• deha aklın en yüksek derecesi midir, yoksa bir tür delilik mi? en başta kısa yoldan belirteyim, deha'nın ne'liğine dair bu entry'den doyurucu bir yanıt beklenmemelidir zira böyle bir yanıtı bugüne kadar kimse verememiştir...

    öncelikle dehaya en yakınmış gibi görünen virtüözlükten bahsedelim ve ayrımı ortaya koyalım; virtüözlük, bazı yetenekler ile donatılmış, ama düşünme yeteneği bakımından herhangi bir olağanüstülük göstermeyen bazı insanların heyecan verici beyinsel çalışmalar yapmalarında karşılaştığımız bir fenomen olabilmektedir. misal olarak zerah coburn'u verebiliriz, bir çiftçinin oğlu, hiçbir ön temele, öğretime dayanmayan bir mahareti var, sayıların karesini çok kısa sürede alabiliyor, komisyon önünde sınava çekildiğinde sadece 8 yaşında, 281-474-710 vb. sayıların karesini saniyesinde doğru hesaplayabiliyor... yine bir başka örnek fransız jean fleury.....armenties tımarhanesinin aciz, inatçı bir hastası, ama dört basamaklı bir sayının küp kökünü dört saniye içinde hesaplayabiliyor, altı haneli bir sayının küp kökü için altı saniye yetiyor, eski bir tarihi veriyorsun hangi güne geldiğini yine beş saniye içinde cevaplıyor....bu ve benzeri örnekler şüphesiz insan beyninin müthiş bir hızda çalışabileceğinin çarpıcı örnekleridir, ve burada bir olağanüstülükten söz etme zorunluluğu vardır, ne var ki olağanüstü beyin faaliyeti ile yaratıcılığı, yani dehanın en şaşmaz ölçütü olan şeyi birbirine karıştırmamak gerekiyor. evet bu adamlar hesapta hayranlık uyandıracak derecede olağanüstü kimselerdi; fakat onlar hiçbir zaman dünyayı sarsan fikirlerin yaratıcıları olmamışlardır.

    virtüözlerin ikinci bir tipi daha vardır ; dahilere haksızlık ederek dahi olarak nitelendirdiğimiz harika çocuklar. gerçi onların içinden sonradan dehaya doğru ilerleyenler çıkmıştır, fakat bu harika çocuklar da büyük çoğunlukla sadece virtüöz olarak kalmışlardır. örnek vermek gerekirse, altı yaşında grek klasiklerini okuyan john stuart mill, sonunda dünyaca tanınmış bir ekonomist ve filozof olarak virtüözlükten dehaya doğru gidenlerdendir. yine, dört yaşında piyano çalan ve beş yaşında kompozitör olan wolfgang amadeus mozart, şimdiye kadar en büyük virtüözlerden olduğu kadar en büyük dahilerindendir de. fakat pek az sayıda harika çocuk daha sonra gelişimlerini deha düzeyinde devam ettirirler..bugün, iki yaşındayken orkestra yöneten june masters'in adını kaç kişi biliyor?

    önemli olan, böyle bir olağanüstülüğe bakıp da çocuklardaki parlak yeteneklerin onları mutlaka dahiyane bir gelişime götüreceği kanaatine varmamaktır. yanlış yere "dahi çocuk" denilenlerin büyük çoğunluğu, yaratıcı olmaktan ziyade olağanüstü becerilere sahip teknisyenlerdir.

    olayın ikinci ayağına bakacak olursak mesela albert einstein, iyi bir matematikçi olamamaktan şikayet edip durmuştu, charles darwin yaşamı boyunca kötü belleğinden yakınmayı bir an bile kesmemiştir...onlar virtüöz olamadılar ama dehaları tartışılmaz.

    demek ki ne olağanüstü hesap yeteneğine sahip bir kafa, ne de daha çocuklukta ortaya çıkan olağanüstü bir teknik beceri, dehanın zorunlu belirtileri sayılabilir.

