• babamın dut ağacından bozma, sapı uzun, yaşlı bir bağlaması vardı...
    küçücüğüz biz daha. okula gitmeden önce koşar "baba gesi bağlarını söyleyelim mi?" diye ağlanırdık. babam da başlardı çalmaya, biz kendimizden geçerdik, bazen kaptırır geç kalırdık okula. hep isterdik o da hiç "hayır" demezdi...
    sonra sonra alışkanlık oldu bize. önlükleri giyip odaya bağdaş kuruyoruz heyecanla hemen, babam bir gesi bağları çalıyor, daha vakit varsa bir de hastane önünde incir ağacı... sonra okul yolu. keyfi ve heyecanı hiçbir gün bitmiyor ama...
    akşam yemeklerinden sonra geçiyor odasına saz çalıyor, söylüyor, yeni şeyler yapıyor babam. sazına aşık gibi. çok eskilerde dedem hediye etmiş, hala o ediş...
    ben büyüdükçe babamın yanına gider oldum sonraları. o çalarken onu dinledim uzunca bir süre. parmakların dansını gıptayla izledim incecik teller üzerinde yaptığı...
    sonra o çalarken ben söylemeye başladım türküleri. türkülerle büyüdük o emektar bağlamanın huzurunda...
    fakat bir gün bilmem ki bağlamayı elime alıp çalmaya yeltendiğim. sanki o yalnızca babama ait bir şeydi ve biz o kutsal şeye dokunmaya çekinmekten alamıyorduk kendimizi...
    ve bir gün babamı gördüm odasında. duvarda bağlamayla konuşuyor sanki. yaklaştım yavaşça, yılların bağlaması artık pes etmiş ve sapı çatlamış bağlamanın. babam ağlamaklı bakıyor bağlamaya. "yenisi olmaz ki" deyişini duydum. ikimizin de içinde tarifsiz bir burukluk. sanki bizden birini kaybetmişiz...
    dayanamadı tabi babam yenisini aldı. yine her gün çaldı ama yüzünde bir efsun, isteksizlik. her çalışında "aynı ses çıkmıyor dimi?" diye sordu. her çalışında "olmuyor" dedi. hala daha da duvardan yaşlı bağlamasının teknesini indirmedi....
  • muhafazakarlığa doğru yol aldığım tek unsur. kökeni ve dahi barındırdığı zenginlik keşfedilemeden ecnebi akımlara kurban giden, tükenen bir medeniyet sözcüsü.

    1) bağlamanın, çeşitli boylarına göre mümkün kıldığı ve kullandığı çoğu düzen artık tekdüzeliğe yenik düşüyor. kısa sapta klasik bağlama düzeni (re-sol-la), uzun sapta bozuk düzen (la-re-sol / kısa sapın do-sol-la transpozisyonu) haricindeki olasılıklar nedense görmezden geliniyor. insanın ustalığıyla inanın ki alakası yoktur bu çöküşün. merak meselesi, bir müziği iliğine kadar hissetme, farkındalık meselesidir. bir insan hiç mi sorgulamaz enstrümanını; sesin olacak o senin, bir şeyleri ifade etmenin farklı yollarını aramaz mı haykıran ruhlar? 200 kelimeyle ne kadar cümle kurabilirsen, iki düzenle o kadar bağlama çalar, o kadar duygu aşılarsın. ne eksik ne fazla. transpozisyon güzeldir amenna fakat bazı olasılıklar müzikal açıdan namümkündür. kulağı tırmalar. eviç (misket) düzeni, rast (do müstezat) düzeni çalmadan bazı tınıları yakalamak imkansız. haydi bu kadar özel düzenleri geçtim, abdal düzeni yahu. bu toprakların bağrından kopan hüseyni ve kürdi'yi en yanık ve yalın veren düzendir. nasıl merak etmezsin bu düzende çalmak nasıl bir zenginliktir diye?

    2) muhafazakarlıktan girdiydik ya, zenginlik diyorduk. tezat değil. melodik (makamsal) bir enstrüman olmasına rağmen bağlama, birçok armonik kardeşinden lezzetli çok seslilik imkanı sunar. düzen içinde transpozisyona bile katlanır. yeter ki iyi yapılsın. bozuk düzeni çalmak tek tel ustalığı gerektirdiği gibi ileri perdelerde muazzam zenginlik içerir. batı musikisinde akort sayılmayan fakat bal gibi de akort olan, karmaşık duygular veren ve bir makamın hem karar hem duraklama notalarını yakalayabileceğiniz çok seslilik mümkündür. gerçi batı diyorduk. bartok olmasa belki bugün batı yüzünden çeyrek tonu bile atmış olacaktık repertuardan. (bkz: buzuki)

    3) bunları dile getirince yeniliğe kapalı olmakla suçlanıyor bağlama icracıları. ben kendimden içeri yenilik arıyorum diyemezsin. damgalanmışsın bir kere. o enstrümanı mutlaka sığ bir armonik yapı içinde çalman bekleniyor. bilmiyorlar ki neler mümkündür beste yazınca. imkansız parmak pozisyonları bekliyorlar, boşta kalınca uyumsuz ses verecek telleri bilmezler. çünkü düzeni bilmezler. ne ilginçtir ki buna rağmen bağlamayla sen onlara uyabiliyorsun, sen kendi eserini çalınca da istisnalar dışında sana eşlik edemiyorlar. kim yeniliğe kapalı oluyor? neden senin paradigmana göre çalmak zorunda kalayım?

