• (dikkat: bu entry, cok az da olsa spoiler icerebilir)

    yetmislerin sonu, seksenlerin basi. henuz bilgisayarla modelleme, film grafikleri ve benzeri seyler daha herkese cok yeni. star wars'dan daha iyi grafik bilmeyen bir jenerasyon, jaws ile tanisiyor ve bugune kadar suren bir kopekbaligi fobisi insanlarin beyninde yer ediyor, bir daha atilamiyor. denize girmeye korkan koca bir jenerasyon yetisiyor ve jaws serisinin etkileyiciligi herkesi, uzun bir sure daha sasirtmaya devam ediyor.

    sonradan doksanlara geliniyor. terminator 2 cekiliyor ve ozellikle turkiye'de jaws, ilk defa ozel kanallarin "gosterecek birseyimiz yok, bari populer bir film gosterelim" isimli, kemal sunal filmleri, beethoven ve evde tek basina gibi filmlerden olusmus kervanina katiliyor. ici disi jaws olmus bu yeni nesil, eski neslin halen daha kabuslarini susleyen filme, normalde gulmek icin kullanmadiklari organlariyla gulmeye basliyorlar: "o yuzen sey bir maket mi? saka mi bu? copy paste mi etmisler? heh... heheh... hahaha!!!".

    ancak eski jenerasyon, kirmizi beresi ve dillere destan takimiyla, daha once hic gidilmemis derinlikleri insanlara sunan ve bircok insana dalis merakini asilayan jacques yves cousteau ile buyuyor. regulatoru icad etmis, mikrofonlu maskeleri dalis dunyasina sunmus ve dalisi herkese goturmus olan bu insan, oldugu zaman eski jenerasyonu inanilmaz uzuyor. sanki denizler altinda 20000 fersah gercekmis hissi veren bu insanin olumu, yeni jenerasyon arasinda kendisini tanimayan birtakim kimseler icin ise sadece, 70ler stili muzikler ve yazilar doneminin bitisi anlamina geliyor.

    life aquatic with steve zissou, tamamiylen eski jenerasyonun filme, televizyona ve deniz hayatina olan bakis acisini alip, yeni jenerasyonun eskilerden pek birsey ogrenememis bazi uyelerinin eskiye olan bakis acisini birlestirerek, bir de ustune muthis komik bir hikaye serpistirerek sunulmus bir basyapittir.

    daha filmin ilk dakikasindan itibaren filmdeki abzurtluk goze carpiyor. henuz filmin ilk bes dakikasina girilmisken kullanilan grafik animasyonlar, "saka mi bu?" dedirtiyor ve hemen akla jaws'i, ve onunlan dalga gectigimiz gunleri getiriyor. "ha? ne? ahah ne oluyoruz ya? bir dakika, anlamadim" gibi ic dusuncelerden siyrilmaya calisilarak izlenen ilk on bes - yirmi dakika ise, sanki wes anderson tarafindan izleyiciye sunulmus bir "filmin cekim stiline ve genel atmosferine alisma suresi" olarak birakilmis.

    ancak zaman gectikce, gercekte var olmayan ve cogu tamamiylen hayalgucunden yaratilmis yaratiklar, neredeyse basarili bir dev sehir akvaryumu gibi duzenlenmis, ancak sahte oldugu her yerinden akan fantastik, yer yer surreal ortamlar, dalisa gecerken arka planda calan muzikler, inanilmaz bir atmosfer yaratiyor. hele albino yunuslar, steve zissou'nun besledigi orca, geminin icindeki sauna, vs., atmosferi bir o kadar fantastik ve sarkastik yapmayi basariyor.

    biraz tutarsiz gozuken, kafa karistirici gozuken seyler ise, aslinda wes anderson'un yaratmaya calistigi fantastik dunyaya eklenmis detaylardan ibaret. film italya'nin aciklarinda, akdeniz'de mi geciyor? yoksa film filipinler'de filan mi geciyor? bilemiyoruz, cunku surekli karaya cikildiginda italya'ya gidiliyor, karada olan hersey hemen hemen italya'da oluyor. ancak filmde bahsi gecen ve filmin en komedi special-operations sahnelerinin oldugu adalarin akdeniz'de olmasina imkan olmadigi goruluyor. hem, akdeniz'de filipinli korsanlarin ne isi var? tabii bunlar "garip, sacma, baglantisiz" olmaktan ziyade "inanilmaz komik" olarak kategorize edilse daha dogru olur.