    öyleyse tekrar soralım; bir yeti veya özellik olarak deha nedir?

    dahileri incelemeye başladığımızda dehanın kabaca iki tarzda göründüğünü saptıyoruz;

    birinci tarza örnek ufak tefek, esmer, çelimsiz bir hintli, madras'ta fakir bir ailenin çocuğu, koleje gitmek istiyor, sınavı başaramıyor, tek bir matematik kitabını eline alıyor ve senelerce üzerinde faust'a yaraşır bir gayretle çalışıyor...ramanujan'dan bahsediyoruz...hikayenin gerisi bilindik, euler, gauss gibi büyük matematik dehalarının arasında yerini alıyor....

    ikinci tarza örnek tartışmasız leonardo da vinci...şehir planlamacısı, mimar ve topçuluk uzmanı...bir sığınak taslağı var ve uçağın olmadığı, tasavvur dahi edilmediği bir dönemde bu sığınağı bir "uçan makine"ye karşı önlem olarak düşünmüş...çoğu taslak halinde kalmış yüzlerce denemesi yanında, modern bacayı ve kendi kendine açılıp kapanan kapıyı bulmuş...bir kuramcı olarak newton'dan 200 yıl önce, düşmekte olan maddeleri hareket yasalarına dayanarak incelemiş...bir yandan düzineleri bulan araştırmalar yaparken bir yandan da "isanın son akşam yemeği" ve "mona lisa"yı yaratmış....

    (burada bir parantez açıp virtüözlük ile deha ayrımına dönmek istiyorum, görüldüğü gibi dahi'nin virtüözde olmayan bazı yetenekleri mevcut...ve bunlar virtüözde olduğu gibi, zaten var veya ortaya konulmuş olanı olağanüstü bir hız ve teknikle tekrar etme şeklinde tezahür etmiyor, tersine tam anlamıyla yaratıcı yetenekler....bir keman virtüözü ile dahi bir keman konçertosu bestecisi arasındaki fark da budur....- paganini gibi her iki yöne de sahip olanları stuart mill ve mozart'tan söz ederken değinmiştik zaten)

    leonardo gibi dahilerin dehalarını açıklamak için çeşitli kuramlar öne sürülmüş....

    i- zeka seviyesi denmiş...oysa bilinen zeka testi derecelendirmelerine göre yapılan araştırmalar (stanford university - catherina morris cox), leibniz-goethe-hugo grotius için 190, cervantes için 110, copernicus için 130, bach-darwin-lincoln için 140, leonardo için 150 gibi sonuçlar vermiştir...sonuç şudur: üstün zeka deha olmadığı gibi, deha için bir zorunlu koşul da değildir.

    ii- kalıtım denmiş.....zeki ana-babaların çok kez işlek zekalı çocukları olduğu ve bu çocuklara ana-babalarından bazı özel yeteneklerin geçtiği muhakkak...mozart ve mendelssohn buna örnek olarak verilebilir...yine bach ailesi bir araya geldiğinde tam bir orkestra oluşturuyordu, yine darwin ve huxley de bu konuda şanslılar, bunlar bilinen örnekler...ne var ki dahilerin büyük çoğunluğu vasat zekalı ve vasat yetenekli ailelerden çıkmış....shakespeare'în ana-babası küçük bir kasabanın silik sakinleri...stendhal ona keza....leonardo floransalı bir avukatla bir çiftçi kadının gayrımeşru çocuğu...

    iii-delilik denmiş....buna göre, deha, bir tinsel yaratma gücü olarak deliliğin bir veya birkaç zararsız biçiminin karışımıdır. bu kuram öylesine tutmuştur ki, "delice dehaya sahip" kahramanlar, film endüstrisinin sıkça kullandığı tipler arasına girmiştir. melville, van gogh, dostoyevski ve nietzsche oldukça zorlu ruhsal çalkantılarla, kaos içinde yaşamlarını sürdürmüşler. ama aksi örnekler de var, sokrates gibi, kant gibi....sokrates hayatı boyunca tam bir ruh sağlığına sahip olmuş, kant ruhsal dinginliğin örneği sayılmış....kaldı ki dahi zorlu ruhsal çalkantılar içinde olabilir, fakat onun dehası bunlardan beslense bile, bunlardan yine de çok farklı bir şeydir.

    artık i-ii-iii yi özetleyecek olursak deha üstün zekalılık, kalıtım ve son olarak delilikle doğrudan doğruya ilişkisi kanıtlanamayacak bir şeydir.

