• oğlum ne ara bu kadar cahil oldunuz lan

    bir dönem herkesin hafızasında kazanmış toplumun ortak bir anısı olmuş popüler temalar üzerine böyle konsept partileri ,filmleri, buluşmaları yapılır .
    kısa bir süre diğer insanla benzer kıyafetleri giyip ortak bir aktivite yaparak bu beraberlikten keyif alırlar .
    barbie babaannemin de küçük yeğenimin de bildiği , ikisinin de duyduğunda gülümsediği ve hakkında konuşabildiği bir “şey”dir.
    bunun hakkında bir film yapılması, bu filmin renk konseptinden dolayı filme giderken bu rengin giyilmesi bana o kadar doğal geliyor ki . bundan dolayı dehşete düşen insanları görünce asıl ben dehşete düşüyorum.

    matrix'e giderken siyah giyinmek neden dejenereleşmek olsun?
  • almanların ünlü yönetmeni wim wenders bir röportajında, “amerikalılar bizim bilinçaltımızı sömürgeleştirdi.” diye yakınırken abd’nin en büyük ihraç kaleminin kültür endüstrisi olduğu bilinciyle konuşuyordu. zira abd için hollywood, dünyanın geri kalan halklarıyla halkla ilişkiler bürosu olarak ilişki kuran bir endüstridir. hem ticaretini yapar parasını kazanır hem de kültür transferi gerçekleştirir.
    hollywood amerikan değerlerini ve yaşam tarzını dünyaya kitleleri eğlendirerek servis eden bir seri üretim mekanizmasıdır. beyaz saray'ın kültür elçileri olan filmler vasıtasıyla tüm dünyadaki kitle kültürünü de bu endüstri kurgular.
    o yüzden herhangi bir hollywood filmine bilhassa popüler bir gişe filmi ise "herhangi bir film" muamelesi yapmamanız gerekir.

    o halde barbie filmi bize ne anlatmak istiyor?

    filmi en başta, mattel firmasının devasa bir reklam kampanyası olarak görmek gerekiyor. bir buçuk milyar dolar gişe yapan inanılmaz kârlı bir reklam projesi.

    yanı sıra her ne kadar feministler, “sorunlu bir ideal kadın imajı” çizdiği için barbie oyuncağını pek hoş görmeseler de dozunda bir feminizm propagandası ve ataerkillik eleştirisi izliyoruz?

    film aynı zamanda, "filmler yoluyla egemen kültürü tahkim edebildiğiniz gibi yerin yedi kat dibine de gömebilirsiniz." derken kastettiğim içeriği de bünyesinde taşıyor.

    popüler filmler ille de egemen ideolojileri meşrulaştırmazlar. bazen egemen ideolojiyi ve yaşam tarzını meşrulaştırırken farkında olarak veya olmadan sistem eleştirisi de yapabilirler.

    peki barbie filminde böyle bir sistem eleştirisi var mı ve bu film ne gibi düşünceleri kışkırtıyor ve yazma isteği uyandırıyor bir bakalım.

    barbie filmi, stanley kubrick'in kült filmi 2001*'in giriş sahnesine gönderme yaparak açılıyor. eleştirmenlerin kimisinin saygısızlık kimisinin ise dahiyane bir saygı duruşu şeklinde nitelediği bu sahnenin, filmin üzerinde durulması gereken mesajına uygun olduğunu ve filmi güçlendiren bir etki yaptığını söylemeliyim.
    2001: a space odyssey'in açılış sekansı, projeksiyonu evrimci bir perspektiften baktığı insanoğlunun dört milyon yıl önceki haline çevirir. bir grup primat kurak bir bölgede, cılız bir su birikintisinin çevresinde vahşi hayvanlara ve kıtlığa karşı hayatta kalma mücadelesi vermektedir. bir şafak vakti uyandıklarında yanıbaşlarında, şaşkınlık ve korkuyla karşılayacakları gizemli bir dikilitaşın peydahlandığını görürler.
    o andan itibaren akıllanmaya başlayan primatlar, sert ve kalın bir kemik parçasıyla diğer tüm kemiklerin paramparça edilebildiğini keşfederler. böylece kendilerini korumak için kemik kalıntılarını silah olarak kullanmayı öğrenirler ve su birikintisini ele geçirmek isteyen diğer topluluğu kemiklerle öldüresiye döverek devre dışı bırakırlar.
    bilinçlenen, güç sahibi olan ve kan dökerek özgüven kazanan kabile reisi, insanoğlunun kullandığı ilk alet olan kemik parçasını gökyüzüne doğru fırlatır ve havadaki kemik parçası uzay aracına dönüşerek dört milyon yıl sonrasına geçiş yapılır.