    peki kiyafetlere ne demeli? kirmizi berelerin cousteau'dan alinmis oldugu apacik ortada, ancak o erken 70ler donemini cagristiran cirkin renk kombinasyonlari (turkuaz ve beyaz!), vucudu sarip sarmalayan dar, tulum gibi esofmanlar, yine 70ler tarzi wetsuitler, long johnlar, parasizliktan kivranan bir takimmis imaji veren, daginik ve birbirinin her zaman, her kosulda aynisi olmayan uniformalar, ve hepsinden ote, caki gibi delikanlilardan olusma, jeff goldblum'un oynadigi adamin kendi takimi ile olan kontrast, kesinlikle gorulmeye deger.

    filmde, sanki hicbir noktada tek bir kelime bile "laf olsun torba dolsun, filme fazladan uc bes saniye eklenmis olsun" tadinda kullanilmamis; hicbir cumle heba edilmemis. en ufak ve bir iki saniyede soylenip bir daha ustunde durulmayan, sanki senaryo dolduruyormus hissiyati veren bir replik bile (spoiler: "i'll get an intern to fix it") izleyiciyi saatlerce guldurebiliyor.

    bir de filmin basinda, bill murray'in karakteri olan steve zissou (yani kendi kullandigi takma adiyla stevezy) kendi takiminin elemanlarini tanitirken, ozellikle de klaus'un uyrugunu "he's german" diye ustune basa basa soyluyor. bu da ufak bir detaydi ve filmden ciktiktan sonra aklima takilan ve tekrar gulmeme neden olan bir durum oldu.

    karakterlerin de inanilmaz basarili yaratilmis olduklarini soylemeden edemeyecegim. stajyerler, senaryo yazari kiz, klaus, sikh eleman, zenci eleman, ned, hepsi inanilmaz basariliydi. zaten karakterlerin isimleri de ona gore secilmisti. her karakterin kendisine has bir takintisi vardi (biri surekli sakiz cigner ve cikarir, biri piposunu tutturur, biri gitarini calar, biri elektrik sistemini bozar, biri surekli telefonda "simdi yuz ifaden nasil?" diye sorar, vs.) ve bu da karakterlerin orijinalitesine, ozellikle de ekibin farkliligina renk katti.

    ancak, filmin hakikaten de cok basarili ve muthis bir film olduguna karar verdigim an, herhalde staralfur'un calinmaya baslandigi andi (bkz: staralfur/@spincrus). kulaklarima inanamadim; sahneye hakikaten cok yakisan bir muzikti kanimca.

    cok, ama cok basariliydi.
  • cok enteresan diyaloglari muhtevasinda barindiran filmdir..

    --- spoiler ---
    jane (karnindaki bebekten bahseder): - 12 yil icinde 11.5 yasinda olacak.
    zissou: - bu benim en sevdigim yas.
    --- spoiler ---
  • izledikten sonra kirmizi bere takmak istedigim film. anderson yine dokturmus. ozellikle sonlara buyuk keyif veriyor. korsan sahneleri, adadaki adam kurtarma sahnesi, cody adindaki kopegin adada birakildigi an... hepsi birbirinden absurd, birbirinden iyi cekilmis sahneler. filmin sonuna dogru, ned'in steve zissou'nun gercek oglu olup olmadigini pek onemsemiyorsunuz. cunku o da ekibin bir parcasi oluyo, gemidekilerin yeni maceralara duydugu hevesi o da kendi icinde hissediyo. onca absurd ve sacma sahnenin ardindan nasil da oluyor, duygulaniyorsunuz bilmiyorum, ama yine anderson bunu basariyor. steve zissou filmin sonunda kucuk bir cocugun parmagina zissou yuzugu taktigi an, gozelerinizden yaslar bile gelebilir. ve tum aptalligina ragmen siz de kendinizi, zissou ailesinin bir parcasi olmak isterken, onlarla birlikte denize acilmak, onlarla birlikte oyun oynamak isterken bulabilirsiniz. wes anderson'in filmlerinin duygusudur bu, siradisi bir hayat yasayanlarin yaninda olma istegi ve en sacma seyleri onlarla paylasma istegi. jaguar kopek baliginin pesinden gitme istegi. varolup varolmadigi belli olmayan, aslinda pek onemli olmayan, o baligin pesinden zissou ekibine takilmak istegi. kirmizi bere takma istegi.
  • bu filmde klaus'u tanitirken kullanilan "calm, collected, german." lafini hatirladikca gulerim, nerede bir alman tanisam (ve hepsi de bu kaliba uyar istisnasiz) wes anderson'u anarim. saygilar.
  • "ps. do you ever wish that you could breathe under water?"