    peki dikkatimizi dahi'lerin ortak karakteristikleri üzerinde yoğunlaştıralım biraz da :

    deha'nın ilk karakteristiği, olağanüstü bir "kendini adayış"tır. dahiler eserlerine kendilerini öylesine adarlar ki, bu adayış ve dalış kendilerin harap etme düzeyine varabilir. edison dehada ilham ve zekanın rolünü pek küçük görür; ona göre dehanın kendini dışavurmaya ihtiyacı vardır ve bunun yolu da hedef doğrultusunda tükeninceye kadar çalışmaktır. ona göre zahmetsizce gerçekleştirilen hiçbir dahice tasarım yoktur...o halde soralım, bir dahinin tüm düşünce ve enerjisini tek bir hedefe yöneltmesi nasıl mümkün olmaktadır? muhakkak ki burada ruhsal güçlerin bir noktada temerküzü, ilgilenilen konu veya sorun üzerinde tam bir hakimiyet ve daha sonra ruhsal ve bedensel tüm enerjinin yönlendirici fikir doğrultusunda sarfedilmesi söz konusudur....fakat bu temerküz ve sarfın nasıl gerçekleştiği ve bazı insanların buna neden son derece yetenekli oldukları bir sır olarak kalıyor....edison dehanın çok çalışmakla ortaya çıktığını söylemekte belki haklıdır, fakat bu, bu çok çalışmayı önceleyen temerküz ve sarfın neden sadece ender insanlarda gerçekleştiğini açıklamıyor.

    dehanın ikinci karakteristiği olarak karşımıza "bağıntı kurma" ve "fikirleri birleştirme" yeteneği çıkıyor. schopenhauer'in dediği gibi "tekilde geneli görmek; işte dehanın özü". shakespeare'nin eski bir dile yepyeni bir ruh kazandırabilmesi, debussy'nin eski seslerle yepyeni harmoniler yaratabilmesi, newton'un eski kuramlarla yepyeni bir yasalı doğa tasarımına ulaşabilmesi örnek olarak verilebilir. dahilere bu derin görüşlülüğü veren nedir? cevap olarak ileri sürülen kuramlardan birine göre "büyük bir inanç gücü"dür. yani, bazı dahiler, yaşamlarının önceki bir evresinde felsefi anlamda şüpheci olmuş olabilirler, fakat onlar daha sonra kendilerini adeta cezbeden bir sorun üzerinde dururken hiç de şüpheci bir tavır takınmazlar, tam tersine saf bir inançla işe başlarlar ve bu sırada onlara yine saf bir kendine güven duygusu eşlik eder...bu kuramın fikir babası da dahi goethe'dir....dehanın ikinci karakteristiğini pekala rasyonel yön olarak da tanımlayabiliriz. oysa dehanın üçüncü karakteristiği hiç de rayonalite ile ilgili değildir.

    dehanın üçüncü karakteristiği olarak karşımıza, olağanüstü ilgi ve heyecan olarak çıkıyor....dahi aşırı bir duyarlılığa sahip olduğu kadar, kafasını kurcalayan konu veya sorunla ilgili her şey karşısında neredeyse dinsel hezeyana benzeyen bir heyecan duyar. bazıları, özellikle sanatçı dahilerdeki ilhamın kaynağını burada buluyorlar. bu karakteristiği baskın olan sanatçı dahiler rasyonel yönden gösteremediklerini, müthiş duyarlılıkları ile hissettirebiliyorlar...

    evet...dehanın üzerinde en az tartışılan birkaç karakteristiği üzerinde durduk fakat dehanın kaynağı ve sebebi üzerine birşey söylemedik....enrty'nin başında da belirttiğimiz gibi, söyleyemeyiz de...çünkü kaynağı ve sebebi bakımından deha daima bir sır olarak kalacak gibi görünüyor.

    peki dahilerle dahi olmayanların karşılıklı durumları nedir? çok kez dahilerin herkesin konuştuğu dilden çok daha yüksek bir dille konuştuklarına inanılır. onlar muhakkak ki olağanüstü insanlardır; fakat bizim konuştuğumuz dilden başka ve daha yüksek bir dilde konuşmazlar, bunun en açık kanıtı onları anlamamızdır. fakat söyledikleri hepimizi sarsar. dahinin kullandığı mercek, bizim için, kendisi aracılığıyla şeyleri, nesneleri, yeni bir şekilde görmeye başladığımız bir gözlük olur çıkar. ve artık onun merceği olmaktan da çıkar, hepimizin gözlüğüne dönüşür. dahinin yaratıp önümüze koyduğu şey artık bizim şiirimiz, bizim müziğimiz, bizim fikirlerimiz olmuştur.

