• olum o kadar iyi adamlar ki lan. bi led zeppelin oluyorlar bi pink floyd her seferinde amına koyuyolar her albümle. ne havalı ne karizma adamlarsınız lan siz.

    kaç senedir dinlerim hiç mi çizgisinden, kalitesinden şaşmaz bi grup ? bu ne rock'n roll sevdası ne sanat sevgisidir be ? muse desen elektroniğe kaydı, kasabian solisti cancellandı sonrasında grup elektroniğe kaydı, white stripes dağıldı, qotsa desen iyice bozdu. yola çıktığı tüm benzer gruplar ya para için ya sıkıldıkları için tarz değiştirdi ıvır gıvır etti bunlar hala taşşşş gibi rock yapıyor be kardeşim. nedir bu sevda amına kodumun amerikan köylüleri allahın ohioluları sizi ?

    sene oldu 2024 ne doğru düzgün rock yapan kaldı ne blues kaldı elemanlar hala canlı performanslarında yıkıp geçiyor kardeşim. bu kadar pozitiflik saçan, bu kadar eğlendiren bu kadar herkesin sevebileceği cidden çok az grup vardır. şu an da çok iyi bilinen bir grup olmasına rağmen sonraki nesiller daha iyi anlayacaktır ne kadar sağlam bi grup olduğunu.

    magic potion albümleriyle girdi damarıma o gün bugündür dinlerim. allah dan ve patrick ağabeylere uzun ömür versin. modern rock'ın abileridir gözümde.
  • ohayolu bir grup imiş bu, daha doğrusu ikili. gayet de harbi müzik yapmaktalar, şahsen benimsedim bu arkadaşları. tarif et diyecek olursan, bildiğimiz iyi rock müzik adamım. gitarımız ve iyi bir vokalimiz var, gerisi kendiliğinden gelir, you know.
  • en şaşırtıcı yönleri ingiliz olmamaları
  • bana kesinlikle amerikan filmerindeki o karanlik barlari, barda uyuyakalmi$ ya$li amcalari ve bilardo masalarini hatirlatan gruptur. neden bilmiyorum. acikli acikli calarlar sanki o bar ko$elerinde fazla unlu olmadan, playlitimizde guzel guzel vokal gitar $oleni yaratirlar.
  • biliyorum biliyorum... bundan 25-30 yıl sonra 16-17 yaşında daha hayatı tanımadan ondan bıkmış, sevilmemiş bir genç dinleyecek ve hayran olacak... hayaller kuracak, hayatının fon müziği belleyecek... ayağıyla eşlik edip kafasını kemiksiz bir uzuv gibi sallayacak...

    biliyorum biliyorum... tıpkı benim 5-6 sene evvel led zeppelin'le tanıştığım gibi olacak her şey!
  • aldiklari grammyleri sonuna kadar hak eden adamlar. daha cok almaliydilar. r&b'yi bile "siz yapsaniz daha iyi yaparsiniz abi" diye bunlara vermeleri lazimdi.

    oglum siz nasil guzel insanlarsiniz. istanbul'a gelsenize. yemin ederim hayatinizi yasatirim, rakiya gotururum, cipura pisiririm, kebap yediririm, adananizi sise ellerimle basarim, ocakbasinda iciririm, irish puba gotururum, olmadi kariya bile gotururum, ne isterseniz ya. en az bir sarkinizi dinlemedigim gunum yok. hicbir sey olmasa odamda yere oturup bir sigara yakip little black submarines dinliyorum. agzima sictiniz. bu kadar guzel muzik yapilmaz. keyifli misiniz nesiniz.

    olmadi kiyiya paralari atip ben sizin ayaginiza gelecegim, ama sizi canli dinlemeden olmeyecegim.

    umutsuz asiginiz,
    lorna.
  • istanbul' a gelecekleri günü açıkladıklarında beni katil edecek muhteşem müzikler yapan muhteşem grup. çocuğum olmadığı için en ufak kuzenimi kesmeyi düşünüyorum, çok üzgünüm kuzen...
  • "abi the black keys bitmiş..."