    "always"
  • daha ilk dakikasından itibaren insanın içine kocaman bir sıcaklık yayan bir film bu. albino yunusları, cousteau bereleri, jaguar köpekbalıkları, üç ayaklı cody, david bowie şarkılarının portekizce versiyonları, adidas zissou, sigur ros, kostümleri, korsanlardan rehine kurtarma sahnesi... ve daha niceleri ile. rengarenk. gerek insan ilişkilerine bakışı, gerekse olaylara eleştirel yaklaşımı ile abzürtlük ile sarmalanmış ama mizahın dozunu da mantıklı bir şekilde koymayı ihmal etmemiş muhteşem bir film.
  • kahkahalar attıran absürt hava ve komik atmosferin içinde, bir o kadar yürek burkar. bu manada önemli bir başyapıttır benim arşivimde. ve en önemlisi steve zissou gibi çizmesi oldukça zor bir dramatik karakteri çizme başarısını gösterir, diğer bir çok özel karakterle örerek:

    --- spoiler ---

    adam bi kere hayatı televole gibi yaşar. sadece spor-magazin programı değil, kendisinin başrolde olduğu bir belgeseldir hayatı. truman show’da truman’ın karısı gibi (bkz: the truman show/#9348829) daha filmin başında, köpekbalığı (ya da herneyse) tarafından yenilen arkadaşının şokunu yaşadığı anı görürüz. bir yandan ciddi ciddi arkadaşını kaybetmenin üzüntüsünü yaşarken, diğer yandan çekim ekibine talimatlar yağdırmaktadır. filmin devamında göreceğimiz klasik belgesel sunum formatında açılışı yapıp, “aşağıda bağlantı kopmadan son görüntüleri yakalamaya çalışın acele edin” diye ekibi yönlendirmeye çalışırken, acı içinde “estebaaan… estebaaan…” diye bağırmaktadır…

    çünkü esteban can dostudur, ama onun öncesinde projesinde çalışan biridir. herkes öyledir zaten. karısı zissou ekibinin beynidir (her ne kadar finansörü olduğunu düşünmek istese de aslında biraz da beyni olduğunu kendisi de kabul etmektedir). klaus diye kardeşi gibi sevdiği adam vardır ekipte. ve son olarak da yıllardır görüşmediği oğlunu katar ekibe. (sadece parası için değil, aralarında güzel bir enerji olduğu için ve oğlu kendisine saygı duyduğu için… para kısmı sonradan ortaya çıkar.)

    narsisttir, sorunludur, hayat kendi üzerine kurulmuştur. wes anderson'un birçok filminde olan yaş-olgunluk uyumsuzluğu bu adamda da görünür, 50 yaşındadır, ama heyecanı uğruna feda ettiği şeylere, sorumsuzluğuna ve düşüncesizliğine, kıskançlıklarına, rekabet tutkusuna vs baktığınızda 5 yaşındaki çocuktan daha olgun değildir.