    barbie filmi bu açılış sekansını helen mirren'in anlatımıyla birlikte kullanır. 4-5 küçük kız çocuğu, aynı 2001: a space odyssey'in dört milyon yıl önceki evreninde, çorak bir arazide ilkel oyuncak bebekleriyle evcilik-annecilik oynamaktadır. bir sabah uyandıklarında devasa büyüklükte bir barbie'nin güneşi gölgelediğini görürler.
    çizgili mayosu, uzun bacakları, incecik beli, bakımlı fiziğiyle kendilerine gülerek göz kırpan yetişkin barbie, kız çocuklarının oyuncak bebeklere olan bakış açısını tamamen değiştirecektir. artık mama ile besledikleri, ayaklarında sallayarak uyuttukları bebeklerin yerini çeşitli mesleklere bürünebilen, istediği her şey olabilen, çekici ve güzel bir manken almıştır. çocukların zihnindeki toplumsal cinsiyet yaklaşımı da ideal güzellik normu ve beden imajı da kalıcı biçimde değişmiştir.

    bu değişimin neticesinde çocuklardan biri eski oyuncak bebeklerini öfkeyle kıracak, onu takip eden diğerleri de ev hanımı ve anne rollerini simgeleyen tüm oyuncaklarını parçalayacaktır. ve biri elindeki oyuncak bebeği barbie'nin hınzırca gülüşü eşliğinde havaya fırlatacak, havadaki bebek ikonik barbie logosuna dönüşecek ve barbieland evrenine geçiş yapılacaktır.

    evcilik oynayan çocukların dünyasına uzaydan gelmiş bir monolit gibi dâhil olan barbie'nin basmakalıp barbie rolünde tüm ilgilerin odağı olduğu barbieland, kadınların hâkim, erkeklerin ise etkisiz eleman olduğu pespembe bir yeryüzü cenneti şeklinde kurgulanmıştır.

    herkesin birbirini mütemadiyen aptalca selamladığı ütopik dünyada tüm insanlar her an mutlu, gülümseme halinde ve birbiriyle uyum içindedir. her şey eğlencelidir ve hayat büyük bir partiden ibarettir.

    mükemmel görünüme sahip kadınların her birinin farklı meslek dallarında çalıştığı ve herkesin ken ya da barbie olduğu bu plastik evrende kenler barbielerin sevgi nesnesi şeklinde konumlanmıştır. ken'in günü, barbie kendisine gülümserse veya barbie'nin ilgisini çekebilirse güzel olmaktadır.

    kadınların yönettiği bu tüketim ve lüks toplumunda harika bir günü diğer bir harika gün takip etmekte ve bu diyarda kimse asla yaşlanmamakta, sonsuza kadar genç ve güzel kalmaktadır. hayatın amacının mükemmellik olduğuna inanan barbieler her gün hayatlarının en güzel gününü yaşamakta; ölümü, kaygıyı akıllarına bile getirmemektedir. ta ki klişe barbie ölüm düşüncesine ve yaşlanma kaygılarına kapılıp vücudunda bozulmalar yaşayana dek.

    daha önce benzer bir sorun yaşayan tuhaf barbie'ye göre, bu kaygıları asıl yaşayan kişi gerçek dünyada barbie ile oynayan çocuktur ve barbie gerçek insanların yaşadığı dünyaya gidip varoluşsal sorunlar yaşayan o çocuğu bulmalı ve onun olumsuz duygu durumunu düzelterek sorunu çözmelidir.

    psikolojik ve fiziksel sorunlar yaşayarak mükemmelliğini yitirmeye başlayan barbie, ken ile birlikte gerçek dünyaya gider. fakat muhayyilesindeki dünya ile karşılaştığı dünya arasında şok edici farklar vardır.
    barbieland'da kurdukları hayal dünyasının gerçek dünyayı iyi bir yere dönüştürdüğünü, oradaki çocukları mutlu ettiğini düşünürken farklı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalır. mesela barbie aradığı çocuğu bulduğunda, çocuğun barbie’yi karşısında görünce çok mutlu olacağını düşünmektedir. ancak barbie, ergen kız tarafından nefret dolu bir tonlamayla yapılan "faşist" ithamıyla karşılaşır ve ikinci şokunu yaşar.
    öfkeli kızın barbie'yi tanımlamak için bir çırpıda kurduğu şu cümleler bu yazının da yazılma nedenini oluşturuyor:
    "icat edildiğinden beri kadınlarda öz güven sorunu yaratıyorsun. kültürümüzdeki yanlış şeyleri temsil ediyorsun. cinselleştirilmiş kapitalizm, gerçekçi olmayan fiziksel özellikler... feminist hareketi 50 yıl geriye götürdün. kızların tabiatındaki öz değer duygusunu yok ettin ve tüketim çılgınlığını yücelterek gezegeni öldürüyorsun."

    sözün burasında filmin hikâyesini burada bitirip bu güçlü cümleleri biraz açmaya çalışıp sindirelim.

