• ...ılgıt ılgıt yeller eser seherde
    dost beni düşürdü onulmaz derde
    yar ile buluşsak bir tenha yerde
    duyar ırak yerler söz olur gider...
  • bu kadın milletine en güzel ayar veren adam

    “ güzelliğin on para etmez bende ki aşk olmazsa”

    demiş …
  • hey yavrum hey, sözlere bak. bilge adam:

    "insan mıyım mahluk muyum ot muyum
    ekilir biçilir bir nebat mıyım
    yoksa görünüşte bir sıfat mıyım
    hiç bir türlü bulamadım ben beni ben beni
    hiç bi türlü bulamadım ben beni

    leyla mıyım mecnun muyum çöl müyüm
    arı mıyım çiçek miyim bal mıyım
    kole miyim bir güzele kul muyum
    hiç bi türlü bulamadım ben beni ben beni
    hiç bi türlü bulamadım ben beni"

    https://www.youtube.com/watch?v=ikwy3nhn3cs
  • bir keresinde mesaj atmıştım görmedi. ulaşabilen var mı?
  • halk ozanı, şair, bir köy enstitüsü öğretmeni, cumhuriyet aşığı. hatırladığı son renk "kırmızı".

    bedri rahmi ile aralarında geçen bir konuşma;

    serde ressamlık olduğu için veysel’le konuşurken dönüp dolaşıp bahsi renklere döktük:

    “ekmeğin rengini hatırlıyor musun âşık?” dedim, hayır dedi.
    “tuzun rengini?” hayır, dedi.
    “ineklerin, mandaların, öküzün?” hayır, dedi.
    “dağların taşların, böceklerin, kuşların rengini?” hayal meyal, dedi.
    “toprağın rengini?” hayır, dedi.
    “kanın rengini?” deyince biraz düşündü: “hatırlıyorum” dedi. “altı yaşında vardım, babamın kafa kağıdında kırmızı mürekkeple yazılmış bir satır yazı vardı, kan o renkte idi.”

    aşık veysel’i kutlama ve anma yılında, torunu gündüz şatıroğlu koleksiyonundan "karanlıktan aydınlığa aşık veysel" isimli bir seçki hazırlamış, cermodern'de sergilenmekte. fırsatını bulursanız; gidiniz, görünüz mutlaka.

    "gözlerim görse idi, sivrialan'a çoban olurdum. kör oldum, veysel oldum." diyen nahif insan.

    dostlar seni hiç unutur mu?
  • veysel resul türke gelmiş son peygamberdir.
  • sen buralara nerden geldin. seni yaradana gurban oluyum yaradana. seni yaradan datlı yaratmış.

    bu sözlerle ne yapmak, nereye varmak istemektedir.

    anlatmam derdimi dertsiz insana
    dert çekmeyen dert kıymetin bilemez
    derdim bana derman imiş bilmedim
    hiçbir zaman gül dikensiz olamaz

    gülü yetiştirir dikenli çalı
    arı her çiçekten yapıyor balı
    kişi sabır ile bulur kemâli
    sabretmeyen maksudunu bulamaz

    ah çeker âşıklar ağlar zârınan
    yüce dağlar şöhret bulmuş karınan
    çağlar deli gönül ırmaklarınan
    ağlar ağlar göz yaşlarım silemez

    veysel günler geçti yaş altmış oldu
    döküldü yaprağım güllerim soldu
    gemi yükün aldı gam ilen doldu
    harekete kimse mâni olamaz

    her okuduğumda, her dinlediğimde beni enteresan hallere sokuyor.

    emre sertkaya-anlatmam derdimi dertsiz insana
  • saz çalmak gericiliktir

    “uzun yıllar önce aşık veysel anlatmış, demişti ki: “bir zamanlar sivas’a sazımla inemez olmuştum. bir polis, bir candarma sazımı görmesin, hemen elimden alıyorlar, doğru fırına atıyorlardı. bir zamanlar sivas’a saz dayandıramaz olmuştum.”