    dahi, bizim gibi biridir...fakat çok yüksek ölçülerde bizim gibi biri....işte tuhaf bir durum....dahide aslında kendimizi, kendi varlığımızı, kendi potansiyelitemizi, sonsuz yaratma gücümüzü tanıyoruz; ne var ki binlerce defa daha parlak, daha büyüleyici bir şekilde. dehanın ne olduğunu asla tam olarak bilemeyeceğiz; fakat dahiler bize ne olduğumuzu öğretmeye devam edecekler...

    kaynak : robert heilbroner - deha nedir , çev: doğan özlem, 1968.
  • sebattır.

    ekşi duyuru'ya sorulmuş olan,

    dehâ diye bir şey var mıdır?

    https://www.youtube.com/watch?v=0kmnxqnfzoe

    bu belgeseli izlerken aklıma geldi. ilginç bir konu... şöyle bir kuram var. her çocuk küçük yaştan beri uygun ve sıkı düzenli bir eğitimle dehâ yapılabilir. gauss da "matematiksel gerçekler hakkında benim kadar tutkulu ve yoğun düşünen herhangi biri de benim bulduklarımı bulabilirdi." demişti. şimdi bir yandan geleneksel görüş var. tabi var lan diyen... terence tao var işte 10 yaşında liselilerin matematik olimpiyatlarına girmiş. vb... fakat küçükken sizin de belli kimseler tarafından keşfedilip, uygun bir şekilde eğitilince terence tao olmayacağınız ne mâlûm? vb. bu konu ilgimi çekti. düşüncelerinizi ve bu konuyla ilgili kitap, belgesel önerilerinizi bekliyorum.

    sorusuna cevâbım:

    evvelâ albert abimizin, ''dehâ sebattır'' sözünü irdeleyelim: meâlen, ''ben zannettiğiniz kadar zeki değilim, aynı konuda 20 sene düşünür ve it kimin çalışırsan, sen de bulursun bişeyler.'' sebat kelimesinin anlamını bilmeyenler, bu konulara kafa yormadan önce, kelimenin tam olarak anlamını öğrenip, hissedip, içselleştirmeli.

    sonraaa louis abimizin, ''souvenez-vous que dans les champs de l'observation le hasard ne favorise que les esprits préparés.'' louis pasteur (université de lille, france, 1854) sözüne değinelim: gözlem yaparken şans, sadece hazır olan zihinlerden yanadır. (bu sözün orijinalini bana öğretene öpücük yolluyorum). meâli: taam, ben bunu buldum ammaaaaa, şıp diye bulmadım, aynı konuyu xx senedir gözlüyorum, aynı konu üzerinde xx senedir düşünüyorum, zihnimi o buluşa hazır hâle getirdim. şans hazır olana güler!

    teslacıların nefretini kazanmış olan thomas edison'un lafına gelelim: 1% inspiration, 99% perspiration. meâli: %1'i ilham, %99'u alın teri...

    sonraaaa, romen atasözüne gelelim: taşı delen, suyun gücü değil, su damlalarının sürekliliğidir. meâli: kayanın tamamına bi tanker su boşaltsan harrrrr diye, bi bok olmaz, ama yüz tanker suyu, aynı noktaya damla damla damlatırsan, o noktayı delersin.

    sonraaaa, türrrrrk atasözüne gelelim: azimle sıçan taşı deler! meâle gerek yok. sıçmak lafını kullanamayacağınız bi ortamdaysanız, ''azimle defekasyon, mermerde perforasyon'' olarak elitize edebilirsiniz bu özlü sözü.

    sonra gelelim zekânın gelişimine. hiç şüphesiz, zekâ, genetik faktörlere bağımlı. ama %100 bağımlı değil. yanıldığımız nokta işte tam da bu! körelmek, dumura uğramak, paslanmak sözlerini hatırlayalım. bi de işleyen demir ışıldar sözünü hatırlayalım.