    "dünya devletinin istikrarı, biyolojik mühendislik ve insanı her yönden koşullandırmanın terkibiyle başlar."
    david bradshaw, cesur yeni dünya'nın sonsöz'ünde huxley'in dünya devleti'ni tanımlamaya bu cümleyle başlıyor. ne kadar bugünü de ifade eden bir cümle.

    bu yaklaşımı biyopolitika: iktidar ve direniş başlıklı önemli çalışmanın sahibi utku özmakas'ın şu cümlesi bütünler:
    "kapitalist toplumda her şeyden çok daha önemli olan biyopolitikaydı, biyolojik olandı, bedensel ve maddi olandı."

    bir de zygmunt bauman'a kulak verelim: "bize insan vücudunun çoğu durumda mükemmelden hayli uzak olduğu ve bu yüzden daha iyi bir hale gelmesi için düzeltilmesi ve üzerinde oynanması ya da istenilen standartlara getirilmesi gerektiği söylense hiç şaşırmayız."

    elbette şaşırmayız.
    çünkü modern insanlar olarak bedenimizin arzularına yönelik tüketmeye, bedenimiz üzerinden hayata bakış açısı ve bir yaşam tarzı geliştirmeye kodlandık.

    vücudumuzdan utanç duyuyor, kabul görmüş bir güzelliğe sahip olmak için nesne muamelesi yaptığımız bedenimize yatırım yapıyoruz.

    kişiliksiz de olsa bir robot gibi kusursuz görünmek istiyoruz.

    insanı sadece biyolojik bir varlık olarak algılamaya başladık, sadece bir bedene hatta "iki ayaklı hayvan" mesabesine indirgedik.

    kutsadığımız ve görünür kılmak istediğimiz bedenlerimizi ticarileştirdik, ekonomik bir meta haline getirdik ve küresel sermayenin eline teslim ettik.

    kimliğimiz ve kişiliğimizle değil bedenlerimizle varolma isteğimiz bizi kapitalist sömürünün nesnesi haline getirdi.

    tüketim piyasasının ürettiği, arzularımızı gıdıklayan reklamlar vasıtasıyla sürekli biçimde uyarılıyoruz.

    maruz kaldığımız moda, reklam, propaganda nedeniyle beyinlerimiz uyuşturuldu, düşünme melekelerimiz işlevsizleştirildi. ne de olsa içine doğduğumuz toplumun kültür kodlarına, dil ve imgelerine göre düşünüyor, kanaat geliştiriyoruz.

    tasarlanmış ve idealize edilmiş fiziksel özelliklere sahip medyatik modeller ideal beden imajını besliyor, güzellik algımızı belirliyor.

    her birimiz barbie ve ken bedenlere sahip olmayı arzuluyoruz. arzumuza ulaşamazsak hasta oluyoruz. önümüze konulan ulaşılması güç beden ölçüleri fiziksel ve ruhsal sağlığımızı bozuyor. depresyona giriyor, yeme bozuklukları yaşıyoruz.

    "kendini bil" safhasından "bedenini bil" derekesine düştük.

    birbirine benzeyen, standartlaşmış bir organizmaya dönüştük.

    kabul görmüş ölçülere ve güzellik formuna estetik müdahaleler sonucu sahip olanlarla sadece filtrelenmiş halleriyle tv'de veya sosyal medyada değil hayatın her yerinde karşılaşıyoruz. çünkü standart kalıp herkesi aynı görüntüde birleştirdi.

    bedenimizi kamusal alanda teşhir etmek istiyor, bedensel özelliklerimizle fark edilmek, arzulanmak istiyoruz. bu isteklerimizi gerçekleştirmemiz için kozmetik sektörü, diyet piyasası, tekstil endüstrisi, spor salonları ve dünyanın en karlı sanayisi haline gelen estetik cerrahi imdadımıza yetişiyor. önce kendimizi yetersiz hissetmeye teşvik eden bu sektörler çareyi ve çözümü de anında reçete olarak önümüze koyuyorlar. yeter ki isteyelim, beden endüstrisi her tasamıza göre bir çözüm üretiyor.

    ayaklı birer ürüne dönüştürülmüş bireyler olarak başkalarının hakkımızda ne düşünmesini istediğimize göre bedenimize yatırım yapıyoruz.

    yaz aylarına hazır, şekillendirilmiş vücutlara sahip olmak için gym center'lar, saç dökülmesine son veren ilaçlar veya saç ektirme işlemleri, verilemeyen fazla kilolar için mideye kelepçe taktırma veya yağ aldırma operasyonları, yüzümüz için kliniklerde yüz gerdirme, yanak implantı, burun ve kulak düzeltme, göz torbalarını aldırma, çene implantı gibi seçenekler, yüzü aradan çıkarınca göğüs büyütme veya küçültme, karın sıkıştırma, kalça-baldır implantı, kol derisi gerdirme vb gibi daha pek çok imkân bizi bekliyor.

    ama her şeye rağmen genç kalamayacağız. matt haig'in dediği gibi, "insanlar yine de yaşlanacak. yalnızca bizi kırışıklarımızdan, çizgilerimizden ve yaşlanmaktan utandırmayı hedefleyen milyonlarca dolarlık reklam kampanyaları sayesinde yaşlanmaktan biraz daha korkacak."

    modern tüketim toplumunun o korkuyla da başa çıkabilecek çözümleri hemen yedekte duruyor. devreye hızla uzmanlar, danışmanlar, gurular giriyor. ne yiyeceğimizden ne giyeceğimize, nasıl davranacağımızdan ilişkilerimizi ne biçimde yürüteceğimize kadar belirleyecek, bağımlısı olduğumuz reçeteler yazılıp önümüze konuyor.

