• 2022 cannes film festivali'nde altın palmiye ödülünü alan ruben östlund’ın yönettiği kara mizah filmi.

    eğlenmek amacıyla lüks bir yat gezisine çıkan ve bir dizi zengin insanla tanışan genç bir çift hakkında, 3 bölümden oluşan film; bir nevi titanic ile sineklerin tanrısı evliliğinden doğan çocuk gibi.

    carl ve yaya adlı ilk bölümde; harris dickinson'ın canlandırdığı model carl ile sosyal medya fenomeni olan yaya’nın (charlbi dean) ilişkilerini görüyoruz. kadın-erkek eşitliği ve toplumsal cinsiyet rolleri üzerine söyledikleriyle bu kısım filmin en sevdiğim bölümü kesinlikle. en baştaki h&m ve balenciaga mankenleri göndermesi de en komik yerlerinden biriydi.

    yat adlı 2. bölümde ve carl ile yaya, lüks bir gemi yolculuğuna çıkıyor. bu bölümde konuklar mürettebat tarafından sürekli şımartılıyor. marksist kaptan ile kapitalist rus’un konuşmaları filmin konseptine uygundu ama o kusma sahneleri çok abartılı olmuş. yönetmen de bunu amaçladığını söylemiş zaten filmden sonra.

    son olarak patlayan bir yattan kaçan(patlamaya sebep olan bombayı da yattaki bir zenginin yapması ayrı bir olay) bir avuç hayatta kalanın yardım gelene kadar yeni bir sosyal düzen kurduğunu anlatan 3. bölüm ada. bu bölüm esas filmin başladığı yer. sineklerin tanrısı dediğim yer de burada başlıyor. yatta tuvaletten sorumlu olan abigail diğerlerinde olmayan hayatta kalma yetenekleri sayesinde grubun lideri oluyor. sosyal düzen tamamen alt üst olduğunda neler olacağını bize gösteriyor. zaten en sonunda abigail’in yaya’yı öldürmesinin sebebi de bu. evet açık olarak öldüğü gösterilmiyor ama yapılan röportajlarda öldüğü söylenmiş.

    otelin kapısına adım attıkları anda abigail’in gücü kaybolacak ve tekrar normal işine dönecekti. insanlara ne yapacaklarını söylemek, bir modelle sevişmek, herkes açık alanda yatarken lüks bir kulübede uyumak, istediği kadar yemek yemek vs her şey onun. yaya'nın abigail'e asistanlık teklif etmesi de onun onu öldüğünden emin olmamın diğer nedeni. çünkü abigail, gücü eline geçirmişken bir asistan olmak istemez.

    ayrıca eşeği öldürme sahnesinin olmasını da dahice olmuş bence; çünkü abigail, yaya'nın kafasına vurduğunda öldürmesi için muhtemelen birden fazla vuruş yapmak zorunda kalacak ve bunun ne kadar acımasız olduğunu görmemizi istedi.

    ayrıca filmde her karakter bir büyük ülkeyi ya da sosyal grubu temsil ediyor. ?olaylar "eski güzel günlerde" yani ihtiyaçlarını işçi sınıfı (yoksul ülkeler) tarafından karşılanırken, yüksek sınıfın teknede keyif sürmesiyle başlıyor. daha sonra bir fırtına geliyor ve herkesin partisi bozuluyor.

    amerikalı kaptan sarhoşken (abd dünyaya liderlik ediyor) rus gübre satıcısı (petrol ve gaz satıcısı) da sarhoş ve ikisi de birbirleri olmaya çalışıyor (rusya kapitalist olmaya çalışıyor ve gemi kaptanı, abd ise marksist olmaya çalışıyor). herkes bu iki saçma salağı dinlemek zorunda kalırken ikisi de "dünya sahnesinde" bağırıyor. amerikalı kaptan çok fazla şeye sahip olduğundan yakınıyor. kuzey ülkeleri (paula, ekip şefi) de dünya barışı ve düzeni için sorumlu olmaya çalışıyor.

    almanya, başkalarına bağımlı olan ve iletişim kuramayan kadın tarafından temsil ediliyor.

    çin, kendi yemeğini yapabilen (çin üretimi) abigail ve bunu da güç kazanmak için kullanıyor.

    carl ve nelson,(korsan dedikleri siyahi) çin'den yatırım alan afrika ile çin'e bağımlı (yatağa girmiş) ve bundan utanan avrupa’yı temsil ediyor.
    ?en sonunda da abigail (çin), gücünü kaybedeceği için yaya'nın gitmesini istemiyor.

    hem festivallerde hem de internet aleminde oldukça popüler bu film. o hype trenine binmeden ve beklentimi iyi ayarlayarak izledim. öncelikle film çok derin anlamlar içeren bir hiciv değil. çoğu zaman kör göze parmak sokarcasına gösteriyor. bu yönüyle kendi türündeki diğer filmlerden hatta yönetmenin önceki filmlerinden bile öne çıkamıyor. ada bölümüne geçildiğinde ileride neler olacağını çok belli etti haliyle bu da seyir keyfimi azalttı. yine de güç dinamiklerinin sürekli değiştiğini görmek güzeldi.

    sineklerin tanrısı ve titanic’ten başka aklıma iki şey daha geldi filmi izlerken. ilk olarak umut sarıkaya’nın, genç edebiyatçılar için eleştiri takvimi karikatüründeki burjuva eleştirisi geldi ahaha orda da diyordu istediğiniz gibi eleştirin, çürümüşlüklerini yüzlerine vurun diye film de bunu yapıyor zaten. görsel

    diğeri de zenginlerin en basit hayatta kalma yeteneklerinden bile bihaber olması beni şaşırtmıştı ama aklıma ali babacan’ın bir çiftçiyi ziyaret ettiği zaman “ben karpuz kesmeyi bilmiyorum ilk defa kesiyorum” diyişi geldi. wtf karpuz bu ya nasıl olur demiştim.

    oyunculuklar iyiydi genel olarak. bir de film bittikten sonra imdb’den oyunculara bakarken yaya’yı oynayan kadının öldüğünü öğrendim. genç insanlar ölünce bi garip hissediyor insan.

    sonuç olarak; filmin kara mizahından, çatışan ideolojilerinden, cinsiyet rolleri üzerine söylemlerinden ve sosyal göndermelerinden keyif aldım. izlemeye değer ama abartmaya değmeyecek bir film olmuş.

