550 entry daha
  • siyah göz makyajlı, beyaz tenli bir kız. daha önce pek de rastlanmayan bir tarzda dans ediyor, daha önce türk televizyonlarında endam eden herhangi bir kızdan hiç de beklenmeyen bir müzik eşliğinde, yine hiç de aşina olmadığımız tarzda sözler söylüyor... fetus pozisyonunda yere yatılmış, o günden on yıl sonrasında bile konuşulacak, türk rock müzik severinin kulaklarına kazınan o çığlıkları atıyor..

    öncelikle, bu yazıyı neden yazdığımdan bahsedeyim. dinlediği müziğin belki de yüzde doksan dokuzunu oluşturan, bağnazlık düzeyinde bir metal müzik dinleyicisi olan, öküzümsü brutal vokaller eşliğinde atılan delişmen blast beat'leri ve eti kemikten ayıran çılgın gitar riff'leriyle ağzının suyunu tutamayan benim gibi biri, nasıl oluyor da özlediği sevgilisinden, liseli bir kız edasıyla söylenen cici çocukluk kıpırtılarından falan bahseden bu kız hakkında bir şeyler karalama ihtiyacı duyuyor, kısaca bahsedeyim.

    ama önce, ukalalık yapmak istiyorum.

    müzikalite, yüzde yüz olmasa da, göreceli bir kavramdır. insanlar, dinledikleri müzikleri seçerlerken, aslında gerçekten de iyi olan müziği değil, kendi kafalarına en yatkın, o güne kadar onları bir şekilde etkilemiş deneyimlerine sığınmaları sonucunda ortaya çıkan karakterlerine uyan tarzda bir müzik zevki edinirler. içinde araştırmacı kimlik, zeka seviyesi, müzik kulağı, merak gibi, çeşitli olduklarına inandığım faktörlerdir bir müzik zevkinin oluşmasına ön ayak olan. "kulağa güzel gelen her şeyi dinlerim", müzik hakkındaki gelmiş geçmiş en yüzeysel yorumdur; zira bu, "bir çekiç alıp işaret parmağınıza olanca gücünüzle vurursanız, canınız acıyabilir" ifadesi kadar "e tabii ki!"lik bir ifadedir.

    nasıl "hoşuna giden her türlü şeyi dinliyor olmak", asla ve asla eleştirilemeyecek bir durumsa, herhangi bir müzik türünün var olan diğer tüm müziklerden daha güzel olduğuna inanmak da, aynı derecede kabul edilebilir olması gereken bir yaklaşımdır. bu bağlamda, yazıyı yazan kişi olaraktan ve yazının devamındaki bakış açısını netleştirmesi açısından, tavrımı -tabii ki tümüyle kişisel bir yorum babında- hiç gecikmeden ortaya koyuyorum: benim için var olan en güzel müzik, metaldir. bu böyledir. aha da söyledim.

    dediğim gibi, bir insanın müzik zevki aslında tümüyle kişinin kendi elinde olmuyor. genellikle en erken on, en geç de yirmi yaşına kadar şekillenen müzik zevki, çoğu zaman dış etkenler çerçevesinde gelişiyor. eğer az önce bahsettiğim ve müziğe bakış açımızın oluşumunda etkili olduğuna inandığım "farklı şeyler arama", "zeka seviyesi", "müziğe olan yetenek" gibi kavramların bu oluşumda etkili olduğu inancını taşıyorsanız, sanırım neden bahsettiğimi anlıyorsunuzdur. on ila on beş yaşları arasında bir çocuk düşünün. büyük çoğunluk göz önüne alındığında, bu çocuğun gelecekteki müzik zevki, medyada kendisine sunulan; en kolay ulaşılabilen; kendi müzikal birikimleri de, müzik hakkında en ufak bir birikimi olmayan bu çocuğunkinden fazla olmayan ve bir adet kaset fazla satmaları, kaliteli müzik yaratma çabalarının her zaman önünde olan kimselerce yapılan; kısacası televizyonu açtığınızda size kustururcasına sunulan, o içeriksiz, özensiz, değersiz ses ve efekt yığınlarından ibaret olacaktır.