    kişisel beslenme ve bakım uzmanı, yaşam koçu, nlp etkinlikleri, ilişki terapileri vb desteklerle yürüttüğümüz hayatta, danışmansız-uzmansız güvende hissedemiyoruz.
    kimliğimizi, satın alıp tükettiğimiz nesnelerle yapbozun parçaları gibi tamamladık veya değiştirdik. kimliklerin teşhir masasında sergilendiği tüketim kültüründe, kullanılıp atılabilen kimliklerimizle metalaştık. var olduğumuzu görüldüğümüz oranda duyumsadık.

    yaşamın anlamını hız, haz, keyif, eğlence sarmalında tüketiyoruz. sadık birer tüketici olarak tüketirken kaçınılmaz olarak biz de tüketim nesnesine dönüştük.

    yeni postmodern insanı iki özellik öne çıkıyor: tatminsiz tüketim ve estetik operasyonlardan geçirilmiş beden. tamamlanmamışlık-olmamışlık-eksiklik hissinin boğmasıyla oluşan derin kaygı hali ise ekstrası bu insanın.

    baudrillard, bedenin ahlaki ve ideolojik işlevde ruhun yerini aldığını söyler. şüphesiz bu da doğru tespit.
    zira modern öncesi dönemde bedene göre ruh daha önemliydi. insan daha çok ruhuyla öne çıkmış beden kerih görülmüştü.
    ilk ve orta çağda insanın özünü teşkil eden ruhtu ve ölümlü beden değersizdi. bir et parçası olan beden değil ruh eğitilir, terbiye edilirdi.
    modern dönemle birlikte bilhassa sanayileşmeyle beden öne çıkmaya, emek gücü olarak makinenin bir parçası gibi işlev görmeye başladı. beden uzun yıllar sermayenin fabrikalarında fiziksel güç olarak sömürüldü.
    günümüz postmodern tüketim toplumunda ise artık bir nesne gibi yatırım yapılan, estetize edilen, makyajlanan ve üzerinden kimlikler, arzular üretilen limitsiz bir sermaye olarak görülmeye başlandı.

    “barbie’nin annesi” olarak bilinen ve filmde de yer verilen ruth handler de, 1959 yılında barbie’yi tasarlarken kadını ve bedenini özgürleştirme idealiyle hareket etmişti. yeni kadın profili çocuk yetiştiren, saçını kocası ve çocukları için süpürge eden biri olmamalıydı. evlenmek zorunda da değildi. babasına, kocasına ihtiyacı yoktu. kendi ayakları üzerinde durabilir, istediği her şey olabilirdi.

    oldu da. modernliğin katı ve disipliner gözetim toplumunda özgürlükten yoksun kalan insan (sadece kadın değil) ve bedeni postmodern dönemde özgürlüğünü ilan etti. lakin bu özgürlük, bedenin moda, estetik, çıplaklık, güzellik kaygıları arasında nesneleşmesi ve bir başka sömürünün aracı haline getirilmesiyle yok olup gitti.
  • barbie... 64 yılı deviren yaşıyla, kız çocuklarının gönlünde taht kuran ikonik oyuncak. şüphesiz ki şimdiye kadar yapılmış hiçbir oyun bebeği, barbie'nin elde ettiği başarıyı yakalayıp, onun kadar ilgi görmemiştir. barbie'nin uzun metraj ve gerçek oyuncularla filminin yapılacak olması, elbette bir çok kuşaktan farklı insanı heyecanlandırdı. 2023'ün en çok merak edilen filmlerinden olan barbie nihayet vizyona girdi ve sinema salonlarını şenlendirdi.

    (film hakkındaki incelemeyi okurken, barbie'ye yapılan en güzel şarkıyı da, fon müziği olarak dinlemenizi tavsiye ederim.)
    aqua - barbie girl

    yazının hemen başında belirtmek isterim ki barbie, kesinlikle ciddiye almanız gereken ve aslında çocuk filmi olarak değerlendiremeyeceğimiz bir yapım. karşımızda duran filmin belli başlı dertleri var ve bunları anlatmakta oldukça büyük bir başarı kaydetmiş. önceki senelerde iki filmiyle oscar adaylıkları bulunan yönetmen greta gerwig'in, yine oscar adaylığı bulunan yönetmen eşi noah baumbach ile barbie'ye yazdığı hikaye, filmde yaratılan barbie konseptinin, eli yüzü düzgün bir drama ile doldurulmasını sağlamış. dolayısı ile barbie'nin aslında kendi küçük dünyasından çıkıp, toplumsal gerçekliğimizdeki rahatsız edici noktalara temas eden eleştirel yaklaşımının, izleyicide beğeniyle karşılanması da kaçınılmazdı.

    yönetmen gerwig'in filmdeki en büyük başarısından söz etmek gerekirse, bu başarı filmi çok hassas bir dengede tutmayı başarmış olmasıdır. burda söz ettiğim dengeden kasıt, aslen bir kız çocuğu oyuncağı olan barbie'nin, hem sadece çocuklara hitap edebilecek bir filmle, sıradan bir şekerleme yapıma dönüştürülmemesi, hem de aşırı derecede politize olmuş söylemle, barbie'nin o saf ve polyanna halinden çıkıp, bizlere okulun asabi müdiresi gibi tanıtılmamış olmasını kast ediyorum. gerwig burada iki marjinal noktayı optimum dengede birleştirerek, bence filmin kayda değer bir yapım olmasındaki en önemli parametrede, büyük başarı sağlamış.