    4) bu aleti hakkıyla çalan ustaları dinlemek insana müzikten öte şeyler katıyor. bu ustalar arasında yenilikçi addedilenler (bkz: erkan oğur) bazen muhafazakar gördüklerimiz (bkz: talip özkan) kadar cesur olmayabiliyorlar. kulak ve bilgi meselesi. bir cengiz özkan düşünün ki yıllardır repertuar yalamış yutmuş, aşik veysel'ı en iyi yorumlayan isim olmuş, bu adam bile kendine henüz ozan diyemiyor. tevazu değil sadece, arayış ve farkındalık. genç nesilden araştırmalarıyla ve düzgün, kendine has tarzıyla öne çıkan okan murat öztürk tüm buluş ve arayışlarına rağmen (bkz: dört telli bağlama) henüz oldum diyemiyor, oturmamış denemelerini olgunlaşıncaya kadar bekletiyor. tüm bunların yanında modern halk müziği safsataları, teknik manyakları türüyor. hepsini toplasan aynı kalıba atsan çuvaldan rastgele çeksen hangisini çektiğini fark edemeyecek kadar birbirine benziyorlar. en önemlisi modernite, gelişim kelimeleri dillerine pelesenk olmuş fakat aynı parçayı değişik çalmasını istesen dut (ağacı) yemiş bülbül gibi takozlayacak. henüz halk müziğinin yaşayan ve değişen bir öge olduğundan habersiz. dinlese o ustaları, bir parçayı asla iki kere aynı şekilde çalmadığını görür. asıl modernite ve tabu yıkma budur işte.

    bağlama, aynı melodiyi iki kere duyamayacağınız bir herakleitos çalgısıdır.

    edit: muhafazakarlıktan kastım ideolojik değil, geleceği ve asıl değişimi sağlam temeller üzerine kurma dürtüsüdür.
  • kaç yaşındaydım ilk kez elime aldığımda hatırlamıyorum. babamın eski kara düzen bağlamasını alıp, bana en alt telden bir kaç basit notayı(notasal değerlerini değil) göstermesini ve onları basmaya çalışımı hatırlıyorum ama, perdelerin üstündeki tükenmez kalemle atılmış çarpılar gün gibi aklımda. 6 yaşını bitirmemiştim daha ilk kursa gittiğimde. oturduğumuz yerde fazla imkan yoktu o ara. 3 sene arka arkaya aynı kursa gittim. sadece başlangıç seviyesiydi. önce kara düzeni öğrendim, sonra uzun sapı, sonra tekrar kısa sapı bir kez daha öğrendim. ritimler, aşağı yukarı yukarı... hayatımın en büyük gerizekalılıklarından birini 11 12 yaşlarındayken bir müzik hocasının bana önerdiği bedava kursa burun kıvırarak sergiledim. o ara ergenliğe girdiğim aralardı. yoksa ondan 3 4 sene önce kendi kendime parça çıkarmaya çalışıyordum.

