayamamıştır, yahut bir takım sebepler mevcut olduğuna inanmamıştır ama tetkik edilmek lazım gelse hiçbir şey yoktur..."

    "- luxenbourg'da dedi. beyoğlu'nda en ziyade hazzettiği yer burası idi; orada ön tarafta bir yere oturur, önünden aşağı yukarı geçen halkı seyreder, bu binlerce yolculardan intihap ettiği bazı çehreleri oturduğu yerin mahdut nezareti dairesi müsaade ettiği kadar takip eder; o çehrelerin kimisinin paltosundan, kimisinin elbisesinden, birisinin elindeki paketten, bir kadının yanındaki çocuktan manalar anlar; zihnen birer dakikalık zaman içinde bu çehreler için birer mufassal hikaye yazardı."

    "canınız daha kapanç yer istiyor ise couronne var, gambrinus var, central var... lambalı duvarların, tavanların arasında mermer masalar... (...) kahve kahve dolaşırız, demiştim, isterseniz palais de cristal'in, concordia'nın yanlarında cam kapılı, içi daima gürültülü, kapısı açıldıkça sokağa dumanla karışık bir karık kadın sesiyle bir çatlak keman ahengi fışkıran kahvelerden birine gidelim."

    "buranın en nefis içkisi*! isterseniz kahvesinden ziyade nohut unuyla pişmiş bir kahve, elli kere cezveye atılmış, çamurlaşmış bir çay içebilirsiniz..."

    "ahmet cemil yine sükuta mecbur oldu, şimdi sahneye diğer biri çıkmıştı: bir fransız romanciere'i*, düdük gibi bir sesle ispanyol bestekarı iradiyer'in* meşhur paloma'sını* öttürmeye başladı."

    "onun için hüseyin nazmi'nin kitaphanesini hemen boşalttı: lamartine'den, hugo'dan, musset'den sonra gelenleri; bütün parnasyenleri, sembolistleri, dekadanları süleymaniye'de küçük mesai hücresine taşıdı; heredia ile, theodore de banville ile başlayan zümre-i şuara, sonra prudhamme'lar, coppe'lar, haraucourt'lar*, sylvestre'ler, mendes'ler; daha sonra paul verlaine'in tohm-ı dehası ile yetişenler, velhasıl gençler tâbii lemerre'in* kitap fihristini dolduran yüzlerce ciltler takım takım elinden geçti."

    "sabiha hanım'a çocuklar gibi daima anne derdi, valde hitabında bir sahtelik, bir külfet-perdazlık hissederdi."

    "kar gibi beyaz kenarı gerile gerile iğnelenmiş hatta örtülü sedir, yerde üstüne pembe şatrançlı dokuma çekilmiş şilte, annesinin en sevdiği yer; küçük dört ayaklı iskemle, ikbal'in yeşil gaz boyamalarını yaptığı sade fakat belki onun için zarif, hoş kalpağı altında lamba, duvarlarda babasından yadigar olarak kalmış biri kufî, biri tâlik iki güzel levha, pencerelerde muşamba perdelerin üzerinde yaza mahsus beyaz, ince sarı kornişlere küçük küçük kıvrıklarla iliştirilmiş perdeler, o kadar..."

    "izdivacından beri ikbal'in çehresinde dikkate çarpan bir hüzün rengi her türlü şikayet lisanından daha beliğ idi."

    [fakat bir annenin, bir kardeşin gözünden gizlenemeyen bir hazin renk: "aldanmayınız, bu nikabın altında ben varım!" derdi.]

    "üstatlardan birinin "su-be-su" redifli meşhur bir gazeline söylenen yüzlerce nazirelerin içinde ferdaniyet* kazanmış olmakla bir şeref kazanmış olan ilhami efendi -kırmızıya meyyal sarı, cebinde taşıdığı bağadan küçük tarakla daima, hatta lakırdı arasında, tarana tarana yanaklarından gözleri okşayan bir intizam ile inen sakalıyla; galiba mevzun söz söylemeye itiyadının eseri olarak ahenkli, besteli bir suud ve hubut ile teganni edercesine söylediği sözlerine refakat eden eliyle- bir genç şair için iştihar teessüsü rasimesine şeref ilave etmekten çekinmemiş idi."

    "- keşke sen de çıldıracak kadar hiddetlensen de nefsini böyle meyusiyete teslim etmesen..."

    "şimdi sualler başladı, buraya geleliden beri matbuat aleminin vukuatını öğrenmek istedi."

    "mezaristanım başka bir hayat hengamesinin mahvolmuş kuvvetleriyle dolu, fakat henüz ölülerimin silsilesi bitmiş olmadı." halid ziya uşaklıgil - mai ve siyah

    "ahmet hamdi tanpınar’ın huzur (1949) romanında yarattığı mümtaz, ahmet cemil ile neredeyse her bakımdan akrabadır. (...) oğuz atay’ın tutunamayanlar’ı (1971-1972) ahmet cemil’in başka bir zamanda yeniden vücut bulması gibidir. nitekim atay da sık sık halid ziya’nın kahramanlarının kendi kahramanları gibi bir “tutunamayan” olmasından bahsedecektir. (...) ahmet cemil, edebiyatımızı daha uzun yıllar etkileyecek bir kök-kahraman bence." seval şahin

    (bkz: çampara/@ibisile)
8 entry daha
hesabın var mı? giriş yap