    şimdi de spoiler ibaresi altında filmin konusuna değinelim;

    --- spoiler ---
    barbieland isimli fantastik bir diyarda yaşayan barbie, etrafında sadece barbie kızları ve ken isimli erkeklerin olduğu, siyahi kadın bir barbie başkana sahip, hiçbir olumsuzluğun yaşanmadığı ütopik bir diyarın prensesidir.
    barbie'nin yaşadığı yerin tasviri, aslında cennettir. şöyle ki; barbieland'de kavga edilmez, ölüm kelimesi ağza alınmaz, herkes güleryüzlü ve daima pozitif olmak zorundadır. sabah kahvaltıda süt içme ve duş ritüeli, öğleyin plaj aktiviteleri, akşam da kulüpte dans edilir.
    barbieland'de yaşayan hiçbir varlığın cinsel hayatı da yoktur. bu bize şunu hatırlatır; melekler de sevişmezler. melekler istese de günah işleyemezler. onların yapabilecekleri şeyler tanrı tarafından sınırlandırılmıştır. yani burada görülen, aslında apaçık bir cennet tasviridir. (barbieland'ı tecrübe ederken, aklıma hemen o müthiş film pleasantville (1998) geldi. bu filme de mutlaka bir şans verin derim.)

    filmde cennetten bir meleğin, yeryüzüne düşüşü, barbie'nin düz tabanlıkla ve selülitleriyle lanetlenmesi vesilesiyle olur. özellikle her kadının korkulu rüyası selülitlerin barbie'nin kabusu olması da hoş bir mizahtır. çok geçmeden lanetlenmesinin sebebinin, gerçek dünyada onunla oynayan bir anne-kız olduğunu anlarız. hispanik/latin bir anne kız, barbie'yi istemeden gerçek dünyanın içine davet etmiştir. barbie, şehrin tepesinde konumlanan tuhaf barbie'yi ziyaret eder ve gerçek dünyada sorununa çözüm bulabileceği bilgisini alır. tuhaf barbie'nin barbie'yi dünyaya göndermeden önce, topuklu ayakkabı ile terlik arasındaki seçimden, o'nu terliğe zorlaması, tabii ki the matrix'in mavi/kırmızı hapına yapılan harika bir göndermedir.

    barbie'nin gerçek dünyaya yolculuğu, hemen aklımıza "oz büyücüsü" nü getirir. nasıl ki o filmde, gerçeklikten, hayal diyarına yolculuk yapılıyorsa, barbie'de bunun tersi istikamette bir yolculuk söz konusudur. habersiz biçimde yolda yanına katılan ken ile barbie, los angeles'ın venice beach'inde bir anda kendilerini bulurlar.

    dünyaya düşen ikilinin bocalaması pek tabii ki zorunludur. çünkü gerçek dünya, barbieland'den tamamen ayrı bir sosyal formdadır. erkek egemen toplum, barbie'ye laf atar, o'nu elle taciz eder, durmadan rahatsızlık çıkarır. bir süre karakolluk olmaktan yılan ikiliyi, polisler sürekli iyi niyetlerinden emin oldukları için salıvermektedirler. bu sırada inanılmaz bir şey olur. ken dünyadaki ataerkil düzenin kendini büyülediğini keşfeder. ken, toksik maskülenitenin zehrini vücuduna ilk girişinde yaşadığı hazla almıştır. rocky imajı, body building, devasa suv araçlar, borsa-finans manyakları, kovboylar, atıyla varlığını yücelten tipler, vs. ken'in yaşadığı bu dönüşüm, tam olarak filmin kırılma noktasıdır. çünkü bu arada yaşlı bir kadınla diyaloğa giren barbie, ilk defa ağlamayı ve gözyaşını tecrübe etmiştir. barbie bu yaşadığı yeni hissin, aslında çok özel bir şey olduğunu anlamıştır. gerçek dünya barbie ve ken'i iki farklı kutuba fırlatmıştır.

    sorununu çözmek için oyuncakların üretici firması mattel'in genel merkez binasına giriş yapan barbie'nin, yönetim kurulu binasındaki bir düzine erkek yönetici ile yaptığı sohbet, feminist bakış açısının doğruluk testi gibidir. aşırı derecede mansplaining'e maruz kalan barbie, bu ortamdan kaçarak, adeta neo'nun the matrix reloaded'de yaptığı gibi, kurucuya (mimar) danışır. bir sürü kapının olduğu holden, kurucu mimar ruth handler'in odası, adeta bir tanrısal mekan olarak tasvir edilmiştir. çünkü ruth handler zaten barbie'yi yaratan tanrıdır. ruth, kızı barbara'nın yetişkin olan kadın bebeklere daha fazla ilgi duymasından ilham alıp, güzeller güzeli barbie'yi tasarlamıştır. ruth, barbie'ye kurtuluş yolunu söyler. aynı kahinin ve mimarın, matrix'in neo'suna sarf ettiği sözler gibi.