    film öyle güzel işlenmiştir ki… ekipteki diğer birçok adamın da sorunlu tipler olduğu atlanmamıştır. klaus, belli ki ailesiyle sorunlu bir tiptir. steve ve esteban’in kendisini kardeşi olarak görmesine üzülecek kadar manyaktır, nedeni ise onun daha çok onları babaları gibi gördüğüdür. karısı, arıza adamların peşine düşmekte oldukça istikrarlı bir görüntü sergilemiştir. filmin başında çok az görünen ve aralarında bir şey geçtiğini anladığımız zenci kadının da nasıl rahatsız bir tip olduğu her halinden bellidir. yani steve, yaklaşacağı – iyi anlaşacağı adamları buluyordur. hamile kadın da mesela sorunlu bir tip olduğundan ona da yaklaşmayı dener. bunu açık açık söylemekten de çekinmez, kadın “benim için çok yaşlısın” dediğinde “ama sen babası olmayan bir çocuğa hamilesin” diye gayet masumane bir şekilde mantıksal açıklamasını yapar.

    ned ise steve’in tam tersidir. yine wes anderson film kahramanlarındaki, bu sefer tersi yaş-olgunluk kahramanıdır. çocuktur ama babasından daha olgundur. bencil değildir, duygulara önem verir, cömerttir. babasıyla yakınlaşmak uğruna askeri kariyerini hiçe sayar. annesinden kalan yüklü mirası, üzüldüğünü gördüğü babasını mutlu etmek için düşünmeden feda eder. oysa steve’e karısı “çocuğun parasını batırmaktan çekinmiyor musun?” diye sorduğunda anlarız ki babası için o hala bir “yatırımcı”dır. samimi hissettiği bir anda “sana baba diyebilir miyim” diye sorduğunda ise steve’den “o pek havalı bir şey olmaz” cevabını alır, ama yine de anlayışlıdır. zaten en başından beri steve’in kendisinden yeni haberi olduğu konusunda yalan söylediğini biliyordur. ama anlayışla sabır gösteriyordur.

    steve için dramatik karakter dedik, ama buraya hep kötü yanlarını yazdık. her ne kadar bir televole formatında yaşasa da hayatı, bunu televole sanatçıları gibi, ya da truman’ın karısı gibi para için ya da kariyer için yapmaz. adam hayatını havalı bir kaptan olarak yaşamak istiyordur, ve bunu yapmaya çalışır… yaşarken kendi romanını yazan bir kahramandır. yeri geldiğinde canını tehlikeye atacaktır ekibi için. oğlunun ya da parasız çalışan asistanların hayatları tehlikeye girdiğinde kendi hayatını ortaya atmaktan çekinmez. gerçekten de kahramanca bir hayatın meyvelerini yemekle kalmaz, fedakarlıklarını da yerine getirmeye hazırdır. ekibindeki elemanların hiçbirinin uzmanlığı olmasa da, hepsine sadıktır, çünkü önemli olan ekip ruhudur. bu ruhu taşıdıktan sonra otobüs şöföründen kameraman da olur, öğretmenden teknik sorumlu da… ve hepsi ruhlarını koydukları sürece orada kalmaya devam edecek, daha profosyonel biriyle değiştirilmeyecektir. ha, şurası ayrı: kendisi hayatından bu kadar kolay vazgeçebilirken, esteban’ın ya da ned’in ölmesini de, üzüntüyle karşılasa da, maceranın bir parçası olarak görür ve macera devam ediyordur. filmin anahtar karelerinden biri yine baştadır aslında. kalabalığın içinde birisi “bu maceranda kimi canından edeceksin?” diye sorduğunda, o adamı dövmeye girişecek kadar üzgündür kaybettiği esteban ya da ned için. ama macera devam edecektir…

    hiç bitmeyecek bir maceranın artık eskisi kadar başarılı olmayan kahramandır steve zissou, başarısızdır ama kahramandır.

    --- spoiler ---
  • animasyonlarinin "tim burton's the nightmare before christmas"in yonetmeni henry selick tarafindan yapilan film.
  • her repliği ve karesi birbirinden anlamsız görünen ama tam da öyle olmayan bir dahiyane film.

    not edit: altyazısına hiç güven olmuyor. dikkatle incelenmesi şart bu filmin.
  • bill murray*'nin balon ateşiyle sigara yaktığı film. evet, böyle acayip ve şahane bir film.
hesabın var mı? giriş yap