    müziği "ses olsun" ve "arkada çalsın" olarak görmeyen azınlıktaki kitle ise, alternatif alanlar olması gerektiğini düşünecek ve muhtemelen genç yaşlarda kendi çabalarıyla bir müzik zevki geliştirecektir. misal benim bu konudaki "aydınlanmam", bu kıyağından dolayı kendisine müteşekkir olduğum sevgili serdar ortaç sayesinde olmuştu. on üç, on dört yaşlarındaki ben, zamanında yaza damgasını vuran "karabiberim" adlı eserin o kıpır ritimleri ve dinletirken düşündüren o akıl dolu sözleri eşliğinde bir anda sarsılmış, ve yeryüzünde daha zeki insanlar tarafından yaratılan, daha yaratıcı, daha yetenekli kimselerce yapılmış müzikler olması gerektiği fikriyle kendime gelmiştim. bu aydınlanmamın ardından, kimi dış etkenler ve edinilen deneyimler çerçevesinde, metal müziği kendime en yakın bulmuş ve sahiplenmiştim. belki o dönemlerde yaşadıklarım farklı olsaydı, hayatımı etkileyen olaylar başka başka olsaydı, bize sunulanın haricindeki diğer bir türe de kayabilirdim; bu caz da olabilirdi, elektronik müzik de, bir başkası da. ama sonuçta ben tam anlamıyla bir metal delisi olmuştum. ne saç uzatıyor, ne siyah giyiyor, ne de görüntü anlamında bir "metalci" profili çiziyordum, ama ruhumun derinliklerinde ben gerçekten de ıslah edilemez bir metal dinleyicisiydim.

    tüm bu ön açıklamaları, bilinçli olarak böylesine uzatarak anlattıktan sonra, asıl konumuza yaklaşmaya başlayalım. on beş yaşlarında bir çocuğun, tanıdığı diğer herkesten farklı bir şey yapıyor olması, farklı bir zevke sahip olması ve bunu tümüyle kendi merakı ile sağlamış olması, onu -o yaşların getirdiği bir denyoluk gereği- "ben farklıyım" hissiyatına sokuyor elbette. popüler müziği yücelten insanlara laf sokmalar, bu sayede oluşan anlamsız kibirler ve tüm bunlar sanki bir bokmuşçasına sevinmeler, az da olsa yaşanıyor kaçınılmaz bir şekilde (kırarım lan bu yazıyı şebo nerde diyorsunuz biliyorum, geldi işte tamam).

    ve işte bir gece, “metal dışındaki diğer her şey tırttır, tataktır hacı” modundaki herhangi bir gecede, televizyonu açıyosunuz. hiç beklemediğiniz bir şey oluyor. siyah göz makyajlı, beyaz tenli bir kız. daha önce pek de rastlanmayan bir tarzda dans ediyor, daha önce türk televizyonlarında endam eden herhangi bir kızdan hiç de beklenmeyen bir müzik eşliğinde, yine hiç de aşina olmadığımız tarzda sözler söylüyor... fetus pozisyonunda yere yatmış, o günden on yıl sonrasında bile konuşulacak, türk rock müzik severinin kulaklarına kazınacak o çığlıkları atıyor..

    "vay amına koyayım bu da kim?" oluyorsunuz. bir an sarsılıyorsunuz. çalan şey cıgıcıgı metal değil, ama... ama çok güzel! "hakkaten lan bu kim?!"

    işte her şey böyle başlıyor. o kız kısa bir süre sonra, önüne konan cam panodan akıtılan suların arkasından, yağmurları sevmemiz gerektiğinden, bunu yaparsak bulutların ağlayacağından falan bahsediyor ve bizi resmen delik deşik ediyor.

    şimdi geçmişi ve günümüze dek geçen süreyi bir anda atlayalım ve şu anki bakış açımızla geçmişten bugüne şöyle bir bakalım.

    "kadın" albümüyle, türk popüler müzik tarihinin en başarılı debut'lerinden birini yaptı şebnem ferah. içinde iyi, çok iyi ve eşi benzeri olmayan şarkılar vardı. her dinleyişte hayran kalınan bu şarkıların içeriğine baktığımızdaysa, tüm bu olanları daha da ilginç kılan o ibareyi görüyorduk: söz-müzik: şebnem ferah...

    durum ortadaydı. bu kız "çok" yetenekliydi. kimselere benzemeyen bir yorum gücü, tümüyle özgün bir vokal tarzı ve hepsini taçlandıran bir şarkı sözü yazma ve beste yapma becerisine sahipti. "kadın"ın etkisi uzunca bir süre devam etti; bazıları için hala da devam ediyor. "yeniden doğup gelsem"in o mükemmel "groove"u, "yağmurlar"ın eşsizliği, "deli kızım uyan"ın kanımca daha çok, iyi performans sergilenen konserlerde ortaya çıkan yoğunluğu, "fırtına"nın özgünlüğü, "vazgeçtim dünyadan"ın çaktırmadan, alttan alttan verdiği sertliği...