    gen nedir? sen daha ağaçta portakal bile değilken, havada bulutken belli olan bişeydir. değiştiremezsin. değiştirmek elinde değil. o babanın ürettiği spermiumlardan, o uygun vakitte, o annenin yumurtasını döllemek üzere yarışı kazanan hangisiyse, genetik zar o anda atılmış durumda.

    peki embriyo oluştu ve rahim duvarına da güzelce tutundu. o günden sonra, genetik %100 etkili midir? tabii ki hayır. artık devreye, annenin sigara içip içmemesi, (o dönemde ve öncesinde) içki içip içmemesi, pasif içici olarak sigara dumanına, başka kimyasallara, hava kirliliği, çevre kirliliği, yiyeceklerden aldığı tarım ilaçları, çamaşır suyu buharı, kezzap buharı gibi dallamalıklara, radyasyona (uçaktan olur, röntgenden, ct'den olur, topraktan olur) maruz kalıp kalmaması, kansızlığının olup olmaması, herhangi bir hastalığının olup olmaması, yaptığı işler, stres düzeyi, aldığı oksijen miktarı, çektiği yoğun üzüntüler veya geçirdiği mutlu bir hamilelik dönemi, babanın o dönemdeki tutum ve davranışları hatta karakteri, annenin hamsi buğulama ve çoban salata ile mi, ekmek ve bulgur pilavı ile mi besleniyor olduğu gibi tonla faktör girer. o dönem dinlenen müzik, yapılan entelektüel faaliyetler, annenin ve babanın entelektüel düzeyi, eğitim düzeyi ve ne kadar bilinçli ve bilgili oldukları da tabii ki etkilidir. üniversite mezunu cahillerin eline doğan bebek, lise mezunu ama uyanık, araştıran, öğrenen bir çiftin eline doğan bebekten şanssızdır.

    sonra iş gelir, anne ve babanın, iyi bir anne ve baba olmayı ne kadar istediklerine dayanır. iyi bir anne baba, televizyonu, ayfonu, aypedi, bilgisayarı çocuk bakıcısı olarak görmez. bebeğini, bunların eline emanet etmez. iyi bir anne baba, bebeğiyle, daha anne hamileyken bile konuşmaya başlar. bebeklik döneminde de sürekli ve tatlı tatlı konuşur. onunla oyunlar oynar. bebeklikten itibaren şebeklik yapmaya başlar. çünkü o bebek, o şebekten çok şey öğrenir. o dönemde de yenenler, içilenler, sigara, radyasyon, oksijeni az ortamlar, emziren annenin sağlığı, babanın hâl ve hareketleri ve tabii, herifin anasının, bacılarının ve diğer akraba-i tâallukatın davranışları ve tabii babanın, anneyi ve bebeği, annenin de babayı ve bebeği ne kadar sevdiği, ne kadar benimsediği, o bebeğin zekâsını direkt olarak etkiler.

    peki bu kadar gevezelik ettik, lafı nereye bağlıycaz? bağlıyabilcek miyiz bakalım?

    diyelim herşey dört dörtlük, şartlar ideal, genetik süper, süper bi yumurta, süper bi spermium tarafından döllendi, anne baba süper bilgili ve bilinçli; çiftleşmemişler, sevişmişler, taa en başından beri, bebeklerini, hayatlarının en önemli projesi olarak görüyolar ve kendilerini bu projeye senelerdir hazırlamışlar. olumsuz faktörler minimal, olumlu faktörler tavan yapmış... böyle bir ortamda, o çocuğun ortalamanın üzerinde bir ''zekâ potansiyeli'' ile dünyaya gelmiş olmasını bekleriz.

    burada kilit kelime, potansiyel! işte o potansiyelin çarçur olup çöpe gitme ihtimâli de vardır, beslenip, geliştirilip fidan ve hayatın sonlarına doğru köklü çınar hâline getirilme ihtimâli de...

    etrafımda gördüklerimden bir-iki örnek veriyim size:

    manhattan'da bir çocuk müzesi var. gidecek oldum, ağzım açık kaldı. 3 çocuğun 2'si kipalıydı!!! hem de 2-3 yaşındaki çocuklardan bahsediyorum.