    mattel'in merkezinde, erkekler tarafından tekrar oyuncak kutusuna hapsedilip, paket servis yapılmak istenen barbie'nin tehlikeden koşarak uzaklaşıp, barbieland'ine geri dönmesi, zorlu bir kovalamacadır. ancak bu defa barbieland'in yerinde yeller esmekte, diyar artık ataerkilliği keşfeden ken'in kengdom'una (krallık/kingdom) dönmektedir. barbieland'in yönetimini ele geçirip, ülkenin tüm kızlarına berbat serenatlar yapan ken tayfasının apaçık resmedilen moronluğu, kızların güçlerini birleştirip, merkezi yönetimi geri almasıyla sonuçlanacaktır.

    ryan gosling'in oyunculuk şovu yaptığı ve eril söylemin tavana vurduğu şarkılı koreografili sahneler, izleyende öyle bir etki bırakıyor ki, bir süre sonra "yeter artık, bitsin bu saçmalık." diyecek hale geliyorsunuz. elbette yönetmen gerwig bu sahneleri kasıtlı olarak uzun tutmuş. yönetmen, filmi her seyredenin aşırı eril söylemlerle bunalmasını ve bu baskıları hayatında sürekli olarak bir kısır döngü şeklinde yaşayan kadınlarla empati yapmasını arzu ediyor. gerwig burada ziyadesiyle başarı sağlamış.

    kişilik sahibi olmak isteyen her oyuncak gibi barbie de, kadın arkadaşlarla girdiği mücadelesinde başarı sağlayıp, kendini gerçekleştirmeyi başarıyordu. filmin son 15 dakikasının çok duygusal olduğunu ve hassas kadın seyirciler için ağlamaklı geçeceğini söylemeliyim. pinokyo masalındaki gibi insan olabilmek için ve kendi karakteriyle yaşamaya devam etmek için, tanrı ruth ile tekrar araf tipi bir boyutta buluşan barbie'nin, isteklerine cevap bulması harika bir sekanstı. canlı kanlı insana dönüşen barbie'nin (kendisine barbara hanım da diyebiliriz) ilk işinin "jinekolog randevusu" olmasına şaşırmamak lazım. çünkü o'na artık gerçek kadınlık da bahşedilmişti. hüzünlendiğinde ağlayabilecek, dostlarıyla dertleşebilecek, farklı karakterlerle empati kurabilecek, aşık olduğu adamla sevişebilecek, daha önce hiç tanımadığı yeni organı "rahminden" çocuk sahibi olabilecek, çocuklarıyla gülüp, eğlenebilecek ve o yüce annelik duygusunu da yaşayabilecekti. filmin kapanış kredilerinde çalan şarkı, barbie adına tüm seyircilerin içine mutluluk dolmasıyla, mükemmel bir sona dönüşmüş.

    spoiler'lı kısımın sonunda, filmde yer alan bağlantılara da değinelim. filmin açılış sahnesi; 1968 tarihli kubrick başyapıtı "2001 : a space odyssey" in açılışının konsantre edilmiş hali. oyuncak barbie'nin nasıl bir devrim yarattığını ve kız çocuklarının geleceğini şekillendirdiğini, kahkahalar eşliğinde izliyorsunuz. filmdeki bu insan olmak isteyen oyuncak mevzusu elbette pinokyo'nun bir tasviridir. aynı şekilde 1982 tarihli ridley scott başyapıtı "blade runner"'da yer alan kadın replikant pris'in, barbie'nin karanlık gelecekteki hali olduğunu anlamak zor değil. 2001 tarihli spielberg yapımı yapay zeka "a.i." filmindeki robot çocuk ve o'nun anne arayışını da hatırladık. the matrix serisinin ilk iki filmine yapılan göndermelerden yukarıda bahsetmiştim. ayrıca filmde ataerkillik, "the godfather" filmini çevresindeki kadınlara zorla izletmeye çalışan bir adamın cümleleriyle de işlenmiş. o sahne de sizi epey eğlendirecek.

    yeri gelmişken, ünlü şarkıcı dua lipa'nın "mermaid barbie" (deniz kızı) rolünde iki minik sahnesi bulunuyor. dua lipa ayrıca filmde yer alan şarkılardan birinin de sahibi. bu şarkının da klibini izlemenizi tavsiye ederim. oscarlarda yolu açık olsun <3
    dua lipa - dance the night

    --- spoiler ---

    yönetmen gerwig'in barbie dokunuşu, filmi oldukça kaliteli bir seyirlik yapmış. gerwig yağmurlu havada rakip tanımayan formula 1 pilotu michael schumacher gibi, filminde limitleri zorlamış. barbie konseptini merkezine alan bir film, ancak bu kadar iyi çekilebilirdi. dolayısı ile ben yönetmenin harika bir iş çıkardığını düşünüyorum.