    sonra liseye geldik. az buçuk çalıyoruz da, yetersiz. okul korosuna girdim. en iyi çalanın kendim olacağını düşünüyordum, doğru düzgün çalışmadan. allah vergisi ya, peh peh. bir baktım bir halt çalamıyorum aslında. koroda baş bağlamacı olamadım hazırlık senemde. içime oturdu. halbuki hiç giderli bir iş de değildi. hani "aa bak bu çocuk bağlamayı ne güzel çalıyor" demiyordu hiçbir kız, demeyecekti de. bilen bilir. üç beş gitar çalan ve basketbol oynayanların havasından geçilmezken bağlamayla haydar haydar da çalsanız bir halta yaramaz. neyse, ilk sene öyle geçti gitti. sonra bir de yazın memlekete gittik. bizim büyüklerin oturumunda bir abi bağlama çalıyor, ben dinliyorum. kulak var, nerde farklı çaldı nerde eksik bastı farkediyorum. sonra bana veriyorlar bağlamayı. bir kan çiçekleri çalayım diyorum. video kaydı var, çalarken de tekrardan izlerken de utanıyorum. sanırsam o gece, bana yeterli gelmediğine karar veriyorum. dönüşte ilk işim arif sağ'ın eski kasetlerini hatmetmek oluyor. okuldan geldikten sonra (takribi 4, 4.30 akşam üstü) direkt teybin ve bağlamanın başına geçiyorum. bilgisayarım yok o aralar. annem yemeğe çağırana kadar. yemekten sonra ödevler mödevler, gece tekrar çalışma. repertuarı genişletiyorum. concerto for bağlama albümünü el ezber ediyorum(o ara görüntüsü bozuk olduğu için çalışmayan vcd'yi cd çalar olarak kullanmaya başlamıştım). neyse velhasıl çalıştım, dinledim, pratik yaptım, daha çok çalıştım. 9. sınıfta o benden iyi çalaman okul değiştirdi. bir şey yapmadan baş bağlamacı oldum. ama bırakmadım hiç çalışmayı. bir gece ben çalışırken(çeke çeke çalmaya çalışıyordum o ara) babam girdi salona. "oğlum sen bayağı sökmüşsün bağlamayı vallahi. yalnız geç oldu saat sessiz çal biraz daha" dedi. o anki mutluluk patlamamı bir daha nadir yaşamışımdır.

    lise 2'ye geldiğimde parçalara özenle çalışmam gerekmiyordu. dinleyince çalabiliyordum. o kadar çok erdal erzincan izlemiştim ki(konserlerini arayıp tarayıp bulur baştan sonra izlerdim) duyduğum zaman elinin pozisyonunu, tezenenin duruşunu tahmin edebiliyordum. o ara şelpeye sardım. basit melodilerle ve klavye parmak vuruşları olmadan basitçe çalmayı kaptım. erol parlak'ın şelpe kitabını aldım. notasyon öğrendim ki şelpenin farklı bir notasyonu vardır, her iki el pozisyonu tek bir notada gösterilir. yıllar sonra ilk kez nota okudum. antalya'da liseler arası bağlama yarışmasında ikinci oldum(birinci güzel sanatlardandı ve uzun sapta haydar haydar çalmıştı, ayakta alkışlamıştım. ben serenler zeybeği çalmıştım şelpe ile ve yalın bağlamaydı mikrofonsuz. parmaklarımı klavyeyi deler gibi vurmam gerekiyordu ses o koca salonda net duyulsun diye). evde plaketi dursa da hala, o yarışmayı bir arkadaşım ve müzik öğretmenim izlemişti sadece. annemle babam izlemeye gelmemişlerdi, şimdi düşününce önemsiz gelse de o an izlemesini isterdim babamın sanırım. o yarışmayı kazanınca babam yeni bi bağlama aldı bana. ekmek teknem oldu liseyi bitirince bir süre.

    arif sağ, erol parlak, erdal erzincan... onların çaldığı gibi çalmaya çalışıyordum hep. günde en az 3 4 saat elimde bağlama oluyordu. hepsi hocamdır benim için. birebir olmasa da onları izleyip dinleyip öğrendim çalmayı. şimdi çalamıyorum artık. aklıma eserse alıyorum, bir iki türkü çalıyorum, sonra köşesine bırakıyorum. şu an o üçlünün flarmoni orkestrasıyla beraber çaldıkları şeker oğlan verisyonunu dinliyorum gene. o caz yapan batı enstrümanlarının arasında dans eden bağlamayı duyuyorum. arif sağ'ın bağlamayla caz yapmasını ilk dinlediğimdeki şaşkınlık ve hayranlıkla dinliyorum ve artık kan çiçeklerinde çetin akdeniz'in hızının 3'te birine yetişemiyorum.

    siz siz olun bırakmayın, başlamak istiyorsanız yaşınız kaç olursa olsun başlayın. "kaç ayda çalabilirim?" gibi gereksiz sorular geçmesin aklınızdan. bir yerden sonra zaten "çalıyorum da kendimce işte" demenin mütevazilikten değil, bu işin sonunun olmadığının bilindiğinden söylendiğini anlayacaksınız.
  • anadolu'nun kutsal çalgısıdır.
    gözü yaşlıdır.
    teni ıslaktır.
    kanı delidir.
    her dem heyecanlıdır.
    kimi zaman hep keyfi yerindedir.
    hitit kokar, "ben hititliyim" der.
    türk kokar, "ben türküm" der.
    bana dünya kokar, evren kokar.
    ve sevda, ve aşk.
    bağlama kutsaldır.
    anadolu'nun tanrısıdır.
    bu toprağın kokusunu alabileni,
    kendine bağlayandır.
  • gitar ve orgla birlikte, sanırım türkiye'de en çok kursu verilen müzik aleti. 80'lerde çocuk olanlar bu üç aletin kursuna yazılırdı zorla. "çocukları müzik kursuna göndermek lazım, kendilerini geliştirsinler, ilgi alanları genişlesin" diye düşünen, veya bir düşünenden bunu duyan ebeveynler, eğer müzikle ilgileri radyo dinlemekten öteye gitmiyorsa (ki çoğu zaman böyledir), giderler çocuğu bağlama kursuna yazdırırlar. çocuk zaten ilkokulda, ya da yeni bitirmiş. sırtında bağlamayla sokakta dolaşıp kursa gitmek çok hoşuna gider. tren gelir hoş gelir'i çaldıktan sonra artık kendine güveni iyice yerleşmiştir, ne olsa çalarım diye heyecanla yeni parçaları taklit etmeye çalışır. kurs hocası uyarılar yapar, dur daha öğrenmedin, bu işler sabır ister filan. yok ama, dinlemez, gider birkaç tane parçayı sinirden delirene kadar çıkarmaya çalışır. hep yanlış olur, bir nota hatalı olur, tam beceremez. sonra da çalamayacağına kanaat getirip bırakır. kursu aksatır ve bi daha elini sürmez. alet de bir köşede tozlanır.