    bilenler bilir, abd'de çocuğunuzu kafanızın estiği devlet okuluna gönderemezsiniz. türkiye'de de böyle ama kuralları delmek mümkün. çocuğu sadece sizin mahalledeki devlet okuluna göndermek zorundasınız. para boksa, o ayrı. özel okul var tabii. bu devlet okullarının arasında tabii ki bir yarış var. hangi okul ıvy league üniversitelerine en fazla mezun gönderebilecek yarışı. gözümle gördüm lan, iki ev var yan yana. tıpa tıp aynı evler. birinin kirası 2000 dolar, diğerininki 1300 dolar. nası olur lan? diye şaşalıyosun başta. sonra öğreniyosun ki, iki evin arasından, o mahallenin, kasabanın sınırı geçiyo. pahalı evin olduğu kasabanın lisesi meşhur. neyiyle meşhur olduğunu yukarıda yazdım. ucuz evin olduğu kasabanın lisesi de, arıza öğrencileri ve suç oranıyla meşhur. sen götünden kan akıtarak pahalı kasabadan ev tuttun ve çocuğunu o kasabada okuttun. zannediyosun ki, çocuğun o okuldan mezun olmakla adam olacak. nah olur aq!!! o okulun mezunları neden ıvy league üniversitelerine bol bol kabul oluyolar biliyo musun? çünkü onlar yahudi ailelerin çocukları. yahudiler çocuk yetiştirmek konusunda, diğer topluluklara 5 çeker! çinliler hariç tabii!!! hintlileri de incelemek lâzım.

    bi cumartesi günü, hasidic jewish (ortodoks yahudi) maallesinde yürüyorum. avukattan çıktım, elimde evrak çantası var. cumartesi gününün öyle bi maallede ne mânâya geldiğini bilenler bilir. gene bilenler bilir, bu ailelerin çocuk sayısı en az 4 olur. bi ailenin 4'ten az çocuğu varsa, bilirsin ki, henüz gençtir o anne babalar. bi evin yanından geçiyorum, evin bahçesi, aynı zamanda çocuk bahçesi. kaydıraklar, salıncaklar, bağırış, çağırış, kipalı ve lüle saçlı çoluk boncuk oynuyolar. öyle bi ortamda, çocuk neye konsantredir? oyuna! sokaktan geçen benim gibi bi dallama dikkatini çekmez. içlerinden biri birden tel örgülere koştu ve bana bağırdı! sen kimsin? nereye gidiyosun? diğerleri de oyunu bıraktı ve tel örgüye yapıştı. hepsi birden yaratık görmüş gibi bana bakmaya başladılar. şaşırdım lan! niye ben? aklımı seviyim, çözmem uzun sürmedi. günlerden cumartesi, çalışmak haram. ama bi herif geçiyo sokaktan ve elinde çanta var! alışılmadık bi durum. hemen sebebi öğrenilmeli! demek ki bebenin kafa bööle çalışıyo dedim. buna inquisitive mind yani sorgulayıcı zihin deniyor. fabrika ayarlarında default gelmiyo bu özellik. belli ki o aile o çocuğa bu opsiyonu ekletmiş sonradan. ulan bebe soruyo ben cevap veriyorum, bebe soruyo ben cevap veriyorum. kimsin, nereye gidiyosun, nerden geliyosun, orası neresi? orda mı yaşıyosun? burdan oraya gitmek ne kadar sürüyo? wow, that must be a long trip sir! have a nice day! diye serbest bıraktı sonunda... şaşkınlıktan, götüm kafa tabanıma yapıştı! pesss be bilâder!!! dedim bu maksimum potansiyel kullanımına, özgüven sahibi ve sorgulayıcı zihinli çocuk yetiştirebilme becerisine...

    bu noktada, içimizden bi hayırsever, nobel sahibi yahudilerin sayısını bi gugıllayıversin.

    ulan lâfı hâlâ bağlayamadım, konuştukça batıyom!

    ne diyoduk biraz şarap, biraz bira önce? haa, potansiyeli çöpe mi atacaz, yoksa yahudiler/çinliler gibi mi yapacaz?

    bebeleri televizyondan uzak tutacaz ve oyunlar oynıycaz kardeşim. ''nasssa para bok! 1 yaşındayken veririm eline aypedi, maçımı/dizimi raad raad seyrederim amk!'' dediğinde, o zekâ potansiyelinin de amına komuş oluyosun.

    yüksek potansiyelle dünyaya gelmiş bebenin potansiyelini sen de anne baba olarak beslersen, sinerjik etkiyle o potansiyel daha da artıyo. bi de o çocuğa, it gibi çalışıp kedi gibi yemenin, alın terinin, göz nûrunun, helâl paranın erdemini aşılayabildiysen, o çocuk yolun sonunda dâhi olamasa bile, dâhileri yetiştirecek anne baba olur!