    sonra, bir şeyler oldu ve gerekçesi şebnem'in isteklerinden mi, yoksa ticari bir imaj değişikliği gereksiniminden miydi bilinmez, şebnem bambaşka bir görünüm ve daha "kabul edilebilir" bir müzikle karşımıza çıktı. "artık kısa cümleler kuruyorum", "kadın"dan her açıdan bu derece farklı olmasından muhtemel, kimilerinde "e bebişim daha yeni tanıştıydık, uzun cümlelere biraz daha devam etseydin" türünde bir yaklaşıma neden oldu. "kadın"daki her parça, bir başka dinleyicinin favorisi olabiliyorken, kurulan kısa cümlelerin hepsi için bu geçerli değildi. her ne kadar "ay" gibi, "bugün" gibi, “oyunun sonu” gibi şu an bile şebnem'in yazdığı en iyi parçalardan bazıları o albümdeydiyse de, "artık kısa cümleler kuruyorum" asla bir "kadın" değildi.

    şarkı sözleri konusunda da farklılaşan şeyler vardı. önceki albümdeki şarkı sözlerinin aksine, şebnem bu albümde sanki şiirler yazmıştı. kabul edersiniz ki, yapılan bir besteye yazılan sözler, o parçanın unsurlarından biridir ve müzikle birlikte vardırlar. bir şarkıyı çok sevdiğinizde, o şarkıda geçen her mısrayla kendinizi özdeşleştirmek zorunda hissetmezsiniz. eşlik edersiniz, müziğin temposuyla, duygusuyla birlikte söylersiniz. ama sözler şiirleştikçe ve kişiselleştikçe, dinleyici bu sözlerle kendi arasında bağ kuramadığı anda şarkıyla olan samimiyeti de sekteye uğrayabilir. burada kastım şebnem’in şarkı sözü yazımında gerilediği falan değil, tam tersine, kendi tarzı düşünüldüğünde türkiye’de bu konuda onunla aşık atabilecek sayılı insan olduğunu inanıyorum. ama yine de sözlerdeki bu değişim, muhakkak ki göze çarpıyordu ve bu tarz söz yazımına bayılanlar olduğu gibi, “hmmm... öyle diyosan” şeklinde yaklaşanlar da oldu muhakkak ki.

    bu arada, müziğin haricinde birtakım başka durumlar da su yüzüne çıktı. özellikle "kadın"daki imajı ve tavrı düşünüldüğünde, şebnem ferah sayıları gün geçtiçe artan bir kitlenin idolü haline gelmiş, gerektiğinde sert olan, ama yeri geldiğinde herkesten çok incinebilen, çocukluğunun saflığını aklından çıkarmamayı seçmiş bu kızın peşinde adeta bir liseli gencolar ordusu peydahlanmıştı. mensuplarının sayısı belki de on binleri bulan edşk, yanı ergenlik dönemindeki şebocular klanı, bu "şebo" çılgınlığını günde güne arttırarak onu tam anlamıyla bir idol, bir ikona haline getirmişti.

    bu noktada, şebnem ferah'ın fiziksel portresinden de bahsetmek lazım gelir diye düşünüyorum. şebnem ferah, benim de içinde bulunduğum bir kitle tarafından aşırı derecede çekici ve güzel bulunurken, bir kısım insanın düşüncesi ise bunun yakınından bile geçmiyordu. bu ilk kitlenin profiline baktığımızda, gerçekten de ilginç ve incelemeye değer bir durumla karşılaşıyoruz.

    erkek "şebocular", müziğine ve görüntüsüne hayran oldukları bu kıza karşı klasik bir karşı cins sevgisi, beğenisi, hayranlığı ve aşkı beslerken, asıl ilginç olan, kızlarda yaşanıyordu.

    ergenlik dönemi ve buluğ çağı civarlarında gezinen sayısız kızın, dillendiremedikleri birtakım duygularına tercüman olmasından ve yaşları gereği sergilemek istedikleri farklı olma dürtüsünü herkesin gözü önünde bire bir gerçekleştirmesinden dolayı, fiziksel özellikleri göz önünde bulundurulduğunda aslında gayet de "uygun" gözüken bu kıza karşı adeta lezbiyenliğe varan bir tutku, bir özdeşleşme, bir aşk duydukları gözlemleniyordu. kimi konser görüntülerinde rastlanacağı üzere, şebnem ferah konserlerinde en ön saflarda yer alan kimi kız güruhları, ne bir tarkan, ne de bir justin timberlake konserine nasip olacak düzeyde bir tutkuyla, adeta kendilerini parçalıyorlar, sahnede kendilerini temsil ettiğine inandıkları ve şebnem ferah'ın da adeta her tarafından akan bir dişilikle pekiştirdiği bu aurayla, adeta bu kıza hem mental, hem de cinsel yönden bir yakınlık duyuyor izlenimi uyandırıyorlardı. bu kızların gözünde, masum bir "şarkılarınla benim aşk hayatımı yansıtıyorsun, çok bizden, çok içten duygular yaşatıyorsun, seni çok seviyorum şebocum" ifadesinden ziyade, "sana tapıyorum" türü bir psikolojinin yansıması göze çarpıyordu.

