hesabın var mı? giriş yap

  • uğur dündar'ı severdim zaten ama artık daha çok seviyorum. şimdikiler sıkıyı görünce hemen dayak yeme moduna geçiyorlar mağdur edebiyatı yapmak için.

  • ne uzatılan bir konudur. ateistler vegan veya vejetaryen olmadan da bu bayram hakkında olumsuz fikirlere sahip olabilirler.

    -bunun bir "kutlama şekli" oluşundan rahatsız olabilirler.

    -tanrının neden hayvan yerine bir fidan gönderip ibrahime ek demediğini sorgulayabilirler.

    -neden hayvanların uyuşturulmadan, illa canlı şekilde dakikalarca çırpınarak ölmesi gerektiğini, illa foşur foşur kan akması gerektiğini sorgulayabilirler.

    -bir toplum dayanışması yani fakirleri doyurma kampanyası şeklinde görülüyorsa toplumdaki açlar yalnızca üç beş gün mü aç kalıyorlar diye sorabilirler, bu kadar aç sefil dilenen çocuklar neden var, öğütle güzellik olmuş mu, din buna mutlak bir çözüm getirmiş mi diye sorgulayabilirler.

    ve daha yüzlerce şekilde eleştirebilirler. bunlar zaten subjektif değerlendirmelerdir. kutsal görmediği bir şeyi eleştirip sorgulayabilir herkes, nitekim de böyle yapıyorlar.

    "ateistlerin kudurması" diye açılan başlık yeterince hedef gösteren ve ayrımcı bir dil kullanmıştır zaten, "islamofobiyi benimseyenler için benim lafım" çok sağlıklı bir yaklaşım olmuyor başlığa bakınca yani. ben de din düşmanı değilim, herkes istediği şeye tapabilir, istediğinden medet umabilir, toplumu bu eksende hizaya getirmeye çalışmadığı sürece buyursun inançlarını istediği gibi yaşasın. ancak bu şekilde olmuyor hiçbir coğrafyada görüldüğü üzere.

    dahası, "ateistlik nedir bilmeyen" denmiş. ateizmin tarihi falan dense anlarım da ateizmin kendi başına bir öğretisi, ödevi, geleneği yoktur. ateizm tanrıyı reddetme biçimidir. üzerine çok bir şey bilmeyi gerektirmez. zaten yapılan her ankette ateistlerin dini ve din tarihini ortalama bir dindardan daha iyi bildikleri ortaya çıkıyor. inandığı tanrının buyruklarını başkasının yaşam anlayışına da empoze etmeye çalışmaları, baskı ve zulüm göstermeleri hiç azımsanacak örnekler de değil, dolayısıyla dindarları bilinçlendirme girişimleri daha yerinde bir hareket olur.

  • bir insan ülkesinden bahsederken, ne kadar duru ve samimi olabilir onun cevabıdır. nuri bilge ceylan'ın cannes film festivalinde ödülü alırken yapmış olduğu konuşmada şöyle geçiyor bu ülke:

    "'bu ödülü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum''

    yüzlerce sayfa yazsan, sağından girip solundan çıksan, tepeden tırnağa resmetsen; bir ülkenin içinde bulunduğu durumu bundan daha güzel anlatamazsın. bir cümle, sekiz kelime ve olay bitmiştir. bir güzelliğin bu derece güzel tasvirini en son sadri alışık 40 yıl önce menekşe gözler'de yapmıştı. fatma girik'in çakmak çakmak gözlerinin yanına tutmuştu bir tutam menekşeyi. fatma girik'in gözleri miydi asıl güzel olan, yoksa menekşeyi tutanın bakışlarındaki ateş mi güzelleştirmişti o gözleri?

  • "yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik" cümlesindeki "yüzmenin", deri yüzmekteki yüzme olduğunu fark ettiğiniz o an.

    evet o anı yaşadım, utanıyorum kendimden.

