• (bkz: #11387019)
  • eşine az rastlanır güzellikte, unutulmaz bir filmdir. başrolüne belli bir karakteri değil farklı çağlarda, farklı anlamlar yüklense de özünde aynı kalmış bir duyguyu* koymuştur. insanlığın ölümsüzlüğü arayışındaki en asil sebebin de yine aynı duygu olduğunu bize film boyunca kanıtlamıştır. daha ne olsundur. görsel şölen, müzik ziyafeti, hugh jackman da cabasıdır. sinemaseverim diyen herkesin bir göz atması gereken filmlerdendir kanımca.
  • fabrikalarda istihdam edilme, olimpiyatlarda yarıştırılma, yetmişiki saat aralıksız sleep izleme pahasına diyorum ki mükemmel bir film.
    görsel dehası ve hugh jackman'ın gerçekliği ise mükemmelliğin de ötesinde.
    (ben böyle düşünüyorsam kime ne?)
  • senaryo, oyunculuklar, mekan bir yana hugh jackman'ın ilgili, şefkatli, sabırlı eş hali, ağlayışı, çırpınışı ile beni benden aldığı film. filmde bazı sahneler kazınıyor insanın kafasına, izledikten bir gün sonra bu sahneler karışıyor gündelik hayatınıza ve ummadığınız bir anda kendinizi yine filmi düşünürken, seyrederken buluyorsunuz. mantık hataları, gereksiz karmaşa, o, bu, şu ile ilgilenmiyorum. vıcık vıcıklaştırılmamış aşk, sömürgen bir şekilde dramatize edilmemiş kayıp ve yas için tek bile olsa seyredilebilecek bir film.

    ha bi de şunu söyleyeyim ben de: gerçekten de filmi tek başına izlemek iyi fikir. ben planlanmamış bir şekilde yalnızdım izlerken ve kendime dönük olmam algımı, duygularımı daha bir etkin kıldı sanki filmi anlama adına.
  • ikinci bi defa daha seyrettikten sonra yazacaktım ama epeydir kafamda oluştuğundan kendimi daha fazla tutamadan hakkındaki iyi ve kötü eleştirilerin hepsine katıldığımı ama sonuçta yine de ortaya bi başyapıt çıktığını belirtme ihtiyacı ve bu filmi temel alarak sinemaya bakış açısı üstüne bazı uzun ve sıkıcı şeyleri anlatma derdindeyim.

    film hakkındaki kötü eleştiriler neler, öncelikle filmin gerçek anlamda bi şey anlatmadığı, seyirciye bi şey veremediği, boş hatta kof olduğu, makyajın altında ciddi bi doluluk, bi alt metin, hikaye olmadığı, sadece teknik olarak iyi kotarılmış, video klip tadında seyreden bi film olduğu.

    bu eleştirilerin hepsi doğru. peki bunların hepsi doğruysa bu filme nasıl başyapıt diyorum ki ben. sırayla gidelim.

    bugün artık dalga geçilen bi kavram vardır, hayatın anlamı. bu öyle bi kavramdır ki –dinler dışında- zaten cevabını verdiğini iddia eden bi şey olmadığı gibi herhangi bi eserin film/kitap vs. eleştirilmesinde neredeyse can simidi olarak kullanılan bi ifadeye yol açmıştır. “ne bekliyordunuz, hayatın anlamını mı vermesini”

    herhangi bi insan eserinin hayatın anlamını vermesi daha baştan imkansız addedilmiştir, bu yüzden bu kavramı açıklayamaması bi eserin, o eseri ortaya çıkaran sanatçının eleştirilmeyeceği bi mevzudur. peki fountain’ın konusu nedir? kısaca söyleyelim, hayatın anlamıdır.

    fountain zaten en başta imkansız olan bi işe koyulmuş, kendince hayatın anlamını anlatmaya kalkışmıştır. işte bu noktada bu filmin seyirciye bi şey anlatamaması zaten kaçınılmazdır. fountain bize hayatın anlamını verebilir mi, mümkün mü böyle bi şey? ama filmin konusu bi maya efsanesi, hayatın nasıl başladığı, niye başladığı, bu başladığı kaynağa gidilince insanın neyle karşılaşacağı üstüne değil mi? peki bu sorulara filmin cevap vermesi mümkün mü? değil…

    bu kaçamak bi yanıt mıdır? madem bu konuda insanlara bi şey anlatamazsınız, o zaman bu konuda film yapıp istediğiniz gibi saçmalayabilir, sonra eleştirenlere de, harbiden bekliyor muydunuz cevap bulmayı diyerek eleştirilerden kaçabilir misiniz? hayır efendim, elbette ki kaçamazsınız. eğer ortaya bi film çıkartıyorsanız illa ki bi şey anlatacaksınız, bu film onu yapmıyor mu peki?