    (ohh, şükür!)

    eklemedir, koca konak ekleme: ne şükürü ipne?!!?? öküzün büyüğünü ahırda unutmuşsun!!!!

    zekâ potansiyelini ve dehâyı asıl sikip atan diğer en önemli faktörler, okul, öğretmen, maalle baskısı ve evlâdını müptezelce harcayan bir ülkedir!

    o konuya da sonra bakarız...

    bibip - 2:
    ''işe girmekten çok korkuyorum. hayatım, özgürlüklerim elimden alınacakmış gibi hissediyorum. nasıl yaparım, çalışabilir miyim bilmiyorum.
    bir senedir işsizim. ilanlara başvuruyorum ama çok azı geri dönüyor. mülakata çağrıldığımda da çoğuna gidip yoldan geri dönüyorum. girdiğim mülakatlarda da heyecandan ölüyorum zaten ve eleniyorum.
    inanılmaz kaygılıyım, haftasonu çalışmak, sürekli çalışıyor olmak beni korkutuyor. yeni insanlarla tanışmak da öyle. ya beceremezsem ya yapamazsam diye düşünüyorum. ya beni işten atarlarsa. ya kimseyle anlaşamazsam. zaten fikirlerini açıkça söyleyen birisi değilim. işimde de yükselemem belki de.
    etek, gömlek, topluklu ayakkabı giymek istemiyorum mesela. kendimi çaresiz hissediyorum işte.
    bu böyle nereye kadar gidecek. çok korkuyorum işe girmekten ama çalışmak zorundayım sonuçta.
    var mı böyle hissedenler, mutlu olamamaktan ve başarısız olmaktan korkuyorum nedense. böyle giderse hiç iş bulamayacağım.
    ne yapmalıyım, bu korkuyu nasıl yenerim? çok saçma değil mi?
    çalışmak istediğim bir kaç alan var, o alanlara defalarca başvuru yapmama rağmen geri dönen olmadı. artık istemediğim ama başvurabileceğim işleri deniyorum.''

    bu soruyu yazan apla, bi yahudi ailenin evlâdı olsaydı, bu soruyu yazacak durumda olur muydu?

    bibip - 3: bu güzel belgeseli seyreden ve bu güzel soruyu soran kişinin, kendine sorucu nick'ini seçmiş olması, tesadüften mi ibarettir?
  • kaostaki basitliği, basitlikteki kaosu goren insan.
  • "deha sahibi bir insan hata yapmaz. onun hataları istençlidir ve yaratıcılığının kapılarıdır."
    (bkz: ulysses /@hanging rock)

    joyce uzmanı richard ellmann, ulysses'i yazarken joyce'un kimi sahneleri yazmadan evvel bizzat yaşamda canlandırdığından söz ediyordu. sanattan önce yaşamın gelmesi: joyce için kaçınılmaz olandır. yaşam da kusurlu olduğuna göre sanat yapıtının da kusurlu olması gayet normaldir mottosu.
  • ego gözlüğünden bakan insan, tüm meziyeti bu yıldız şahsiyetlere yükler ki, aslında büyük bir hatadır yaptığı. kendi içindeki "büyük" olma özleminin dışa yansımasıdır bu bakış. dehalar, kahramanlar, idoller böyle vücud bulurlar. çağımızda reklamcılık sektörü de insanlardaki bu zaafı keşfetmiştir ve sürekli insanları o noktadan vurmak ve sömürmek gayretindedir.

