• ben çocukken , en büyük düşmanım annemin tahta koltuk değnekleriydi. nefret ediyordum onlardan. bana göre onlar dünyanın en kötü, en korkunç şeyleriydi. korkunç diyorum çünkü aynı zamanda korkuyordum da onlardan.

    bir gün plan yaptım. kurtulacaktım onlardan. evin karşısında ki boş arsaya boyum kadar olan otların arasına atacaktım.dün gibi hatırlıyorum. annem ablamın saçlarını tarıyordu , aldım değnekleri ve koşar adımlarla ,sürükleyerek merdivenden aşağı indirdim. tam bahçeyi de geçiyordum ki babamla karşılaştım. ne yapmak istediğimi anlamış gibiydi. kızacak diye çok korktum. koltuk değneklerini aldı,hiç birşey demeden beni de alıp eve çıktık. eve girdiğimizde babam, değnekleri annemin yanına koydu ve beni mutfağa götürüp bir şeyler anlattı. o anda orada anlattıklarının tamamını hatırlamıyorum ama aklımda sadece '' oğlum onlar annenin arkadaşları'' cümlesi net bir şekilde kaldı. benim nefret ettiğim o değneklerin bir arkadaş olacağını hiç düşünmemiştim.artık farklı gözle bakmaya başladım onlara, sonuçta arkadaştılar onlar. anneme yardım eden bir arkadaş.
    o değnekleri hala çok sevmiyordum ama ,o gün orada babam bana nefret etmemeyi öğretti.
  • yokluğu, yaratmaya bahane olarak kullanmak.

    göçmen ve işçi emeklisi olan babamın maddi gücü pek yoktu. ben zaten dört yaşımdaki halimle maddiyat ne onu bile bilmezdim. babam evdeki beşinci çocuk olan bana her istediğimde oyuncak alamazdı, ama doğrudan isteğimi reddetmek yerine derdi ki "gel beraber yapalım bir tane". bu beni oyuncak almaktan daha çok mutlu ederdi. ondandır ki bu dediğine her zaman tav olmuşumdur.

    bunu dediğinde eskişehir şimşek sokak'taki evimizin bahçesinin arka tarafındaki ufak atölyeye gider, büyükçe bir tahta parçası seçerdik. babam bir kurşunkalemle o tahtayı nerelerinden keseceğini işaretler, mengeneye o tahtayı sıkıştırır, kah bir testereyle, kah bir bıçakla o çizdiği şekli verecek şekilde kabaca keserdi. sonra bana "sen de al eğeyi köşelerini yuvarlat bakalım" derdi. dört yaşımdaki becerim ne kadarsa eğeyle üstünde gidip gelir biraz bir şeyler yapmış hissederdim. sonra onları muntazaman zımparalardık. nihayetinde o düzgün parçaları tutkalla birleştirirdik. olurdu sana boeing 727, olurdu sana f-4.

    uçakların hangi model olduğunu nasıl anlayacağımı da babam yaparken anlatırdı: boeing 727'nin arka kanatları gövdeye değil dikey sabilizeye bağlıydı, öyle yapıştırırdık. f-4'ün ise motorları gövdesinin yanında olur ve kuyrukta değil daha içerde biterdi, onu da o şekilde keserdik. öyle ince ayrıntılara dikkat edilmiş ama eninde sonunda kaba saba tahta oyuncaklar yapardık. ortaya çıkana hayran kalırdım. yaptığımızın kusursuzluğuna değil, sıfırdan gerçek bir şey yapmış olmamıza. buna katkıda bulunduğum için biraz da kendimle gurur duyardım. o oyuncağın kıymeti daha fazla olurdu. sonra ben o yaptıklarımızı alır, yan komşunun çocuklarıyla paylaşırdım. o yıllarda pek araba geçmeyen şimşek sokak'ın ortasında bağıra çağıra, ellerimizde babamla yaptığımız oyuncaklar, koşturup dururduk, ta ki güneş batmaya yüz tutana ve evlerden "hadi eve akşam oldu" çağrıları gelene kadar.

    birkaç yıl sonra o evden bir apartman dairesine taşındık. kolayda bir atölye olmadığından da o beraber oyuncak yapmalar bitti. ben de okula başlamıştım zaten. ancak o yıllarda yokluğu yeni bir şeyler yaratmak için bahane olarak kullanma ve hayal ettiğin bir şeyi yoktan ortaya çıkarabilme beni yüzlerce oyuncakla oynamaktan çok daha fazla kamçılamış, ufkumu açmıştı.

