1989 entry daha
  • "dış politika açısından demokrasilerin otokrasilere göre daha barışçıl olduğuna dair hiçbir kanıt yok. hatta demokrasiler genelde dış politika açısından daha saldırgan oluyorlar."

    yukarıdaki kelimesi kelimesine hatırlayamadığım alıntı margaret macmillan'dan. burada sanki demokrasi karşıtlığı yapıyor gibi gözükeceğim ama amacım kesinlikle o değil. demokrasilerin bazı iç çelişkilerinden ve liberal demokrasilerin sıkıntılı eylemlerinden bahsedeceğim.

    başta insana saçma geliyor. buradan "stalin şu kadar öldürdü, mao bu kadar öldürdü" dediğinizi duyar gibiyim. bu otokratların eylemleri sonucu ölen insanlar bu mesele ile hiç alakalı değil, zira bu insanlara atfedilen ölümler iddia edilen kadar fazla olsa dahi bu ölümleri iç politikaya yormamız lazım. demokrasiler tartışmasız bir şekilde iç politikada bir güven ortamı oluşturuyorlar. demokratik bir ülkede yaşıyorsanız devletin sizi kasten ya da sehven öldürme ihtimali oldukça düşük. ama demokratik olmayan bir ülkede yaşıyorsanız yaşadığınız devletin iç politikası sonucunda ölme ihtimaliniz olduğu kadar demokratik bir devletin dış politikasının sonucunda ölme ihtimaliniz var. yani bir insan için en iyi dünya düzeni yaşadığı coğrafyada demokrasilerin, diğer yerlerde ise otokrasilerin iktidar olması.

    1815'le başlayalım. avrupa'nın napolyon savaşlarının bitişi ile başlayan ve birinci dünya savaşına kadar süren uzun barış dönemi metternich sistemi'nin getirdiği güç dengesi dışında demokrasilerin daha yeni gelişiyor olması ile de sağlanıyor. savaşa değmeyecek küçük krizler popülist söylemlerle tırmandırılmadan yöneticiler tarafından çözülüyor. bu dönemde avrupa devletleri arasında güç dengesini korumak için savaşılmış kırım savaşı ve 1870-71 fransa prusya savaşı dışında pek bir savaş olmuyor. ama 1880'lerle gün içinde bir kaç baskı yaparak kamuoyunu rahatça kışkırtabilen gazetelerin çıkışı ile işler değişiyor.

    macmillan'a göre, bunun böyle olmasının bir sebebi demokrasilerin özgür basın ile gelmesi. özgür basın her zaman için iyi basın demek değil. popülist söylemler özgür basında çok yankı bulabiliyor. bu da sonraki seçimi düşünen iktidarların kazanılsa bile büyük kayıplara karşılık çok küçük kazanımların elde edilebileceği savaşlara girmesine sebep oluyor. macmillan bu hipotezini 1890'ların sonundaki almanya britanya arasındaki solomon adaları gerginliği ile açıklıyor. solomon adalarının almanya için pek bir önemi yok. o yıllarda hiçbir alman bu adaları haritada gösteremiyor ama almanya kamuoyu o adaların en azından bir parçasının almanya'nın olması gerektiği konusunda hemfikir. bu kriz savaşa dönmese de demokrasilerin tehlikesini göstermiş oldu.

    kişisel görüşüm bir insanın en güçlü hissinin haksızlığa uğrama hissi olduğu yönünde. tuttuğum takım kötü oynayıp yenildiğinde maçtan sonra 15 dk üzülürken hakem hatası olduğunu düşündüğümde bir hafta sürekli aklıma geliyor*. bu güçlü his, insanların iki tarafın da kısmen haklı olduğu önemsiz konularda "niye ben geri adım atacakmışım, o atsın" diyerek pasifist çözümlere gitmelerini engelliyor. bunun en güzel örneği bence türkiye ile yunanistan arasındaki 12 mil sorunu. bu sorundan kaynaklı başlayabilecek bir savaşın sonunda oluşacak kayıpları geçtim, iki tarafın da diğer tarafa iradesini tamamen kabul ettirerek elde edeceği kazançlar bu sorundan kaynaklı şu ana kadarki silahlanma harcamalarından küçüktür. ama iki taraf da bu konuda geri adım atma ya da pazarlık yapma düşüncesine sahip değil, zira hiçbir iktidar bu pazarlıktan sonra iktidarını koruyamaz.