    yazının sonuna ilave bir detay;
    "peki barbie, 96. oscar ödül töreninde ne yapar?"
    açık görünen bir gerçek ki, barbie ödül töreninde kostüm ve makyaj & saç tasarımı oscarlarının ağır favorisi olur ve bu iki heykeli evine götürür. robbie ve gosling'in oyunculuk dalında adaylıkları biraz tartışmalı. şayet aday olmayı başarabilseler bile, ödülü almaları pek mümkün görünmüyor. filmin şarkı ve prodüksiyon tasarımı kategorilerinde de şansı bulunuyor. ayrıca film kategorisinde 10 aday bulunacağı için, en iyi film adaylığı da alabilir. ancak yönetmenlik kategorisinde, bu filmle gerwig'in yarışması biraz zor gibi. film zor gözükse de, senaryoya aday olursa, en çok ben sevineceğim. çünkü bunu hak ediyor.
    ben filmin minimum 4, maksimum 6-7 adaylık alacağını ve tören öncesi kırmızı değil, "pembe" halıda, oyuncular ve yapım ekibinin şov yapacağını düşünüyorum. <3

    güzeller güzeli margot robbie'li barbie, öncelikle kadın seyirciler olmak üzere, kaliteli ve özgün bir film izlemek isteyen tüm sinemaseverler için, kesinlikle izlemeye değer bir seyirlik. filmin bariz bir şekilde beklentilerimi aşan bir yapım olduğunu, gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.

    not : yönetmen gerwig, barbie filminin promosyonu için çıktığı letterboxd'ın youtube kanalında, filmini merakla bekleyen platform kullanıcıları için "barbie watchlist" hazırlamış. kendisinin de çok sevdiği ve barbie için ilham aldığı filmlerin yer aldığı listedeki seçkilere mutlaka bir göz atın derim.
    greta gerwig'in barbie watchlist'i
  • olm her şeyle niye bu kadar mücadele içerisinde türk insanı gerçekten anlamıyorum.

    tamam kardeş izlemedin ve izlemeyeceksin, aşırı zekisin ve algılara, prlara kanmıyorsun aferin. yarın gel plaketini al.

    film festivallerine katılmak için 1000km yol yapan, kısa film festivalleri dahi festival kovalayıp katılan bir sinema sever olarak denk getirirsem izleyeceğim filmdir.

    izlemezsen ödül vermeyecekler, izlersen de twitterda kültürsüz olarak tt olmayacaksın ya sevdiklerinin ömrü yarıya inmeyecek.

    bu kadar abartmayın her şeyi amk ya.
  • çocukluk dönemimde beni depresyonun sınırına getiren kabus oyuncak. 80'ler, gençler hatırlamaz, yeni yeni ithalata izin verildiği,yerli malı haftasının önemi ile büyütülen biz çocukların ve türkiye'nin bir çok yenilikle tanıştığı yıllardı. evlerdeki merdaneli makinelerin yerini yavaş yavaş otomatik makineler almaya başlamış, evlere telefon girmeye, seylan'dan ithal edilen çaylar içilmeye başlanmıştı. her ne kadar suadiye'de de otursak orta direk bir aileydik. isteklerimiz alınır ama asla fazlası olmazdı, aslında olamazdı. evimizin karşısındaki apartman, ki "karşı apartman" kod adıyla sokağımızda tanınırdı, maddi açıdan oldukça hatta normalin üstünde ailelerin yaşadığı bir mekandı. bir kaç arkadaşım vardı orada. arada onların bahçesine gider oyun oynardık. yine bir yaz günü oynarken çok susadık. arkadaşım beni eve davet etti, mutfaktan su almaya gitti. meraklı bir çocuktum. ama saftım sanırım biraz da. o mutfağa giderken ben de açık kapıdan onun odasına baktım. kırmızı bir leğenin içinde en az 10-15 barbie vardı. şaşırmıştım. çünkü annemle gezinirken o minik bebeklerin fiyatını sorma gafletine düşmüş fiyatlarının neredeyse öğretmen olan annemin bir aylık maaşına denk geldiğini öğrenmiştik . o akşam yemekte anneme gördüklerimi anlattım. önce tanımadığım evde ne işim olduğu konusunda ayar aldım, sonra da anlattıklarımda doğruluk payı olamayacağı savından hareketle yalanın zararları konusunda bol bol nasihat aldım.
    o yaz cadde'de enteresan bir moda başlamıştı. kızlar barbie bebekleriyle, oğlanlar da atarileriyle akşam yürüyüşüne çıkıyorlardı. ablamla hep çok özenirdik onlara. ama barbie almak imkansızdı. onun da farkındaydık. ağlamaklı gözlerle gelene geçene bakardık. tam hayatımıza lanet etmişken bir akşam babam iki tane fatoş bebek getiriverdi bize. barbie değildi ama varsın olsundu. hiç yoktan iyiydi. o akşam aldık ablamla elimize fatoş'larımızı annemler arkada biz önde şen şakrak yürüyüşe çıktık. karşı apartmanda ezgi diye bir kız vardı. hiç sevmezdi bizi. biz de onu sevmezdik zaten. o kadar kişinin arasında, nereden gördüyse, gördü bizi. yanımıza gelerek küçümseyen bir tavırla "bebekleriniz de çok güzelmiş. pazardan mı aldınız?" diyiverdi. hayatımda hiç o günkü kadar kızdığımı ve kin duyduğumu hatırlamıyorum. eve gider gitmez o fatoş'u attım bir kenara. annemlere nedenini hiç anlatmadık. üzülsünler istemedik. bugün oldu hala bir barbie'm yok. olmasını da istemiyorum zaten. hatta görmeye bile dayanamıyorum. chucky bile gözümde barbie'den daha sevimli görünüyor. sevmiyorum o günden beri barbie'yi, sevemiyorum.
  • netflix'te izlediğim toys isimli belgeselin bir bölümünde barbie'nin hikayesi anlatılıyor.