  • o kadar büyük ve doğru yazılmış bir eser ki. içinde o kadar büyük ve isabetli tespitler var ki.

    sigmund freud'dan önce, freudyen çıkarımlarda bulunma başarısını bile gösterebilen bir roman.

    asla üşengeçlik, tembellik falan anlattığı yok, zaten bu herkesin malumu. oblomov'un oblomov olmasındaki sebep, taa çocukluğunda yatıyor. ailesinin hataları, aşırı koruyucu kollayıcı tavırları, vurdumduymazlıkları; ilya ilyiç'in kişisel çekingen ve kibar yapısıyla da birleşince, ortaya sosyal fobik, depresif (hatta manik depresif), amansız romantik, bipolar bir karakter çıkarıyor. tembellik, erteleme hastalığı, hep bunların bir semptomu haline geliyor.

    hiçbir şeyi kendisi yapmamış, kendisi başarmamış birisi ilya ilyiç. 25 yaşına dek ailesiyle yaşamış. onlar ölünce de tek başına, yapayalnız kalmış. uzun süre aranmayan sevilen arkadaşlarla aranın ister istemez açılması gibi, hayatla olan bağları iyice esnemiş, sonunda kendisini karanlık odasına hapsetmiş. çünkü orası güvenli, sıcak, gamsız, çözülmesi gereken problemlerden tamamen uzak. tamamen antiagorafobik.

    zaten her şey, oblomov'un evinden taşınması zorunluluğuyla başlıyor. hayata hiçbir şekilde hazırlanmamış birisi, deyim yerindeyse kendisini çırılçıplak sokakta buluyor. en önemlisi ise sonra geliyor: can dostu sayesinde zoraki tanıştığı olga'ya âşık oluyor, oysa oblomov bu aşka da hiç hazır değil. belki de karşısına kim çıksa âşık olacaktı. "awakenings" filmindeki gibi, kısa süreli bir uyanış yaşıyor oblomov, bu uyanışın kendisini de, araç değil, amaç olarak kullandığı için, tekrar uykuya dalıyor.

    sonunda her şey beklenen noktaya varıyor elbette, "oblomovluk", oblomov'un yakasını bırakmıyor zira. oblomov ise bundan her zaman şikayetçi, bundan her zaman kurtulmak isteğinde olsa da (ki aslında bu da, hep başkalarından beklenen bir istek, zira kendisinin kurtulmaya da takati yok), hayatının son deminde kendisiyle tam anlamıyla barışıyor. huzuru, gerçek yaşama tercih ediyor ve huzurlu ama ezik bir biçimde yok olup gidiyor.

    oblomov'u suçlayabilir miyiz? hiç sanmıyorum. yaşanan hiçbir şeyde oblomov'un hatası yok. ondan başka bir şey beklenemezdi. tüm çocukluğu, ergenliği, onu bu kaçınılmaz noktaya kadar getirdi. gerçekten en az suçlu olan ilya ilyiç'tir; hele de ailenin, bir çocuğun karakterini şekillendirme gücü düşünülürse.

    işin psikolojik yönünden toplumsal yönüne kayarsak da, ortaya bu kez "selim ışık" değil, "züğürt ağa" çıkıyor. yeni ile eski arasında sıkışıp kalmış; yeniyi isteyen, oradaki sosyal statü ve güzelliklere iç çekerek bakan; ancak orada nasıl yaşanacağını, nasıl davranılacağını bilmediği için sürekli kaybeden, kazıklanan, çoğu zaman da iyiliğinin kurbanı olan bir adam. tıpkı yavuz turgul'un tüm karakterleri gibi, mahkum bir yaşantı içinde, hayal dünyasında, eskiyle bağlarını koparamamış birisi. dolayısıyla eski-yeni ayrımında, romantik ve hayalperest oblomov'un hayatını bitirdiği nokta, yine rastlantı olmuyor.

    oblomov, hayatımda okuduğum en müthiş eserlerden birisi. hiç şüphesiz. ama bunda, yukarıda saydığım şeyler dışında bambaşka bir husus var ki, aslında sizi hiç mi hiç ilgilendirmez. ama şu kadarını söyleyebilirim.

    oblomov benim için bir kitap değil. bir ayna.

  • bu şehirde doğup büyüyen insanlar vardır. soruyorum size ey gomunistler floransada doğup büyüyen çocukla yozgatta doğup büyüyen çocuğu nasıl eşit yapacaksınız?