3923 entry daha
  • internet'i geç bizim evde o zaman doğrudan bir yere telefon bile edilemezdi.

    telefon lojmanın telefonu olduğundan, telefon edebilmek için önce lojmanın santrali aranır, artık hepimizin sesini ezbere bilen ö.... abiye telefon numarası verilir ve beklenirdi. eğer hat varsa da kısa bir beklemeden sonra karşı tarafın çalışı duyulurdu. telefon ücretsiz olduğundan dolayı sık sık bir yerleri aramak ayıp sayılırdı. yani ortada bir sınırlama yoktu ama herkes bu teamüle uyardı. yani evde telefon vardı ama sanki bizim değildi de, acil durumlarda kullandığımız komşunun telefonu gibiydi.

    temmuz sonu, ağustos başı olmalıydı. tüm günü lojmanın sahilinde, artık hafif hafif kirlenmeye yüz tutmuş marmara denizinin orantılı tuzuyla kızararak geçirmiştim. güneş devrilmeye başladığında işte, o zamanlar henüz merdiveni daha tam yapılmamış yamacı, iptidai patikasından tırmanıp babamların briç ve oşkin oynadıkları işçi lokalinin önüne vardığımda, lokalin kapısında meşrubat içen çocuklar söyledi bana.

    anadolu lise sınavları açıklanmış. gazeteler erken baskı için hazırlanıyormuş. erken baskıyı akşam sekizden sonra cağaloğlu'ndan alabilirmişiz. t.....ların babası arabasıyla oraya gitmişmiş. belki erken baskıdan alıp bakacakmış. ben de girmişim ya, biz gitmeyecek mişmiyiz? bir gün daha nasıl sabredecek mişiz?

    ulen sabır etmeye edemiyorum da... bizim arabamız yok ki, bu saatten sonra erken baskı gazete alabilmek için cağaloğlu'na diyelim ki gittik, nasıl döneceğiz? aslında babam gündüzcü* gidebiliriz yani ama buradan oraya gittik diyelim. nasıl döneceğiz o saatten sonra buraya? akşam buraya otobüs yok ki. gece orada sokakta mı kalacağız? geri dönmek için tek yol taksi de işte oradan taksi buraya kaç lira yazar? en iyisi bir gün daha beklemek, yarın sabah erkenden de lojmanın büfesinden gazeteyi almak en mantıklı olanıydı işte. macera aramaya gerek yoktu.

    mecbur eve gittim. ama içim içimi yiyordu. göğsümün içinde kabarığından bir kumru kanatlanıp duruyordu ve ben ona uslu dur bile demiyor hatta için için kumruya hak veriyordum. eve girdiğimde annem arka balkona akşam yemeğini hazırlıyordu. beni doğrudan banyoya gönderdi. kardeşim o zaman daha iki yaşında, iç odada açık televizyonun karşısında bir elinde bebeği uslu uslu oynuyordu.

    banyomu yaptım. kardeşimi odadan aldım. balkona gidip oturduk. mercimek çorbası, köfte, salata ve pilav... annem mercimek çorbasını içerken hemen yanıbaşındaki küçük tüpte köfteleri koyar çorbamızın bitişine yetiştirirdi. çorba sonrası babam rakısını açar, abimin vefatından sonra hemen hemen her akşam olduğu gibi rakısını hazırlardı. sonra marmara denizinin üstünde hava kararıp yüzsüz yakamozlar oluşmaya başlarken, her akşam iki kadeh rakısını içerdi. biz yemeğimizin dibine hızlıca darı eksek de, annem babamın köftelerini teker teker pişirir. o iki kadeh rakısının yanına da muhakkak bir veya iki zeytinyağlı meze koyardı.

    babam işte henüz ikinci kadehinin ilk yudumunu almıştı ki, lokalin önündeki çocukların dediklerini anlattım ona. meraklanıp gözlerini açıp bir bana baktı babam. " dur bakalım." dedi "belki başkaca bir yolu da vardır." kalktı masadan doğruca telefona gitti. santrali tuşladı. santraldaki görevliye adı ile seslenerek "k.... bizde hürriyet gazetesinin numarası var mı?" varmış ki, kapanmadı telefon. o içimdeki kumru canlandı yine. canlanmak ne kelime sanki mahalledeki tüm arkadaşlarını çağırmış da içimde halay çekiyorlarmış gibi oldu. sonra babam kısa bir sessizlikten sonra yine konuşmaya başladı. hatır sorup tanıştıktan sonra bir ricamız olacakmış. zahmet olmazsa sonuçlara bakabilir misiniz efendim. evet tabi ki biliyoruz giriş numarasını. tabi ki beş dakika sonra yine ararız biz. çok teşekkürler çok teşekkürler.

    o beş dakika, o zamana dek geçirdiğim en uzun beş dakika oldu. kocaman ev üzerime geldi. artı yüzüm ne hale girdiyse iki yaşındaki kardeşim bile bir sıkıntı var zannedip gelip eliyle yanağımı okşayıp beni avutmaya çalıştı. annem bir yandan dualar okuyor bir yandan da heyecanını gizlemeye çalışıyordu. babam salondaki bir koltuğa oturmuş rakısı balkonda onu beklerken saate bakıyordu.

    sonra, sanki yıllar sonra "zaman" dedi babam. kalktı telefonun tuşlarını çevirdi. konuşmaya başladı. iyi akşamlar tekrar demin aramıştık ya biz. evet. evet. efendim... evet. çok zahmet verdik efendim. teşekkürler dedi telefonu kapattı. bana döndü ve koskocaman babam, delirmiş gibi zıplaya ve "kadıköy" diye bağırarak yanımda bitti bana sarıldı ve ikimiz birden kadıköy anadolu, kadıköy anadolu diye bağırarak zıplamaya başladık.

    ne kadar zıpladık öyle bilemiyorum ki... insan mutluluktan ne yapacağını bilemediğinde zaman su gibi akıp geçiyor. kendime geldiğimde kardeşim benimle birlikte zıplıyor ve annem köşede ağlıyordu.

    11 yaşındaydım ve annem 11 yaşında evden ayrılacağım diye ağlıyordu. uzaktı kadıköy bize. mecbur yatılı okuyacaktım.

    işte kadıköy ergenliğimin başında hayatıma böyle hiç tanımadığım bir insanın müjdesi ile girdi ve hiç terketmedi.
111 entry daha
hesabın var mı? giriş yap