    bu klişeyi kullanmak için weight of love'ın konser kaydını dinlemeyi bekledim ve maalesef...
    grubun nasıl değiştiğini göstermek için letterman'a ve birkaç farklı canlı kayıda başvuracağım;

    thickfreakness - tickfreakness (2003)
    gruba dair bulunabilecek en kaliteli ve eski kayıtlardan biri albümle aynı adı taşıyan bu enfes şarkıya ait. thickfreakness grubun ilk albümü değil, ilk albüm the big come up ancak o albüme ait canlı bir kayıt bulmak hayli zor, o yüzden ilk albümü atlıyorum...
    genç dan auerbach ve genç patrick carney! tutkuyla gitar çalıp söyleyen bir adam ve yoldaşı, tutkuyla davul çalan bir başka adamdan müteşekkil müthiş kirli tonları olan yarı-amatör ama müthiş yetenekli bir ikili görünümdeler. modern blues rock ve garage rock'ın en nadide örneklerinden biri, kesinlikle şa-ha-ne! dan'in yerlere yatması, şarhoş dansıyla gitarını çalması... benim nazarımda efsanedir, kısacık şarkı kendini defalarca dinletir.

    stack shot billy - rubber factory (2004-2005)
    grubun letterman'daki ilk performansı, bilbord 200 listelerine girdikleri ilk albümlerinden... görüldüğü gibi mütevaziler... ultra pahalı ekipmanları yok, çok enstrümanlı bir sound'u yok grubun, hala thickfreakness zamanındaki gibi tutkuyla müzik yapan iki genç adam hüviyetindeler. dan'in önünde iki pedal var; amfi ve kabinin neler olduğunu seçmek zor ama tahminim dan'in gitarı gibi ikinci el ve muhtemelen 1.500-2.000 doları geçmez o sahnedeki ekipmanların maliyeti. televizyona çıkma fırsatı bulan müthiş bir riff yakalamış ses tonu da çok hoş olan genç bir adamın ve her vuruşu dudaklarına yansıtabilen davulunu çalarken terleyerek eriyen bir başka adamdan kurulu grup, hala 70'lerin punk grupları gibi müziklerini do it yourself mantığında oluşturuyorlar, şarkıları kısa geniş kitlelere hitap etme derdi yok, hala ve hala bass gitar yok!

    just got to be - magic potion (2006)
    magic potion, öyle sanıyorum the black keys diskografisindeki en az dikkat uyandıran albüm... bu yüzden sağda solda o zamanlara ait canlı performans bulmak hayli sıkıntılı. ayrıca grubun şu anki mevcut plak şirketi etiketi altında çıkardıkları ilk albüm ve patric carney'in bodrum katında kaydedilmiş tıpkı diğer iki albüm gibi ve lakin bu durum sanıldığının aksine kötü bir durum olarak değil aksine pek çok grubun kendine has sound'unun olmadığı piyasada, the black keys'in farklılaştıracak bir nimet olarak görmüşler ve tuhaf bir odayı ve içinde bulunanları yansıtan amerika'nın ortabasındaki bir evin bodrum katında kaydedilmiş gibi tınlayan bir albüm olmasını iyimser bir bakış açısıyla yaklaşarak arzulamışlar. müziği, içlerindeki şevki dışavurdukları bir araç olarak gördükleri ve amatörlüklerinden gurur duydukları ve hatta şevkli amatörlüklerini müziklerini özgün kılacak bir avantaj olarak gördükleri aşikar... iki genç boşluğun ortasında çevrelerinin tüm gerçekliğini yansıtan, müzik piyasasının standartından çok çok uzakta ve lakin alabildiğine özgün müziklerini yapıyor!