    sivas’ın emlek bölgesinden neden bu kadar ozan çıkmış sorusunun cevabını bulmaya çalıştığım yazımda bölgenin yaşam koşullarını, adetlerini, geleneklerini, görenekleri anlatmış ama sorumun tam cevabını bulamadığımdan yazıya ara verip ozanların nasıl yetiştiklerini incelemeye başlamıştım. bu bağlamda agahi ile aşık veysel’i inceleyip anlatacaktım. bu iki ozanımızla ilgili kaynakları araştırıyordum.

    pir sultan abdal kültür derneği genel merkezi'nde aşık veysel’le ilgili bir de kitabı olan veysel ağabeyle (veysel kaymak’la) konuşuyordum. veysel abi, “bu konuda çok güzel bir yazı var," deyip şükrü günbulut’un pir sultan abdal dergisi'nin 52. sayısında (2003) yayınlanan “ölümünün otuzuncu yılında aşık veysel” başlıklı yazıyı verdi. yazıyı okuyunca şaşkına döndüm. yazıda aşık veysel’e uygulanan bir saz yasağından şöyle bahsediliyordu:

    “bilindiği gibi osmanlı, 623 yıllık tarihi boyunca halk kültürümüzle ilgilenmemiş, hatta onu aşağılamıştı. osmanlı tipi aydının, halk kültürünü aşağılayan nice sözü kayıtlıdır bizde. burada sayamayız. orta doğu din kültürü kitabımızda çok örnek var. cumhuriyete geçince bu aydın birden kaybolmadı. arada varlığını hissettirdi: ünlü içişleri bakanı şükrü kaya halk kültürüne karşı soğuktur. nazım hikmet’in, bunca uzun süre hapishanelerde yatmasında da etkin olduğu söylenen bu kişi, sazın gerici bir müzik aleti olduğunu düşünmektedir. görüldüğü yerde yakılması için emirler verir. sivas valisi emri sektirmeden uygular: “elimizde sazla bir kasabaya bile gidemiyorduk. hem ayıp hemde günahtı. bir polis, bir jandarma görmesin, hemen sazı elimizden alıyor, doğru fırına atıyordu. ayağımızın bağını ahmet kutsi bey çözdü. elimize bir kağıt vermişti. her gittiğimiz yerde gösteriyorduk. böylece serbest dolaşma imkanına sahip olduk,” diyordu. (pir sultan abdal sayı: 52 ocak- şubat-mart 2003. sayfa 71-72).

    şairin “bu işler duyulur da durmak olur mu hiç,” dediği gibi şaşkınlık içerisindeydim, veysel’i araştırırken daha başka bir sorunla karşılaşmıştım, bunun ne olduğunu öğrenip kendi kendimi aydınlatmalıydım. derneğe gelip konuyu veysel kaymak ağabeye açtım, konuştuk. veysel abi şükrü günbulut'la konuşmamı söyleyip telefon numarasını verdi. şükrü günbulut’u aradım, “abi, böyle bir kararname, genelge var mı? şükrü kaya bunu neye dayanarak, nasıl yapmış?” diye sordum, doyurucu bir yanıt alamadım, hatta şükrü günbulut bozulup biraz da azarladı.

    kafama takılmıştı bir defa. konuyu araştırmayı sürdürdüm. bu dönemi anlatan okuduğum kitapları, bilgi dağarcığımdaki bilgileri yeniden gözden geçirdim. j.k. birge “bektaşiliğin tarihi” adlı kitabında tekke ve zaviyelerin kapatılmasını anlatırken bir de buralardaki müzik aletlerinin toplatılması için genele çıkarıldığını söyleyip dip notta bunun 248 sayılı resmi gazete'de yayınlandığını söylüyordu. tekke ve zaviyelerin kapanmasıyla ilgili yasayı bulmak kolay oldu. bu yasayı bulup anlamadığım sözcükleri sözlüklerden yazarak inceledim. ancak bu bana kafi gelmemişti. k. j. bırge’nin kitabında sözü edilen genelgeyi aramaya başladım. hiçbir yerde yayınlanmamıştı, o resmi gazeteyi bulmaktan başka çare kalmamıştı. uzun lafın kısası sonunda adana millet vekili ziya yergök’e meclis kütüphanesi'nden resmi gazetenin nüshasının bir fotokopisini getirmesini rica ettim, o da sağ olsun bir nüshasını bana faksladı.