    efendim sık sık yapılan bi yanlışla başlayalım. o da hikaye ve senaryo denen şeyin birbirine karıştırılması. hikaye başka şeydir, senaryo başka şey. bu filmin senaryosu taş gibidir ama hikaye yukarda da belirttiğim gibi zaten imkansız bi şeye kalkıştığı için sonuç olarak boştur. senaryo bu hikayenin nasıl işleneceği, nasıl kurgulanacağı, en azından boş bi hikaye bile olsa filmi seyrettirmek için gerekli soruları seyircide oluşturma, bu sorulara da tatmin edici cevaplar verebilme becerisiyle oluşur. bu filmde bu dediklerimin hepsi de başarıyla gerçekleştirilmiştir.

    film üç farklı zeminde ilerlemekte, her üç zeminin de sonu merak edilmektedir. içinden ağaç fışkırarak dünyada hayatın başladığını anlatan ilk insanı konu alan maya efsanesinden bahsedilmiş, bu ağacın bulunması için konkistadorun biri yola koyulmuş, ağacın yanında geçmişi hatırlayan biri ile de bu üç hikayenin nasıl birleşeceği seyirciye soru olarak sunulmuştur.

    konkistadorun hikayesi, kızın romanı olarak sunulmuş, korelasyon bu şekilde kurulmuştur. bu romanın bitişi konkistadorun maya rahibiyle karşılaşması, o an binlerce yıl sonraki halin belirmesi ile hayat ağacına yaklaşmasına izin verilmesi, ve bu hayat ağacının konkistadorun yaralarını iyileştirmekten başka, onun içinden hayat fışkırtarak döngünün tekrar başlamasını sağlaması ile gayet de tatmin edici bi sona ulaşmıştır. hayat ağacı, tıpkı o efsanedeki gibi işlevini yerine getirmiş, özsuyunu içen kişi dünyayla bütünleşmiş ve hayat kaynağı olarak kendi varlığına son vermiştir.

    bu bize hayatın anlamını vermiyor, sadece maya efsanesinin gerçek olduğu ön kabulü ile bu efsaneyi tekrar canlandırarak romana da güzel bi son oluyor. binlerce yıl sonraki adamımız da yıldız patlamasına varmadan önce romanı bu şekilde bitiriyor ve onun hikayesi de gerçekten güzel bi görsel şovla sona eriyor.

    filmin hikayesi bize hiç bi şey anlatmıyor, fakat bu hikaye bize son derece usta bi kurguyla, yeterli merak duygusu ve bu merakın tatmin edici şekilde bitirişiyle sunuluyor. olsa olsa “finish it” cümlesinin fazla tekrarlandığı, işine odaklanan doktorun tekrar bu anları hatırladığında en sonunda işine dönmek yerine dışarı çıkacağının önceden tahmin edilir olması eleştirisi getirilebilir. bence bu da çok zorlama bi eleştiri olur.

    diğer kötü eleştirilerden birisi de aslında eleştirirken övmeye girmektedir. o da filmin, uzun bi video klip gibi olduğu lafıdır. bi film için video klip gibi demek aslında şu manaya gelmektedir. filmin sarktığı tek bi an bile yoktur ve bi klip gibi, yağ gibi akarak gitmektedir. bu her filmin varmak istediği zirve noktalardan biridir. bi filmin video klip gibi olması değil, sıkıcı bi video klip gibi olması ancak bi sorun olabilir bu bir.

    ikincisi, bu filmin görsel olarak da iyi kotarılmış olduğu demektir. bu da ikinci zirve noktasıdır. arkadaşım, bu sinema… roman değil… sinema. ecnebinin deyişiyle “movie”, yani hareket eden resimler. sana güzel resimler sunacak, bu resimleri birbirine güzel bağlayacak, yeteri kadar ilginç bi hikaye ve mutlaka iyi bi senaryoyla sana güzel renkler, mizansenler seyrettirecek. sinemanın birinci amacı budur. yok eğer illa ki ne anlattığıdır asıl önemli olan dersen, o zaman brian de palma sik gibi yönetmendir, hitchcock sinemacı değildir, spielberg zaten traştır, çünkü bu yönetmenlerin filmleri sadece eğlencelik konular üstüne tekniği iyi kotarılmış filmlerdir ve seyrettikten sonra size hayat görüşünüze çok fazla şey katmazlar.