    bunun dışında demokrasilerin saldırganlığının başka bir sebebinin demokrasilerin hesap vermemeleri olduğunu düşünüyorum. şimdi hemen "seçim oluyor işte, bundan daha büyük bir hesap verme olur mu" diyebilirsiniz. hesap vermeyi siyasi kariyere indirgemek batı tarzı demokrasilerin çok uğraştığı bir mevzu. benim gözümde hesap verme suçlunun cezalandırılmasını, aynı suçun gelecekte de işlenmesini caydırmayı ve mağdurun mağduriyetini gidermeyi içermeli. george w. bush'un siyasi geleceğinin ırak savaşından etkilenmemesini geçtim, ırak'ta kitle imha silahları olmadığı kanıtlandığında bile tutuklanmadı. hatta bu raporları oluşturanlardan bile sebep oldukları milyonlarca ölümün hesabı sorulmadı. abd'nin ve birleşik krallık'ın ırak'tan yaptıkları servet transferi de abd/bk halklarından silah üreticilerine aktarılan servet transferi de hesapsız kaldı. bunların hesabı nasıl sorulsun ki? burada bir çıkar çatışmasından bahsediyoruz. bu olayların asıl mağdurları abd/bk halkı değil, hatta bir kısmı bu olaylardan kazanç da elde etti. mağdurlar abd seçimlerinde oy kullanamazken bu işten kazançlı çıkanlar hem oy kullanabiliyorlar hem de abd'de pac/super paclerle abd politikasına yön veriyorlar. ortalıkta o kadar büyük bir hesapsızlık var ki bp'nin ırak petrolünden elde ettiği ekstra kar bile aradan geçen onca yıla ve bir sürü skandala rağmen ırak'a tazminat olarak ödenmedi.

    eğer ilgili demokrasi güçlüyse bu hesapsızlık uluslararası hukuka da yayılabiliyor. kamuoyunda "lahey işgal yasası" olarak da bilinen american service-members' protection act herhangi bir abd askeri herhangi bir şekilde tutuklanırsa abd hükümetine sınırsız güç kullanma yetkisi veriyor. yani kendi içlerinde hesap verebilirlikleri olmadıklarını zaten biliyoruz ama bazı demokrasiler uluslararası kurumlar önünde de hesap vermiyor. bu yasayı çıkartanlar gayet demokratik şekilde seçilen insanlar ama kendi işlerine geldiğinde gayet demokratik demokratik mecliste ve senatoda oylarını kullanıp kurulma aşamasında bizzat bulundukları uluslararası kurumları felç etmekten geri durmuyorlar.

    otokrasilerde ise hesap verebilirlik bambaşka bir noktada. mesela saddam hüseyin'in muammer kaddafi'nin verdiği hesaba bakın. sanmıyorum öyle bir şeyin olabileceğini ama bugün rusya, ukrayna'da savaşı kaybederse putin, lavrov, shoigu, medvedev, lukashenko sadece pozisyonlarını ve servetlerini kaybetmeyecekler, muhtemelen yakın akrabalarıyla birlikte ölecekler. bu hesap verebilirlik otokrasileri dış politikada daha dikkatli olmaya itiyor.

    demokrasilerin başka bir sorunu da kendilerini ahlaki olarak daha üstün bir seviyede görmeleri. bu sorun dört şekilde zuhur ediyor. ilki kendi eylemlerine yönelik dış eleştirileri tu qouqou ile kategorik olarak reddetmeleri. abd'nin saldırgan dış politikasına yönelik liberal demokrasi olmayan herhangi bir ülkeden gelecek eleştirilerin genelde eleştirenlerin iç politikalarıyla dalga geçilerek ad hominem yöntemlerle bertaraf edildiğini sürekli görüyorsunuzdur. bunun en güzel örneğiyse birleşik krallık. biliyorsunuz bk ülkesine kaçak giren mültecileri kendi ülkelerine gönderme kararı aldı. bu karar hiçbir şekilde uluslararası hukuka uymuyor ve bu yüzden de muhtemelen aihm bunu durduracak bir karar verecek. bunu bilen britanyalı hakimler ve politikacılar aldıkları kararın uluslararası hukuka aykırılığını bilmelerine rağmen "biz hukukun geliştiği topraklarız, bizi götü boklu azerbaycanlı moldovalı hakimler mi yargılayacak" diyerek avrupa konseyi'nden de çıkma hesapları yapıyorlar. kendilerini sadece fransız ve italyan hakimler yargılayacak olsa böyle yapmayabilirlerdi*

    bu ahlaki üstünlük inancının yarattığı ikinci sorun da liberal demokrasilerin kendi dış politika çuvallamalarına bakmadan liberal demokrasi olarak görmedikleri ülkelerin iç politikalarına müdahele hakkını kendilerinde görmeleri. bu müdahele bazen ırak'ta ve libya'da gördüğümüz gibi kuvvet kullanımı ile olurken çoğu zaman kar amacı gütmeyen kuruluşlar üzerinden yürüyor. buradafoncu tartışmasına girmek istemiyorum, zira fonlar her ne kadar iç politikaya karışma anlamına gelse de türkiye başta olmak üzere çok ülkede ezilen çok insanın sesinin duyulmasına yardımcı oluyor. ama yine de bu fonlar çoğunun içinde demokrasi kelimesi geçen, amblemleri bile tek tornadan çıkmış gibi yüzlerce sivil toplum örgütü ile otoriter rejimlerde gündem yaratma aracı olarak da kullanılıyor.