    bu satırların yazarı olan ben, o dönemlerde –ve hala da- bir yandan death metalin, black metalin köpeği olmuş, carcass'la bile duygulara kapılma becerisini ve anlamsızlığını sergiler bir hal almışken, bu kızın inkar edilemez beste yapma kabiliyeti karşısında her zaman saygı ve hayranlık duymaya devam ediyordum. bir yandan at the gates ile, death ile çalkalanan ruhum, "bütün eşyalar üst üste, terk etmeden önce" dizeleriyle kendini şaşırıyor, şebnem'in "zaman, ağır ol henüz erken" derkenki hissedişiyle adeta "şebnem, gel abi kır kafamı gözümü köpeğin et beni" diyordu.

    ardından yine epey bir zaman geçti. her sene bir albüm yapan, daha doğrusu her sene, en kolay eşlik edilebilecek vıcıklıkta on tane formülize edilmiş ses yığınını bir araya getiren dangalakların aksine, şebnem'in albümler arası geçen sürelerde, evinde, orada burada oturmuş, elinde gitarıyla, gerek fiziksel, gerek ruhsal çabalarla gerçek şarkılar yazıyor olduğunu bilmek bile, onu sevmek, dahası, ona saygı duymak için yeterli bir sebepti. evet, dinleyicilerinden herhangi biri olan benim müzik zevkim giderek daha uç noktalara kaymış ve ekstremleşmiş, o ise olabildiğince yumuşamıştı; bir sonraki "perdeler" ile bu ara daha da açılacaktı; ama ne olursa olsun, onun hep bir yeri vardı, o hep ayrıydı.

    benim için artık şebnem ferah, yaptığı her albümü, sırf samimiyetine ve içtenliğine inanmamdan ötürü çıkar çıkmaz alacak olmama rağmen, her albümünde bana "istediğimi veren" birkaç parça yapan, geri kalan kısmıyla kendimi bağdaştıramamamdan ötürü bir kenara bırakmak zorunda kaldığım çalışmalara imza atan biri olmuştu. misal bence gerektiği değer verilmeyen ama şebnem'in en sert ve sağlam parçalarından biri olarak gördüğüm "perdeler", türk pop müziğinin en güzel ve orijinal örneklerinden biri olarak nitelendirdiğim "sigara", veya "korkarak yaşıyorsan" son derece güçlü parçalarken, bir "günaydın sevgilim" dendiğinde tavrım, "almiyim", hatta "kusura bakmayın, alamam" şeklinde oluyordu (death diyorum, mayhem diyorum...).

    sonra "kelimeler yetse"yle ortamlara aktı şebnem. "ben şarkımı söylerken" benim gözümde şebnem'in en kötü çıkış parçasıydı. asla ve asla sevemedim. o dönem basında yer alan ve çok ilginç bir şeymiş gibi sunulan "kaygan delik falan diyo ooo ne ayıp vay be asi kız tabi lafını esirgemiyo" gerzeklikleri eşliğinde "kelimeler yetse", böyle bir patladı diyelim. benim içinse o albüm "ben şarkımı söylerken" değil, "iyi kötü", "mayın tarlası" ve "babam oğlum"du.

    her ne kadar bu albüm, beğendiğim şarkılar bazında bile rahatsız olduğum kimi yaklaşımlar sergiliyor, ezilen ama vazgeçmeyen geyşa tandansını yaşatıyorduysa da, "perdeler"de bahsettiğim o "sen istediğimi az da olsa ver, ben seni sevmeye devam edeceğim" fikriyatını desteklercesine, her şeyiyle mükemmel bir "iyi kötü" patlatıyordu, ben kendime lazım olanı almış olma huzuruyla albümü stop ediyor, "vasat şarkılar da yap, ama birkaç tane şunlardan yaptığın sürece koçumsun şebnem" diyordum; demekle de kalmıyor, bunu yıldızlara haykırıyordum fütursuzca.