    resmi gazetenin 248 no.lu nüshası geldi, ama bu defa da başka bir sorunla yüz yüze geldik. resmi gazete eski yazıyla (arap alfabesiyle) yazılmıştı. bu alfabeyi okuyacak kimse de yoktu. ödp kongresinde üniversitenin tarih bölümü son sınıfında okuyan bir öğrenciye sordum, “ben yakın tarih bölümünde okuyorum, bunu okuyamam," dedi. gözle başıma gelenleri... sonuç olarak 1926 yılının resmi gazetesini okutmak için çalmadığım kapı, sormadığım arkadaş kalmadı, bir türlü okutamadım. sonunda arkadaşım av. kemal derin, bir kürt müvekkili olduğunu, onun bunu okuyabileceğini söyledi. melleyi buldu, melle, “okurum bunu, evde yazıp getireyim," demiş, sahiden de üç gün sonra yazıp getirdi.

    adı geçen genelgede tekke ve zaviyelerdeki müzik aleti vb. eşyaların hangi müzelere, yazılı eserlerin de hangi şehirlerdeki hangi kütüphanelere kaldırılacağını anlatılıyordu. açıkçası sazın ülke genelinde yasaklanacağına ait açık bir ifade yoktu. araştırmacıların tekkelerden toplanan kitaplara nasıl ulaşacaklarını kolaylaştırması için bunun yayınlanmasının faydalı olacağını düşündüğümden belgeyi yayınlanması için internet siteleri ile serçeşme dergisine gönderdim. kafamdaki sorun çözülmemişti, muammasını koruyordu.

    ankara’ya gittiğimde uğrak yerim olan avukat fevzi gümüş’ün bürosuna uğradığımda gazeteci yazar kelime ata'yla karşılaştım. kelime ata'yla birlik partisi’ni anlattığı kitabı hakkında konuşmaya başladık. nasıl olduysa söz dönüp dolaşıp aşık veysel’e uygulanan saz yasağına geldi. kelime ata, yaşar kemal’in ant dergisinde yayımlanan bu konuyla ilgili bir yazısının olduğunu, kitabına da aldığı bu yazıyı bana gönderebileceğini söyledi; gönderdi de.

    yazıda yaşar kemal, şükrü günbulut’un anlatığı aşık veysel’e uygulanan saz yasağına değindikten sonra bu yasağı ahmet kutsi tecer’in nasıl kaldırttığını yazıyordu. bu yazı cumhuriyet'in ilk yılarında bir saz yasağı uygulandığına dair kafamdaki kanaati kesinleştirdi. yaşar kemal’in ant dergisinde yayımlanan yazısını kelime ata kitabında şöyle anıyor: saza “gerici alet” yaftasının takılmasını yaşar kemal’in anlattığı bir anıdan öğreniyoruz. bu anı şöyle:

    “uzun yıllar önce veysel anlatmış, demişti ki: 'bir zamanlar sivas’a sazımla inemez olmuştum. bir polis, bir candarma sazımı görmesin, hemen elimden alıyorlar, doğru fırına atıyorlardı. bir zamanlar sivas’a saz dayandıramaz olmuştum.'

    o zamanlar sivas’ta niçin aşık veysel’in sazını alır da yakalarlardı!? şükrü kaya’nın dahiliye vekilliği sıralarındaymış. ahmet kutsi tecer de tam bu aralar sivas’ta öğretmenmiş. bir gün veysel ona gelmiş. tecer, “hani sazın?” diye sormuş. veysel de başına gelenleri anlatmış.

    ahmet kutsi tecer valiye gitmiş.