    metres diye bi film vardı, bu filmin gazetedeki eleştirisi, o eleştiriyi yazan kişinin sinema denen şeyi ne kadar da iyi anladığını gösteriyordu. film için şöyle diyordu,

    “bu filmin yarısını ekrana arkanızı dönerek, sadece diyalogları dinleyerek takip edebilirsiniz”

    evet, bi film sadece yazılan şeyler üzerinden ilerliyorsa iyi bi sinema eseri değildir. teknik diyerek aşağıladığınız şeyler yönetmenlik becerisidir, çerçevelemedir, görüntü yönetmenliğidir, renk kullanımıdır, ahenktir, senaryonun kurgulanışıdır, filmin kurgulanışıdır, kısacası bütün o aşağıladığınız şeyler sinemayı sinema yapan özellikleridir. bi sinema eserini romandan, tiyatrodan ayıran şeyler, bu sanatı sanat yapan şeylerdir ve aşağıladığınız şeyler bu filmin başardığı meziyetlerdir.

    bu filmde aronofsky’nin birinci sınıf rejisi, kurgusu, senaryosu, sırf siz hikayeyi yeterince kuvvetli bulmadınız diye çöpe atılamaz. kaldı ki zaten boş olması zorunlu olan bi hikayedir ele aldığı ama bu zorunluluk olmasa bile bu eleştirileri hak etmeyen bi filmdir. benzeri cümleleri children of men için de yazacağım. o film de hikayesine odaklanarak birinci sınıf bi sinema eseri olduğu halde saçma sapan laflarla eleştirilmiş, sinemanın ne olduğunu bilmeyen ama bildiklerini zanneden çok bilmişler tarafından güya aşağılanmıştır.

    sen bildiğin yolda devam et aronofsky, it ürür kervan yürür. fountain gibi yeni başyapıtlarını bekliyoruz. hikayesi boş olursa olsun farketmez.
  • çok ağır, iz bırakan bir film.
  • bir bucuk saatimi bosa harcatmayan bir kisisel gelisim filmi. neden oyle dedim? the secret gibi bir sey bu da sanki. bir-film-izledim-hayatim-degisti-cilerin cok sevebilecegi, olum ve bilim uzerine kafa patlatanlarin "eh, bu da bir gorus" diyebilecegi, ufuk acmayici, sadece duymak istedigimiz seyleri uzun bir aradan sonra tekrar eden bir filmdir bence.

    --- spoiler ---

    acikcasi filmi izlerken idealist doktorumuzun "hah, al bilmemne ozundeki maddeyi yan cevir; baaaak, birbirlerinin tamamlayicisi oldular" tarzi bulusuna, bu konuyla ilgili olanlarin * kiciyla gulecegini dusunuyorum.

    ayni zamanda her ne kadar tatli bir bakisi olsa da, ameliyatina girecek doktorumuzu ikilemde birakip mizmizcilik yapan izzy de kizmadim degil. gorsel efektleri, oyku kurgulamasini, icindeki aski, olum geyiklerini, ve efsaneleri bir yana koydugumda idealist bir bilim adaminin dramini gordum ki, filmde beni en cok saran konu bu oldu.

    --- spoiler ---

    filmi anladim mi anlamadim mi tartisilir*, ama abartmamak gerek sanki.
  • her yerinden sembol ve gönderme fışkıran film. benim bulabildiğim işe şu : maya savaşçısıyla şövalyenin kapıştığı sahnede geçen finish it lafı mortal kombata göndermedir. savaşçı şövalyeyi yaraladıktan sonra dövüşü bitirmek üzere kılıcını indirir..

    (bkz: finish him)
  • izlediğim dvd kaydında adı "ab-ı hayat" olarak türkçeleştirilmeye çalışılmış , hugh jackman'nın muhteşem performansıyla zenginleşmiş,inanılmaz görüntülere sahip ve erkekler uzerinde daha buyuk bir etki bıraktıgı gözlemlenen bir darren aronofsky filmi.
  • izledikten üç beş gün sonra zihinde güzel tatlar bırakmaya başlayan filmlerden biri olmuş. insan dönüp dönüp tekrardan sindirmek istiyor. hatta zaman geçtikçe daha da çok sevmektesiniz bu filmi. (bkz: #10271848)
    bir diğer yandan müzikler muazzam olmuş. müziklerle film bütünleşince dead can dance klibi gibi birşey çıkmış ortaya. hatta bir yerlerden lisa gerrard fırlayacak sandım bir anda. mogwai'ye bir kez daha saygı duyuyorum.
    son olarak film cidden yorucu. şimdi film noir'in değerini bir kez daha anladım. dinlenmek için bir truffaut atmak fena olmaz heralde.
hesabın var mı? giriş yap