    i got mine - attack&release (2008)
    attack&release; grubun, prodüktör danger mouse lie çalıştıkları ilk albüm, kendilerinin prodüktör olmadığı ve gerçek manada stüdyoda kaydedilmiş ilk albümü... letterman'da çaldıkları i got mine her ne kadar hala eski albümlerin havasında dursa da albümün geneline bakıldığında eski albümlerle bariz şekilde yapım farkı olduğu görülecektir; albümün açılış şarkısında banjonun ve orgun kullanılması, üçüncü şarkı strange times'ın sonunda seçilen synthesizer, armoni vokaller vs... sanırım bunlar gibi örnekler farkı anlamak için hayli yeterli. hasılı, attack&relase ile grup artık 'daha' profesyoneldir! şaka mıydı bilmiyorum ama sanırım dan, bir röportajda, danger mouse'la grubun tanışmasının craiglist'te gördükleri ilan üzerine olduğunu söylemişti. prodüktöre ihtiyacımız vardı, danger mouse aradığımıza en uygun kişiydi..!

    tighten up - brothers (2010)
    tighten up ilginçtir, brothers albümünde danger mouse'un prodüktörlüğünü yaptığı tek parça... lakin letterman'daki şova bakarsak eğer, grubun nasıl da cilalandığını görebilmek mümkün; arkada klavye ve bass gitar herkes takım elbise içinde ekipmanlar piyasanın dominant bir firmasına ait... bir şeylerin değiştiği apaçık ortada artık o eski 2 kişilik müzik tutkusuyla kendinden geçen adamlar yok... evet, belki özleri hala içeride aynı ama bazı şeylerin artık para ve kitle tutma odaklı olduğu ve büyük bir prodüksiyonun parçası olduğu malum artık fabrika kiralayıp albüme dair her şeyi üstlenen ikili yok!
    brother aslında grup üyelerinin özel hayatlarındaki sıkıntılarla da harmanlanmış ve temposu diğer the black keys işlerine oranla daha yavaş kalan bir albüm... şahsen favorim değil ama içerisindeki bazı şarkılar ciddi manada the black keys'in genel müzikal anlayışına farklı bir açılım getirebiliyor ki grubun aslında kendi tarzlarının dışına fazla çıkmadan dışarıdan bir farklı şeyler ithal edebildiği bir albüm... biraz farklı evet, biraz daha yüksek prodüksiyonlu biraz ancak henüz ölümcül değil değişim... ve lakin bu albüm gruba bir deneyim kazandırcak ki ileride grubun müzik anlayışını değiştirecek!

    gold on the ceiling - el camino (2011)
    the black keys' in bir röportajında kendinizi radyoda duymak şaşırtıcı mı tarzında bir soru soruluyordu ve grupta buna hayır çünkü ohio'nun yerel radyo kanallarında neredeyse ilk günden beri şarkılarının çalındığını söylemişlerdi... onları asıl şaşırtan ve ünlü olduklarını anladıkları an ise almanya'da sokakta gezerken bir striptiz klubünde gold on the ceiling'in çaldığını duymaları olmuş... öylesine şaşırarak mekana bakmışlar ki şu iri yarı bodyguardlardan içeriye girip ağızlarına layık bir şeyler bulmaları teklif edilmiş, kadınlardan hoşlanmıyorsanız da buyurun!
    el camino şüphesiz the black keys için bir dönüm noktası zira albümün ilk single'ı lonely boy uluslararası çapta bir fenomene dönüştü ve grubun 2011'e kadar sürekli yukarı seyreden profilinde şiddetli bir pik yaparak grubu büyük bir üne kavuşturdu öyle ki aynı müzik janrı içinde sayılabilecek jack white beyefendi grup üyeleriyle olan atışlmalarında the black keys'in, kendisini taklit ettiklerini, intihal yaptıklarını söyleyerek nefret dahi kusmuştu... bu elbetteki 2000'lerin başından beri meramını anlatmaya çabalayan the black keys'e yapılan bir haksızlıktı ki jack white da plastik* gitarla müzik yapan iki kişilik bir gruba insanların dikkatini çekmenin ne zor olduğundan dem vurarak the black keys'in olabildiğince çok başarı elde etmelerini umduğunu söyleyerek ağız değiştirdi...
    öyle tahmin ediyorum ki danger mouse'un parmağı bulunan tighten up'ın brothers albümündeki en başarılı şarkı olması, grubu dan'in brothers'dan toparladıklarıyla açtığı stüdyosunda kaydedilen el camino'da danger mouse ile tam işbirliğine gitmesine yol açan asıl etkendi ve iki kişilik grup black keys artık danger mouse'un da şarkı sözü yazılımına, enstrüman çalımına katılmasıyla bana göre üç kişlikti! jack white'ın özründe 'prodüktör ve söz yazarı danger mouse'a da büyük başarı' dilemesinde nüktedan bir yan olduğunu düşünüyorum... bir şeyler değişti mi ne? grup başkalarının hasetine nail oluyor, albüm grup üyesinin stüdyosunda kaydediliyor ve el camino hiç olmadığı kadar başarı elde ediyor... bir şeyler değişmişti!