    öyle bir bakış hatalıdır çünkü her bir beşeri sahada yüzyıllara uzanan gelişim, olgunlaşma ve birikim süreci yaşanır. arka planda kalan ve görünmeyen sayısız gizli kahramanlar söz konusudur. bir kişi çıkar tohumu atar; diğeri sular; bir diğeri fidana bakım yapar ve en sonunda belki asırlar sonra başka bir kişi meyveleri devşirip kamuoyu pazarına sunar. en çok tanınan da o şahıs olur ve ismi efsaneleşir. örnek: marx, einstein, napoleon, hegel, muhyiddin-i arabi, imam-ı rabbani vs...
  • dâhi kelimesi yerine kullanılması yanlıştır. sıklıkla yapılmaktadır. "falanca şahıs, filanca alanda dehadır", stilistik gerekçelerle kabul edilebilirken "mahmut dehadır" cümlesi yanlıştır. yine sıfat olarak da deha yerine tercih edilmelidir. "mahmut dahi bi insan" derken mesela.

    sorun ingilizce genius'ın hem deha hem de dâhi anlamında kullanılmasından kaynaklanıyor sanırım.
  • "dehanın sırrı, çocuğun ruhunu yaşlılığa taşımak yani hevesini asla kaybetmemektir."
    (bkz: aldous huxley)
  • "gelişme dümdüz yollar yapar, ancak gelişmemiş eğri büğrü yollar dehanın yollarıdır."
    (bkz: the marriage of heaven and hell /@hanging rock)
  • gary kasparov modern çağın en güçlü oyuncularından birisi, toplam puanlarda hep en üstlerde olan oyuncu deha hakkında da bazı tespitlere sahiptir:

    22 yaşımda dünya şampiyonu olduğumda, diyor kasparov; insanlar bana yeteneğimin doğası hakkında sorular sorarlardı ama şimdi düşününce verdiğim yanıtların hep eksik olduğunu farkettim. satranç şampiyonlarının uzun-süreli ve görsel hafızalarının çok iyi olduğu düşünülür. hafızam iyiydi ama pek görsel hafızam pek de iyi sayılmazdı.

    insanların gözardı ettiği şeyse, öğrenmenin önemi. uzun saatler boyunca dikkatiniz dağılmadan odaklanmak... bu da bir yetenektir. yani psikopatlık seviyesinde çok çalışabilme yeteneği.

    botwinnik satranç okulunda yetişen kasparov bunu küçük yaşlarda öğrendi.

    bu noktada ingiliz şampiyon peter lee'nin tespiti ilginçtir. gençlik yıllarında rus yetenek korchnoi ile karşılaşıyor. yaptıkları maçlarda dikkatini çeken nokta korchoi'nin bir kez bile kafasını kaldırıp yüzüne bile bakmaması olmuş. oyuna öylesine yoğunlaşmış haldeymiş ki bir kez bile kafasını kaldırmamış tahtadan. tam altı saat boyunca. haliyle tahmin edebileceğimiz gibi kazanan rus oyuncu olmuş.

    kasparov şunu da gözardı etmiyor: doğuştan yetenekli insanlar var, beyinlerinin motoru yüksek devirde çalışan insanlar. ama deha seviyesinde yeteneklerde göze çarpan ilk özellik inanılmaz konsantrasyon yeteneği, dikkatleri dağılmadan uzun süreler boyunca yaptıkları işe yoğunlaşmaları oluyor.

    makalenin orjinali için: http://standpointmag.co.uk/…kasparov-magnus-carlsen
  • normal zamanlarda sefihler ve ahmaklar iş başındadır.

    aklı gözüne inmiş olan sefih ve ahmak kitlenin de itibar ettiği, değer verdiği, özendiği yine onlardır.

    normal zamanlarda kimsenin yüzüne bakmadığı dehalar ise olağanüstü şartlar gelip çattığında ortaya çıkarlar ve kıymete binerler. zira ahmak da olsalar kitleler(hayatta kalma dürtüsü ile) dehalara itibar etmeye başlarlar. onların önderliği olmadan hayatta kalamayacaklarını sezerler.

    bu nedenle zorlu şartlar dehanın habercisidir.

    veya deha gelince zorlu şartlar ufuktadır da denebilir belki.

    savaş, açlık, sefalet, ölüm...

    bunlar kapıya dayandığında, dehanın da oralarda bir yerlerde olduğundan emin olabilirsiniz.
hesabın var mı? giriş yap