• ağız tadı.

    bütün mutsuzluğumuz yokluğundandır.
  • mutualist formda başlayan ilişki, taraflardan birinin asalak forma geçmesi sebebiyle son bulur.
  • iki bireyin anlaşmalı olarak birbirlerine tanıdığı maneviyatı sikme yetkisi. buna doyamayanlar evlilik kurumuyla komple ömürlerini siktirirler. ama işte zevk veren bir hadise, yapcek bi şey yok. buyrun kolonya, peçete tutalım şöyle...
  • "yılgınlıktan çekilmiş sipsivri bir bıçak gibiydik
    öyleydik
    öyleydi sevgililik"*
  • sevgilinin içine yerleştirildiği, minik, plastik, garip nesne. (bkz: saksılık)
  • ciddi eğitimi verilmeli bunun. beceremeyenler yüzünden ne ilişkiler batıyor her gün, ne kalpler kırılıyor.
  • sorumluluk ister, sorumsuzluğu kabul etmez..
  • birisiyle sevgili olmak istemek, aslında bir nevi garanticilik. bir ego meselesi. tamamen biriciklik ve vazgeçilmezlik arayışı. sevişmekten ve vakit geçirmekten keyif aldığın birisi için vazgeçilmez ve biricik olmayı, aynı zamanda da o kişinin de senin için vazgeçilmez ve biricik olmasını istemek ve buna birtakım isimler vererek, kurgusal kurallar koyarak garantilemeye çalışmaktan başka bir şey değil. ha bir de tabii, varoluşa üretilmiş sahte bir çözüm. insanın kendi hayat sabiti kendisi olmadığı müddetçe, başka "olmazsa olmaz"lar arar hep.

    oysa kimse ne vazgeçilmez, ne de biricik. elbette birilerini başka insanlardan daha fazla seviyor olmak, onu diğerlerinden daha fazla arzulamak ve bunu karşındakinden de beklemek doğal şeyler. ama vazgeçilmezlik ve biriciklik tutkusu, kişinin kendine ve karşısındakine yaptığı zulümden başka bir şey değil. hayat acımasız; ilişkiler kavgayla gürültüyle bitmese bile, "vazgeçilmez"lerden biri diğerinden önce ölür (ki ikisinin aynı anda ölmesi çok daha trajik bir ölüm olur), diğeri tek başına kalır. hayatta kalan "vazgeçilmez" için geriye kalan yılların artık bir anlamı yoktur. oysa insan hayatı, sonu bitmek bilmeyen bir anlam arayışıdır. geride kalan için geçmiş mutlu yıllar, güzel ama özlenen hayaller haline gelirler ve "şimdi" için, "burası" için hiçbir şey ifade etmezler.

    yalnızlığa da bir çözüm değildir sevgililik. insan, "doğası gereği" korkunç derecede yalnızdır. sadece zaman zaman yalnızlığımızı unutturacak ilişkiler yaşarız. ancak insan, hayatının son anında, yani en gerçek anında, yani aslında tüm hayatında yapayalnızdır.

    netice itibariyle her şey bir gün biter. tüm hayatımız boyunca bitmeyecek, nereye gitsek peşimizden gelecek, dolayısıyla tutunabileceğimiz tek bir şey vardır: ben. yaşama içgüdüsüyle dolu olan bu varlığa ne kadar az, 'ben' olmayan diğer şeylere ne kadar çok tutunup bağımlı hale gelirsek o kadar çok yaşayan ölüler haline geliriz. "kurtuluşu başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur."

    bu yüzden diğerkâmlığın, kendinden geçişin hiçbir anlamı yoktur. hayır, dünyanın merkezine kendimizi koymamız gerektiği anlamına gelmez bu; kendi hayatımızın merkezine kendimizi koymamız gerektiği anlamına gelir. uyum, burada başlar. çünkü ancak o zaman neyin uyup, neyin uymayacağını bilebiliriz.

    sevgililik-fedakârlık denkleminde saçma olan bir şey daha vardır: insanlar, emek harcadıkları, fedakârlıkta bulundukları kişilerin kendilerini seveceklerini sanırlar. oysa fedakârlık, kendinden eksiliştir ve her eksilişte ne karşınızdaki kişiyi sevebilecek özne olan bir ben kalır, ne de karşınızdakinin sevebileceği nesne olan bir ben. halbuki insanlar, kendilerine değer katan ve bu değeri katarken eksilmeyen insanları severler. ayrıca fedakârlıkla kendini sevdirmeye çalışmak özünde iğrençtir. çünkü karşındakini satın almaya çalışır, sana ihtiyaç duymasından zevk alırsın.