    fever - turn blue (2014)
    ve maviye dönüş... turn blue adından insanın ilk aklına gelen grubun blues köklerine geri döneceği... ama hayır! el camino grup için rekor sayılabilecek bir sürede kaydedilmişti, en uzun sürede kaydettikleri albümdü; 41 gün! bunun nedeni stüdyoya girerken ellerinde herhangi bir materyal olmamasıydı diğer albümlerin aksine... haliyle kayıt işlemi müzik üretim işlemiyle eş zamanlı yürütüldü ve yine diğer albümlerin aksine sözler, müzik üzerine yazılıyordu! grubun temel hedefi ise brothers albümünden öğrendikleri 'yavaş şarkıların canlı performansı sorun yaratıyor' tecrübesinden hareketle mümkün olduğunca kitleleri yakalayan, hızlı tempoya sahip şarkılar yapmaktı... el camino dinleyici kitlesi direkt hedef alınarak üretilmiş bir albümdü, el camino'da değişen şey işte buydu!
    dan auerbach canlı performans sırasında çalması kolay şarkılar yapmayı daha komplike şarkılar yapmaya tercih ettiğini bir ropörtajda belirtirken belki de bunu kastediyordu ya da belki de turn blue'yu!?
    turn blue yolculuğun başladığı tickfreakness'in tam zıttı bir albüm... dan auerbach neredeyse hiç gitara dokunmuyor ve dokunduğu anlarda da üç-beş akor çalmaktan gayrı bir şey yapmıyor, şarkılar klavyenin yürüttüğü ve bas yürüyüşlerin iç gıdıkladığı, synthesizer ile bozulmuş arka vokallerin kulak tırmaladığı garip bir halde vs. vs... el camino ile tempo yükselten grup turn blue'da tam tersi şekilde tempoyu biraz daha yavaşlatıyor ancak bunu yaparken dan'in canlı performanslarda sıkıntı yaşamasının önüne geçmek için kolay çalınabilir şekilde oluşturuluyor öyle ki dan'in gitarı albümde ana bir etken bile olamıyor! beni en çok şaşırtan şey de buydu aslında eski albümlerde hemen hemen her şarkı için farklı bir gitar seçimi yapan dan'in turn blue boyunca tüm şarkıları tek bir gitarla çalmasıydı... bunun sebebi aslında albümün genelinde gitarın klavyeye eşlik eden bir enstrüman olarak kullanılması yatıyor sanırım ve o klavyenin başında da tahmin edeceğiniz üzere danger mouse'dan başkası yok!

    the black keys kurulduğu ve yıllarca devam ettirdiği özünü kaybetmiş durumda... evet, hiçkimse aynı yemeği üst üste yemek istemediği gibi bir grubun da yılar yılı aynı müziği farklı albüm adları altında üretmesini istemiyor! grupların ve müzisyenlerin gelişimleriyle, olgunlaşmalarıyla farklı ufuklara yol gösterici olmasını köklerinden kopmadan farklı müzik janrlarını müziklerine adapte etmesini istiyor ama ne yazık ki the black keys bu süreci bana kalırsa çok kötü bir şekilde yürüttü ve şiddetli değişimin nihayetinde kara, aka döndü!