    “vali bey,” demiş, “bugün polisler aşık veysel’in sazını elinden almışlar, fırınlamışlar. doğru mu bu?!

    vali: “doğru,” demiş.

    tecer: “neden?”

    vali: “saz çalmak gericiliktir. saz gerici bir müzik aletidir. dahiliye vekaleti'nden öyle emir aldık.”

    tecer, valiye sazın öyle bir şey olmadığını dili döndüğünce anlatmaya çalışmış, olmamış. anan yahşi, baban yahşi... kutsi tecer gelmiş ankara’ya, sazın gericilik olmadığını anlatmak için akla karayı seçmiş ama anlatmış sonunda. halk şairlerinin sazları da fırınlanmaktan kurtulmuş.”

    şükrü kaya, cumhuriyet'in kurucu kadrosu içerisinde hem çok etkin, hem çok etkili, hem de yetkili olan biri. 1883’te istanköy’de doğmuş, lozan'a giden heyet içerisinde bulunmuş. 1923’te lozan’dayken izmir belediye başkanı seçilmiş. değişik bakanlıklar yaptıktan sonra 4. inönü hükümetinde içişleri bakanlığına getirilmiş. bundan sonra da atatürk ölünceye kadar kurulan bütün hükümetlerde içişleri bakanlığı görevini sürdürmüş. bir ara chp sekreterliği de yapmış. fransızcadan çevirdiği kitapları var. yazıları hem türkçe hem de fransızca olarak kitaplaştırılmış. ayrıca mason derneğinde de önemli bir konuma sahip.

    şükrü kaya’nın saz yasağını kişisel bir yetkiye dayanarak ya da sözlü bir emirle uygulayacağını sanmıyorum. bunun mutlaka bir genelgeye ya da buna benzer bir kararnameye dayanılarak uyguladığını düşünüyorum, ama bunun nasıl olduğunu henüz bilmiyorum. araştırmacı bir arkadaşın ya da bunu bilen bir kişinin bu konuda bizleri aydınlatmasını bekleyeceğiz. kesin olan şu ki cumhuriyetin ilk yıllarında bir saz yasağı uygulanmış. bu yasağın cumhuriyetin kurucu iradesindeki modernite düşkünlüğünden değil de tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla başlayan, aleviliğin yasaklanmasını getiren sürecin bir ürünü olduğunu tahmin ediyorum.

    toplumsal mücadeleler, kendi içlerinde sınıflar mücadelesinin sürdüğü, bunun zaman zaman çok kanlı ve keskin yaşandığı süreçlerdir. bunu cronwell önderliğindeki ingiliz devrimini incelerken fark etmiştim. bu yüzden devrim kendi çocuklarını yiyen kediye benzetilir. 1789'da başlayan fransız devrimi sürecinde bunun nasıl yaşandığını, jakobenlerin termidor darbesiyle alaşağı edildikten sonra yaşananları incelerken daha açık görmüştüm. daha sonra marks'ın 1848 devrimi'ni incelerken, "yaşasın şubat, kahrolsun haziran!" dediğini, haziranla başlayan bu geriye gidişin cumhurbaşkanı seçilen torun napolyon’un şık darbesiyle sonuçlanan “luis bonapartın 18. burimeri” diye bildiğimiz diktatörlüğe nasıl dönüştüğünü, yaşanan sınıflar mücadelesinin süreçlerini biliyordum. ama osmanlı imparatorluğunun 1. dünya savaşı'nda yenilmesiyle başlayan süreçte toplumsal mücadelelerin nasıl yaşandığını bilmiyordum, incelememiştim. şimdi hissediyorum ki buranın da “şubatları” , “haziranları” olmuş, luis bonapartın 18. burimeri”ne benzeyen şık darbeler yaşanmış. materyalist bir bakış açısıyla bu tarihsel süreçler incelense bunlar açıkça görülecektir..