    aynı yöntemleri rusya'nın ya da iran'ın batı tarzı demokrasilerde uygulamasına kesinlikle izin verilmiyor. mesela birleşik krallık'ta altı dönem işçi partisinden milletvekili olan george galloway sırf sputnik ile program yaptığı için "rusya ile ilişikli medya" oldu. ya da yine işçi partisinin eski vekillerinden chris williamson, sırf iran devlet kanalında palestine declassified adında haftada bir saatlik bir program yaptığı için onun israil ile ilgili olsun olmasın, söyleyeceği her şey artık "iran ile ilişikli medya" filtresinden geçirilmeli. yani söylediğiniz şeyler doğru olsun ya da olmasın, iran'dan fon alıyorsanız ciddiye alınmıyorsunuz, fon almıyorsanız da sesinizi duyuramıyorsunuz. özetle, demokratik ülkelere göre kendileri otoriter ülkelerdeki vakıflara destek verirken hiçbir art niyetle hareket etmiyorlar. ama demokratik bir ülkenin vatandaşı sesini duyurmak için otokratik bir ülkeden kaynak alırsa onun söylediği ve söyleyebileceği her şey o para aldığı ülkenin çıkarlarına hizmet eder. bu yüzden de george galloway gibi chris williamson gibi o ülkelerde kaynak bulamayıp seslerini duyurmak için mecburen dış kaynağa yönelen isimler sırf o dış kaynağın otoriter olması sebebiyle yaftalanıyorlar.

    ahlaki üstünlük anlayışının yarattığı üçüncü sorun da batı demokrasilerinin otoriter devletlere göre dış politikada diyaloga daha kapalı olması. demokrasiler demokrasi olmayan ülkelerin çıkarlarına saygı duymadıkları için dış politikada daha az uzlaşmacı bir tavır takınabiliyorlar. ayrıca, batı demokrasileri kendilerini otoriter devletlerle denk görmedikleri için de bu devletlerle olan ilişkilerini "denk devlet ilişkisi" gibi değil de "öğretmen/öğrenci" ilişkisi şeklinde kuruyorlar.

    ahlaki üstünlük inancının getirdiği son sorun ise din savaşları zihniyeti. eğer bulunduğunuz yerin ahlaken üstün olduğuna dair çok güçlü bir inancınız varsa üstünlüğünüzü yaymak için savaşmakta bir sorun görmezsiniz. bu inanç, batı tarzı demokrasilere, diğer batı tarzı demokrasilerin gözünde, otokrat rejimlere karşı kuvvet kullanma meşruiyeti sağlıyor.

    buraya kadar çok şey yazdım. bunlardan sadece özgür basın margaret macmillan'dan duyduklarımdı, gerisi kendi düşüncelerim. yani name dropping yapıp kendi düşüncelerime itibar sağladığımı düşünmeyin. yazdıklarımı ciddiye alıp almama kararı verirken benim sosyal bilimci değil de mühendis olduğumu dikkate alın. eksikler görürseniz yeşillendirin.

    son olarak demokrasilerin dış politikada daha saldırgan olması son yıllar için çok geçerli olsa da bu tezle ilgili bir kaç sıkıntı olduğunu düşünüyorum.

    ilk sıkıntı bu "bilanço" nasıl yapıldı? ikinci dünya savaşı kaynaklı ölümlerin çoğunu otokratlara yazmamız lazım mesela, zira savaşın sebeplerini birinci dünya savaşı sonunda görüyor olsak bile savaş ağırlıklı olarak alman ve japon dış politikalarının ürünü. birinci dünya savaşı kaynaklı ölümleri demokrasilere yazabiliriz, zira savaşın temelinde ikisi de o günün şartlarına göre demokrasi olan almanya/fransa çekişmesi vardı. pek demokratik olmayan rusya ve avusturya bu ikisi kadar rol oynamadı. ama yine de ikinci dünya savaşında çok daha fazla insan öldü.

    ikinci sıkıntı ise demokrasilerin genel olarak saldırgan olup olmadığını ne kadar biliyoruz bilmiyorum. bir tane aşırı saldırgan bir demokrasi var* ve onu uç değer* kabul edip çıkartırsak demokrasiler biraz güvercinleşiyor.

    üçüncü sıkıntı, demokrasilerin tanımının zorluğu. liberal demokrasilerin demokrasiyi liberal demokrasiye indirgemesi de işleri zorlaştırıyor. mesela abd ne kadar demokrasi ve abd'nin aşırı saldırgan dış politikasını genel anlamda demokrasilere ne kadar mal edebiliriz?

    buraya kadar okuduysanız teşekkür ederim. yazdıklarımdan bir şey çıkartmanıza gerek yok. çıkartmak istiyorsanız demokrasilerin kendi vatandaşları için çok iyi olduklarını ama başka ülke vatandaşları için pek de iyi olmadıklarını çıkarabilirsiniz. demokrasilerin kusurlarını etik değerleri yüksek bir medyayla ve sınırları uluslararası hukuk ile çizilmiş düzgün bir hesap verebilirlik sistemiyle kapatabileceğimizi düşünüyorum. ama yukarıda da bahsettiğim gibi bu hesap verebilirlik olayına ilk demokratik olduklarını iddia eden ülkeler karşı çıkacaktır.
88 entry daha
hesabın var mı? giriş yap