    turn blue albümündeki en heyecan verici ve esasen pink floyd'un orijinal eserine yapılan bir nazireden ibaret olan weight of love'ın sahnede ikincil bir gitaristin yardımıyla rezalet bir şekilde performe edildiğine inanasım gelmiyor. albümün yegane yıldızı zamanında sarhoş danslarıyla, kendini yerlere ata ata gitar çalan ve gözümde 2000 ve 2010'ların en yaratıcı gitaristlerinden biri olarak müthiş bir yere oturan dan'in esasen ne denli sıkıntılı performanslar ortaya koyabildiğini, benim abarttığım kadar müthiş olmadığını, sahnede rahat çalabilmek için kendini kısıtladığını bana tekrar tekrar hatırlatıyor... yazık!

    2016 yılında yeni the black keys albümünün şu an turn blue ile bir garabet haline dönen grubun değil eskiden bildiğimiz özüne dönmüş bir the black keys albümü olmasını diliyorum... brothers'daki çizgide ve belki el camino prodüksiyonunda ama magic potion doğallında, rubber factory'nin amatör ruhunda ve tickfreakness haşinliğinde,... lütfen..

    operator please!
  • gereğinden çok geç keşfettiğim efsane bir sounda sahip 2'li. sons of anarchy pilot bölümüyle tanıdım ki iyi tanımışım the black keys'i.. son 5 - 10 yıl içinde çıkan sanırım en iddalı grup diyebilirim. blues & rock sentezini öyle harika yerine getiriyorlar ki sevmemek elde değil.
    arctic monkeys ile whatever people say i am that's what i'm not debut'ından beri haşır neşirim mesela, hatta o zamanlar bir oasis hatta daha fazlası olacaklarını iddaa etmiştim, keza o derece bir kalite ve başarı yakaladılarda. the black keys ise tamamem apayrı bir dünya.

    ilk 3 albümde ki o safkan blues havası ciddi şekilde uzun zamandır bu alanda çıkan en iyi iş denebilir. o sound, o riff'ler, vokal ve baskın gitar tınılarının harika uyumu.. mesela hard row ya da keep me ya da ilk albümden brooklyn bound .. bir pink floyd led zeppelin jimi hendrix kalitesini her şarkıda hissedebiliyorsunuz. attack and release sonrası sound biraz daha değişmeye başlasa ve blues&rock kıvamından biraz daha alternatife "günümüz black keys'ine" kaysada yine de sevmemek elde değil. çünkü her albüm farklı bir yerden sevdiriyor kendini. brothers ve el camino albümleri ise grubun kimliğini değiştiren örnekler olarak ele alınabilir.
    son 10 yılda çıkmış en başarılı grup, kesinlikle. bir kere alışınca, dinlemediğiniz gün olmuyor. hele ki benim gibi çevrenizde bilen veya dinleyeni yoksa, daha da bir özel geliyor insana.

    şahsi playlist'im ise şöyle;
    busted
    brooklyn bound
    hard row
    keep me
    set yo free
    thickfreakness
    girl is on my mind
    so he won't break
    hell of a season
    money maker
    lonely boy
    howlin' for you
    tighten up
    too scared to love you
    she's long gone
    little black submarines
    lies
    ten cent pistol
    weight of love
    your touch
  • hali hazırda bu yılki rock'n coke, one love, tuborg %100 fest ve bilimum diğer festivalin line-up'ları açıklanmamışken ve grubun yaz turnesinde boş tarihler varken, tüm organizatörlere yağmur olup outlook'tan yağmalı, twitter hesaplarına girip dm'den yürümeli, sokakta gördüğümüzde taciz etmeliyiz.
    bu grup türkiye'ye gelicek ulan!
hesabın var mı? giriş yap