    50'li yıllarda kız çocuklarının kıyafet değiştirebildiği oyuncakları, kartonlar. barbie'yi üreten şirketin adı mattel, patronu ruth handler. handler'in kızı barbara (barbie) ve oğlu kenneth (ken)'in oyuncakları, oyun istekleri kendisine ilham oluyor, bazı oyuncakları üretiyor ama kafasında hep "neden kullanışlı bir bebek yok" sorusu var. bir gün yolu isviçre'ye düşüyor ve orada bir bebek görüyor, "işte bu" diyor. fikri veren bebek, isviçre'de erkekler için üretilen, seks objesi bir bebek. birkaç tane alıp ülkesine dönüyor.

    bebekte bazı oynamalar yapması için jack ryan ile anlaşıyor. ryan yale mezunu, aslında daha önemli tasarımlar yapıyor. her satılan bebekten kendisine bir pay vererek bu işte kalmasını sağlıyorlar. ryan seks ve alkol ve madde bağımlısı. örnek bebekte değişiklikler yapılıyor ve her şey hazır.

    barbie'yi üretmek için girişimler başarısız oluyor. sektörde her kademede erkekler var ve bu bebeğin nasıl talep göreceğini kestiremiyorlar, ikincisi, kadın vücuduna sahip bir bebeği garipsiyorlar. handler, girişimleri başarısız olduktan sonra, biriyle tanışıyor (kişinin vasfını unuttum) ve şu sonuca varıyorlar: "bu bebek, kız çocuklarını ideal kadın yaparak, koca bulmalarını kolaylaştıracak." o yüzden barbie'nin çıkış reklamlarında üzerinde gelinlik var. "amerikalı babalar için, kızlarının vücuduna düşkün olmasından daha kötü olan tek şey, kızlarının evlenmemesiydi" deniyor belgeselde. ilk gördüğünde bebeğe anlam veremeyen anne babalar, bu fikirle, koşa koşa barbie satın alıyorlar.

    üretilen ilk barbielerden birinin elinde "nasıl formda kalırım" kitabı var, arkasında "yeme" yazıyor ve 50 kiloda sabit bir baskülü var.

    gerisini (jack'in düşüşü ve intiharı, şirketin yaşadığı iniş çıkışlar ve çalışanlarının ultra çakallığı gibi) yazmayayım, izlersiniz. yukarıda yazdıklarım barbie'nin nasıl bir canavar olduğunu zaten anlatıyor. çocuklarınıza bu hasta şeyleri almayın.
  • margot robbie görelim ve komiklik olsun diye nolan'a da ayrı bir ilgimiz olmadığından 4 erkek az önce oppenheimer yerine izlediğimiz film.

    tek beklenti bol bol margot robbie olunca epey eğlendirdi. kesinlikle kız çocukları eğlensin diye yapılmış bir film değil (eğlenir mi eğlenir o ayrı). filmde asıl tema olan cinsiyet eşitliği, feminizm propagandası yapmadan anlatılabilmiş bence. en az ataerkilliğe gelen eleştiri kadar eleştiri de şu dönemin sözde feminizmine geliyor. denge güzel sağlanmış. şakalar yerindeydi bir çoğu güldürdü. billie eilish'in filme yaptığı soundtrack what was i made for epey hoşuma gitti.

    pembe veya barbie tshirtleriyle gelenlere söylenenleri de kendilerine daha ciddi dertler bulmaya davet ediyorum. bırakın eğlensin insanlar amk.

    8/10

    edit: 8 çok olmuş 7 olsun :)
  • film iyi midir kötü müdür bilmiyorum ama bir pr ödülü hakketti gercekten. heryerden barbie fışkırıyor korkuyorum altan
  • çok fazla barbie muhabbeti döndü, o yüzden söylemesem olmaz. küçükken abim bütün barbie bebeklerime tükenmez kalemle sakal ve bıyık yapmıştı. tüm barbielerim ken'e dönüşmüştü.

    travma gibi travma.
  • barbarian'in kisaltmasi oldugunu iddia etsem de yine de bi oyuncak bebek markasi..
hesabın var mı? giriş yap