    1-yaşar kemal, ant dergisi, 6 mayıs 1969

    2-bakınız serçeşme sayı: 19

    3-bu genelge yazının sonuna eklenecektir

    4-yaşar kemal, ant dergisi, 6 mayıs 1969
  • (edit: yakın tarihimizin insanı olmasına rağmen, hakkında çarpıtılmış, gizlenmiş, yanlış aksettirilmiş tonla gereksiz bilgi vardır; ona ait olmayan şiirler, mısralar, internet kirliliğinde hızla dağılıp durur. bu bilgi kirliliğinde ayıklayabildiğim gerçekleri, nacizane öğrenebildiğim kadarıyla paylaşmak istedim. uzun zamandır hakkında merak ettiklerimi not tutar, feyz alacak insanlara anlatırım. kendisine hayranlığım, aşıklık makamından gelir. onun gibi, dizelerini çok geniş kitlelere kabul ettirebilmek, aşıklığın onaylı doktora tezidir. hayatınaki en önemli izler de, mısralarında gizlenmekte. feyz almanız temennisiyle; hatam varsa, başta onun aziz ruhundan ve sizden özür dilerim. )

    veysel... bizim veysel...

    gözlerini nasıl kaybetti ?
    bilinen ve yaygın anlatılan su çiçeği... ancak biraz araştırınca farklı cevaplar bulunuyor. benim de ikna olduğum iki farklı zamanda, (iki farklı kazayla) gözünü kaybediyor. (parçaları birleştirerek anlatalım)

    ilk hadise, herkesçe bilinen bayramlık zamanı, komşusu muhlise hanım'a giderken düşüp, çiçek hastalığına yakalanıyor. (yere düştüğünde bayramlık kıyafetleri ve kanayan elini unutmuyor.) hastalıktan bir gözü tamamen kör oluyor. semptonlar ilerleyince de diğerinde görme sorunu (perde inmesi) gerçekleşiyor. renkleri ve kişileri seçebildiğini söylüyor.

    ikincisi hadise, babası karaca ahmete ahırda yardım ederken, tırpan v.b. bir sopanın perde inen gözüne isabet etmesi sonrası, ikinci gözünü kaybediyor. bazı kayıtlarda, bu konu yazılı beyan edilirken, trt radyosu ses kaydında veysel bunu dillendirmiyor.

    gençliği ve aile ilişkileri nasıldı ?

    köy ortamında orta düzey gelire sahip diyebileceğimiz, çiftçi bir ailenin çocuğu. ailede çiçek hastalığı yüzünden 2 kardeşi daha vefat ediyor. sağ kalan kız kardeşi elif ve annesi, bahsi geçen dönemde en büyük yardımcıları, yol arkadaşları.

    ergenliği dahil, genel olarak asabi... pek çok sebebi var. aslen kendi halinde yaşamayı seven birisi veysel. asabiyet ruhuna işlemiş, sinirli birisi... ancak her aşık gibi, zaman içinde nefsini, yani iç sesini kontrol edebilmeyi öğrenmiş. ozanlık makamına ermiş birisi. yaşamı boyunca çokça acı hatıralara yaşamış, çoğumuzun kaldıramayacağı kadersizlikler yaşamış. kısım kısım anlatıp hak vereceğiz;

    yaşıtlarının, askeri seferberliğine katılması,
    sevdiği dostlarından ayrı kalması,
    evlenmeyi istediğinde, körlüğünün önüne bahane olarak gelmesi,
    babasının aldığı saz ile gelir elde etmek zorunda olması gibi...

    ilk evliliği

    veysel annesine yaptığı baskılar sonucunda, görücü usulü, esma adında, köyün güzel bir kızı ile evlendiriliyor. evlilik başından sonuna kadar pek çok sorunla dolu. 3 büyük acıdan bahsedicez.

    esma'nın kayınpederi karaca ahmet'e söylediği rivayet edilen, "ben senin kızın olsa idim, beni bir körle evlendirir miydin?" sitemi, sürekli agresif sözleri, şehir/kasaba merakı yüzünden göçmek için söyledikleri, baskıcı dili, veysel'de derin bir yara açıyor. aşıklıktan gelen aşk ile sevmenin ilk yarası bu süreçte başlıyor.