    bir de zaten gitar kursuna giden arkadaşları nazarında biraz geri planda kalmıştır. yeni parçalar çalamaz, erkekse kızlar ilgi göstermez pek. amerikan tıraşı olup gitar çalan erkeklerin etrafında, "bu kalp seni unutur mu" diye seslerini alabildiğine incelterek şarkı söyleyen kızlar grubu vardır. doğum günü partilerine de bağlamasını getirmez bu arkadaş. kızların bağlama çalması ise iyice tuhaftır, çünkü muhtemelen şehirdeki üç beş örneğinden biridir, herkes dönüp dönüp bakar, yolda bağlamayla yürüyemez yazık.

    org çalanlara nazaran bağlama çalan avantajlıdır. org pikniğe götürülmez, ya da devasa pillerden almak gerekir. onun dışında org'da ikiden fazla senkronizasyon gerekir. hem bir tempo çalacak, ona uyacaksınız, hem de bir el akor basarken diğeri melodiyi girecek. becermesi zor olduğundan genelde sadece melodi çalınır, o da kimsenin ilgisini çekmez, insan kendi de sıkılır. bir de org çalmanın piyanoya giriş niteliğinde olduğuna dair yaygın bir inanış vardır. piyano almak ise çoğu zaman hayaldir. evde koyacak yer yoktur, çok pahalıdır, akort yapılamaz, özel hocayla evde çalışılır, dersi de daha pahalıdır.
    (bkz: aniden biten entryler)
  • öyle bir dildir ki, herkesin bildiği ama kimsenin anlatamadığı şeyleri anlatır.
    parmakların her perde değiştirmesinde, gönüller yeni bir perdeyi aralar; usulca yeni bir hikayeye akar yürekler. en güzel sevda türkülerini alt tel, en hüzünbaz dertleri orta tel, gurbetle sılanın en yanık havasını üst tel anlatır; bazende üçü birleşip hayatı anlatırlar...
  • bağlama dediğin üç tel bir tahta
    boyun eğmemiş
    ne taca ne tahta.
  • "yaşıyordum bir ormanda
    kesildim zalim baltayla
    sessizdim hayattayken
    ne hoş tınlıyorum ölüyken"

    16. yy lut' u üzerine işlenmiş dörtlük.
  • bir enstrümandan öte, içinde bir halkın ağıtları, gözyaşları, evlatları, savaşları, ölümleri ve düğünlerini taşıyan; bakıldığında çok basitmiş gibi görünen fakat çok derin bir altyapısı olan, anadolu coğrafyasının ekmeği, tuzu, biberi... bütün telli enstrümanların babası olan kopuzun, torunlarından... böyle usul usul çalarken, ya da dinlerken duygulanmamak elde değildir. her bünye algılayamaz tabii ama candır bağlama...
  • usta bir müzisyenin eline geçtiği vakit gitarla mükemmel uyuma ulaşabilen enstrüman. bunu en iyi yapan kişi de ciwan haco*. ondan etkilenip bugün arkadaşımın bağlamasını aldım. klasik gitarla ritim atarken bağlamayla saf, temiz, anadolu kokan sololar atmak istiyorum*. tabi birkaç gün kurcalamam gerekiyor öncelikle.

    yeri gelmişken şunu da belirteyim. hindistan'a gidip sitar'ı keşfeden george harrison, yol üstünde anadolu'da ayran molası verip bağlamayla tanışsaydı keşke. ne tür bir şey çıkardı çok merak ediyorum. here comes the sun'ın girişinde küçük bir bağlama solosu olsa fena mı olurdu?

    neyse efendim. çok güzel enstrüman.
hesabın var mı? giriş yap