    çocukluğum tam gaz devam ederken elbette oyuncaklarla oynamaya ve yeni oyuncaklar istemeye devam ettim. sadece farklı olarak çok sıkıldıysam ve o esnada başka imkanım yoksa da kendime "elimdekilerle ne yaratabilirim?" diye sormayı akıl etmeye başladım. sıkıntımı çizim yaparak, kağıttan ve kartondan oyuncaklar yaparak aştım, sonunda da bilgisayar başında yazılımlar geliştirerek. bunu yapmaktan çok daha fazla keyif aldım. babamın bana öğrettiği sonsuz şey arasında en kıymetlisi budur. çocukluğumun en kıymetli anıları arasında da şimşek sokak'taki o evin atölyesinde birlikte tahta oyuncaklar yaptığımız zamanlar vardır.

    hvala ti baba*.
  • babamdan öğrendiğim en kıymetli şey direnmektir.

    30 yıldır omurilik felci olan babam hastalığını engel görmemiş, küçükken benimle saklambaç oynamış, evin içinde balık tutmuş bir babadır. ben saklanırdım o tahmin ederdi, yere tepside balık kraker koyar iple onları tutmaya çalışırdık.

    hayal dünyamızın sınırlarının olmadığını ondan öğrendim ben. matematik bilgimi, müzik zevkimi ona borçluyum. geçen yaz da en büyük hayalimiz olan birlikte bisiklet sürmeyi kendisine aldığımız akülü sandalyesiyle gerçekleştirdik. ben bisikletimde o sandalyesinde hayallerimiz daha da özgürdü.

    babam bana direnmeyi, umut etmeyi, sonunda ışık olmasa bile üzerime düşenleri tamamıyla yapmam gerektiğini öğretti.
  • oğluma, onun oğluna davrandığı gibi davranmamam gerektiği.
  • aslında bir cok şey var ama yaptigimiz iş ile ilgili(bkz: mali müşavirlik) ve genel olarak çok güzel bir lafı vardır:

    "devlet sana bir şeyi veriyorsa ilk sen alacaksın,senden bir şey istiyorsa en son sen vereceksin."
  • "yeteneklerin vs önemsiz. vaktini neye harcarsan emin ol o konuda usta olacaksın."

    bir kere olsun yanıltmadı beni.
  • alt tarafı 3-5 dakikalık zevki olduğum,

    evladın başını okşamayı, nasılsın diye sormayı esirgememek gerektiği,

    evladın küçük yaşta hevesinin kırılmaması gerektiği,

    cebe 3 kuruş harçlık koymanın baba olmaya yetmediği,

    sinirli olmanın, evladın kafasını koyduğu hiçbir şeyi değiştirmeyeceği.
  • rahmetli babam uzun yıllar ticaretle meşgul oldu. hiç kimsenin zerre hakkı geçmemiştir ama kendisi bolca kazık yemiştir. ben de onun yolundan gidiyorum ve iki yakam bir araya gelmiyor. olsun anasını sikeyim. ölümlü dünya kazık atmayalım da yiyelim, alacağımız olsun.
  • babama bile güvenmemem gerektiği.

    çok ciddiyim, bana adaleti öğretip adaletten şaştı, zor zamanda herkesten önce o yarı yolda bıraktı amk. helal baba, tasarlayarak mı yaptın bilmiyorum ama mişın kompliytıd. dünyalılardan tiskiniyorum
  • nasıl bir baba olunmayacağı
hesabın var mı? giriş yap