    ilk çocukları, sabah seherinde esma'nın emzirme sırasında uyuması yüzünden, memeden boğularak ölüyor. veysel, ilk evladını kaybedince, zaten depresif olan ruhu daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. (hastalık ile değil de, böylesi kazalar ile olan ölümler, anadolu'da pek çok kin/nefret söyleminin temeli) öyle ki, evladını sazı ile birlikte gömüp, bir daha çalmama yemini ediyor. tahminimce yaşı o sıralar 30'un altında.

    esma'dan ikinci çocuğun doğumu ile, veysel'in babasını kaybetmesi yakın tarihli. aile gelir derdine düşünce, tüm horanta tarlada çalışmaya başlıyorlar. (yine tahminimce) ritm duygusundan dolayı buğday tokmağında çalıştığı söylenir. (2016 yılında yayınlanan, bilal babaoğlu'na aitaşık filminde bu sahneye yer verilmişti.)

    o dönem, ev işlerine yardım etmesi için, yörük bir besleme işe alınıyor. adı hüseyin.

    veysel'in üçüncü büyük yarası bu adam yüzünden. eşinin bu adamla kaçacağını biliyor. aşkı yüzünden, bir kaç kez düzeltebilme inancıyla mücadelesi de var ama sonuç alamayacağını anlayınca, biriktirdiği altınları, kaçacağı gün bohçasındaki çoraba yerleştiriyor. (yıllar geçip meşhur olduktan sonra, esma'yı yeniden görmeyi istese de, "yüzüm yok gelmeye" diyerek esma reddediyor.)

    dillendirilmeyen derin yaralarından birisi de, eşi terk edip, evde tek başına ikinci yavrusuyla kaldığında, hastalık neticesinde, bu yavrusu da ölüyor.

    bunca kayıp sonrası, (ve bilal yönetmenin kurgusuna göre) kasım isminde, asker kaçağı, keman çalan, köçek bir dostunun baskıları neticesinde, köyleri gezmeye başlıyorlar.

    uzun ince bir yoldayım,
    güzelliğin on para etmez,
    anlatmam derdimi dertsiz insana,
    bu alemi gören sensin,
    dünyada tükenmez murad var imiş

    gibi çok değerli eserlerin bize ulaşmasını da bu yolculuklara borçluyuz. o dönem sivasta öğretmenlik yapan ahmet kutsi tecer, 5-7 kasım 1931’de halk şairleri bayramı 'nı gerçekleştiriyor; şenlikler sırasında yapılan yarışmada birinci gelen aşık veysel ile dostluğu başlıyor.

    derken ankara radyoları, bolca söyleşiler, konserler... nam-ı alıp yürüyor. (bu hızlı yükselişte, enteresan bir anektod vardır. veysel'in yazdığı semah bildiğim kadarıyla yok. aleviliğini dillendirmiyor. siyasi sorun olmaması için olabilir. sözünü esirgeyen ya da korkan bir aşık değil tabi. ama gereken oydu sanırım.)

    yine bilinmeyen bir bilgi, veysel tanındıktan sonra çok samimi olduğu bir dostu da, fikret kızılok'tur.

    bu coğrafyanın en güzel hediyelerinden birisi aşık veysel, 25 ekim 1894, şarkışla'da başlattığı fuad'ını, 21 mart 1973'te, yine sivas'ta sonlandırıyor. devri daim olsun. varolsun.
  • uzun süredir gitmek istediğim ankara devlet tiyatrosu oyununa nihayet bugün gidebildim.

    --- spoiler ---
    osman nuri ercan tam 75 dakika hiç susmadan arada hikayeyi anlatarak arada türküleri okuyarak oyunculuğunu göstermiştir.
    --- spoiler ---

    dikkatimi çeken husus şu idi: izleyiciler arasında çocuklar vardı. ailelerin çocukları tiyatroya getirmesi zaten güzel bir davranış iken bir de çocukları önemli bir şahsiyetin hikayesine getirmesi hoşuma gitti, takdir ettim.

    aşık veysel ve biyografini merak ediyorsanız tavsiye ederim.
hesabın var mı? giriş yap