    ve "can kırıkları"... ("ve" ile başlayan cümle karizması dediğimiz...) bu yazıyı yazma sebeplerimden belki de birincisi olan albüm. "kelimeler yetse"den sonra neler oldu elbette ki bilmiyorum. ama "can kırıkları" gibi bir yoğunluğa her ne sebep olduysa, iyi ki olmuş diyorum. "kadın" ile birlikte şebnem'in tartışmasız en iyi albümü olduğuna inandığım "can kırıkları", sıradan tek bir şarkı bile olduğunu düşünmediğim, tek kelimeyle mükemmel bir iş olarak ağzıma çatııır çatııır sıçmıştı. "okyanus"u ilk dinlediğimdeki halimi hatırlıyorum da, sadece o "şiiiiiiimdi"ler bile bana platonik aşkın kitabını yazdırabilirdi. "can kırıkları"ndaki o son çatlak sesli haykırış, "delgeç"in konserlerde kan çıkar diye düşündürten nakaratı, "ben bir mülteciyim (güç)"ün, enfes ateizm betimlemeleri ve bireysel yeterliliğin önemine dair övgüsü, tek kelimeyle zevkten zevke koşmama vesile olmuştu. şebnem, neredeyse on yıl sonra, tekrar yapacağını yapmıştı.

    ve 2007'de şebnem, bir halt daha yedi. "10 mart 2007 istanbul konseri"ni çıkardı. açık açık ukalalık yaparak söylüyorum, sayısını hatırlayamadığım kadar çok, belki iki yüze yakın canlı konser ve daha da fazla konser dvd'si izledim; canlı konserleri bir kenara bırakayım, çünkü bu bahsedilen bostancı konserine gitmedim. ama hayatımda "10 mart 2007 istanbul konseri"nden daha iyi bir konser dvd'si, inanın izlemedim. gerek çekimler, gerekse şebnem'in gözlere yaş olan performansı ve resmen kendine aşık eden karizmasıyla, bu konseri, satın aldığım günden bu yana neredeyse gün aşırı izlediğim bir başyapıt olarak nitelendirmekte beis görmüyorum. olağanüstü.

    yazının sonuna gelirken, dinlediğim tek türkçe sözlü müziği yapan ve kimi parçalarıyla gerçekten sürüm sürüm sürünmeme vesile olmuş bu insana, herhangi bir dinleyicisi olarak teşekkür ediyorum. şebnem, günümüzde türkiye'de icra edilen popüler müzik düşünüldüğünde bence çok başka, apayrı bir yerde. "10 mart 2007 istanbul konseri"nden rahatça görülebileceği üzere de, gerek mentalite, gerek vizyon, gerek profesyonellik, gerek de işine olan inanç açısından diğer herkesten farklı bir kulvarda.

    benim gibi deli metalci bi adam için bayağı bi gey kaçacaksa da...

    her zaman zarif ve asil oluşunu; bugüne dek ağzından hiç "öylesine" bir laf duymayışımı; sanırım o pek hoşlanmasa da, gülümsediğinde görünen dişetlerini; "fırtına"nın klibindeki o heyecanını yenememiş amatör rol kesme çabalarını; "çocukken giydiğim kırmızı rugan ayakkabılar"ı canlı çalarken attığı tapping bölümü esnasında ne kadar seksi oluşunu; göğüslerinin biraz küçük olduğunu düşündüğünden olacak, katıldığı programlarda ve kliplerinde yanlardan bastırarak özellikle bir göğüs vurgusu yapışını; onun belki öyle bir amacı olmasa da, benim "deli kızım uyan" ve "ben bir mülteciyim"den aldığım ateizm referanslarını; şarkılarında aczini ifade ederken bile, şikayetini de, öfkesini de, merhamet talebini de hep bir insana yöneltiyor oluşunu ve ilahi bir beklentiye mahal vermemesini; tabii ki devasa botlarını; bembeyaz sahne kıyafetiyle şarkı söylerken seyirciler arasından tek bir kişi ya da gruba "siz mesajı aldınız" tadında metal işareti yapmasını, çok ama çok seviyorum.

    en çok da, sahnedeyken aldığı belli olan tarifsiz zevkten ve mutluluktan dolayı, en damar, en yıkıcı şarkılarını bile, kendini engelleyemiyormuşçasına, gülümseyerek söylemesini.

    çok kral bi kızsın şebnem. bunca yıldır... helal olsun ne diyim.
2336 entry daha
hesabın var mı? giriş yap