    ilginç bir biçimde, egonun şişirilme ihtiyacıyla başlayan bu kısıtlayıcı ilişki türü, egonun paramparça olmasıyla sürünerek devam eder. hayır, ego yok olmaz, çünkü "her şeye rağmen" o ilişkiye devam etmek, hâlâ egosal beklentilerin var olmasının sonucudur. ego, kangrenli parmak gibi, acı vererek var olmaya devam eder.

    kısa bir süre önce, bana epey zarar veren birisiyle kısa ama yıpratıcı bir ilişki yaşadım. düpedüz psikolojik şiddete maruz kaldım. sürekli bir gidip, bir geliyordu. bir gün göklere çıkarıp, bir gün yerin dibine sokuyordu. kurtulmam gerektiğini biliyordum ama her seferinde bir yolunu bulup geri dönüyordu ve yine aynı şeyler yaşanıyordu. son kavgamızdan sonra bir rüya gördüm: rüyamda araba kullanıyormuşum ama bir yere sıkışmışım, çıkamıyorum. o sırada mavi renkli çok güzel bir arabanın bana doğru yaklaştığını görüyorum. arabanın ne kadar güzel olduğunu düşünürken araba bir anda bana doğru hızlanıyor ve ben bana çarpacağını anlıyorum. ama sıkışmışım, kaçamıyorum. ve araba çarpıyor. neyse, diyorum, frenleri tutmuyordu herhalde. derken araba geri geri gidiyor, tekrardan hızlanıyor ve tekrardan bana doğru geliyor o hızla. yine çarpacak diyorum, kaçmaya çalışıyorum, yine kaçamıyorum ve yine çarpıyor. birkaç kez tekrarlanıyor bu. en sonunda biraz kımıldayabiliyorum ve araba da bana çarpmaktan vazgeçiyor. ilginç olan şu ki, benim arabam paramparça olmuşken o mavi arabada bir tek çizik bile yok. öylece gidiyor. tekrar gelir, çarpar diye korkuya kapıldığım an kan ter içinde uyanıyorum. söylediğim ilk söz şu oluyor: "bu, o."

    her şey yerli yerine oturuyor. duygusal sıkışmışlık hissi içindeyken, uzaktan bakıldığında çok güzel görünen bir başkasının kurtarıcılığına inanıyorum. sonra gelip bana zarar veriyor, fark ediyorum ama onun adına bahane uydurmaya başlıyorum: frenleri tutmuyordu herhalde! oysa, frenleri bal gibi tutuyor, hem tutmuyorsa arabada ne işi var ki? mesele onun arabasını benim arabama çarptırması meselesi de değil ayrıca. mesele benim kaçamamam.

    bu rüya üzerine sonradan çokça düşündüm. neden kaçamadım? neden başka bir şekilde değil de araba içinde gördüm kendimi? yolda yürürken, yürüyen bir insanın bana çarpışını da görebilirdim. sonra bir şeyi fark ettim: kendimi bildim bileli özel arabalardan nefret ederim ben. her zaman gösteriş merakı olarak görmüş, gereksiz ve sevimsiz bir şey olduğunu düşünmüşümdür. sonradan kafama dank etti: o araba benim egomdu.

    ben o arabadan indim. yalınayak, nereye gitmek istediğimden emin ama nereye varacağımı bilmeksizin yürüyorum. bir yere gitmek için o arabaya ihtiyacım yok. dolayısıyla parçalanabilecek bir arabam da yok. sıkıştığım yerde kaçabileceğim elastikliğe sahibim. oyunu kurallarına göre oynadığımda, arabalardan uzak, kendim gibi yalınayaklara yaşadığım müddetçe başıma bir şey gelme ihtimali de sıfıra yakın. ha hayat bu, belli mi olur, bakarsın başka bir arabanın rengine tav olurum; ama umayım ki olmasın.

    bir de sevmek, sevilmek güzel şeyler de, "sevilmek" kısmını o kadar da takıntı haline getirmemek lazım esasında. kimse sizi sevmiyor mu? ne fark eder? tam kiraz mevsimi, kiraz yiyin, çogzel.
  • özlenen
  • şiddetle savunurum, evlenince bitmez.. (şanslıysan yada kendini kandırmıyorsan)
hesabın var mı? giriş yap