    7.5/10
  • filmin yarısında çıkan ekşiciyi de yeşerttiğine göre olmuş bir filmdir.

    bir de filmin yarısında girin öyle deneyin bakalım nasıl oluyor arkadaşlar, belki öyle seversiniz...
  • inanılmaz iyi bir film. bana göre yılın şu ana kadar izlediğim en iyi iki filminden biri. diğeri de close. bu film cannes'da altın palmiye'yi, close da grand prix'yi almıştı. muazzam seçimler cannes jürisinden gerçekten de.

    ruben östlund iyi bir yönetmen olduğunu zaten kanıtlamış isveçli bir yönetmen. ama bu film resmen nirvana. ben özellikle üçüncü bölümü çooook sevdim. ada hikayesi muazzam. anaerkil bir düzen de olsa güç insana neler yaptırır, güç zehirlenmesi nedir, müthiş işlemiş yönetmen. üç bölümden oluşsa da hepsi ayrı ayrı değerlendirilebilir olsa da bir bütün olarak da ayrı ayrı da çok başarılı. muazzam bir film gerçekten. her bir anından inanılmaz keyif aldım. sinema ve sanat budur.
  • fena bulamadığım filmdir.

    --- spoiler ---

    filmin başında yaya'nın en nihayetinde gücü elinde tuttuğuna inandığı zengin ve yaşlı bir koca bulacağını belirtmesi ama carl'ın adada güçlü olan abigail ile bir birliktelik yaşaması ironisini beğendim , filmde yaya'nın ölüp ölmediğini düşünürken gerçek hayatta hayatını kaybetmiş olması ise son derece trajik.
    --- spoiler ---
  • filmin sonunu kimse anlamamış, ben yazayım da aydınlanın :)

    --- spoiler ---

    carl da sahildeki saat satıcısını görünce artık abigel'e ihtiyacı kalmadığını farkedip, yaya'yı ve yaya'nın getirdiği sosyal statüyü kaybetmek istemediğinden, abigel ilişkilerini yaya'ya açıklamadan önce onlara ulaşmak için koşuyordu.

    ve evet, yaya "benim asistanım olursun belki" dediği için, abigel yine düşük statülü bir hayatı sürmektense, adada carl ile her gece seviştiği ve alfa female olduğu medeniyetten yoksun bir hayatı tercih ettiğinden ve medeniyete ulaştıklarında bunu kaybedeceğinden, medeniyete ulaşmamaları için yaya'yı öldürüyor. tam da eşeğin öldürüldüğü gibi. eşeğin taşla kafasının ezilerek öldürüldüğü sahneyi filme koymalarının sebebi de zaten filmin sonundaki bu belirsizliğin aslında cevabını vermekti.

    filme dair diğer bir pek bilinmeyen ise yaya'yı canlandıran charlbi dean'in film çekildikten kısa bir süre sonra, 10 sene önce geçirdiği bir trafik kazası sonrası dalağını kaybettiği için, ufak bir köpek ısırığı sonrası kaptığı önemsiz bir bakteri nedeniyle hayatını kaybetmesi. dalağını kaybettiği için bu önemsiz bakteriye karşı savunma mekanizması çalışmamış ve septik şok nedeniyle hayatını kaybetmiş.

    ve daha fazlası:
    https://www.imdb.com/…t7322224/trivia/?ref_=tt_ql_3

    --- spoiler ---
  • tek bir sahnesinin bile boşa gitmediğini düşündüğüm 147 dakikalık bir ruben östlund işi.

    --- spoiler ---

    öncelikle bu üç bölümlük filmin ikinci bölümünün hayatımın son üç yılının kısa bir özeti olduğunu belirterek başlayayım: gemi sarsılıyor, davetliler kusup sıçıyor, iki adam cep telefonundan aforizma yarıştırıyor, herkes canını kurtarmaya çalışırken bir grup insan kusmuk ve bok temizliyor, "batar mı batmaz mı" denen gemi henüz batamadan davetlilerden birinin üretmiş olabileceği bir el bombasıyla korsanlar tarafından patlatılıyor...

    dört bir yanı mesajlarla çevrili bu iki buçuk saatlik hiciv maratonunun finaliyle ilgili sağa sola bakındım filmi izledikten sonra. malum, final kafamda biraz havada kalmıştı. kişisel görüşüm abigail'in yaya'yı öldürüp öldürmeme konusunda kararsız kaldığı ama yaya kadına "döndüğümüzde benimle çalışırsın, asistanım olursun" dediğinde "bu düzen değişmez" diyerek taşı kızın kafasına indirdiği yönündeydi. ancak carl nereye ve neden koşuyordu, o kısım muğlaktı bende.

    ruben östlund, ilhamı an enemy of the people'dan aldığı final sahnesinde kamera kapandıktan sonra ne olduğuna karar vermediğini söylese de abigail'i canlandıran dolly de leon, abigail'in yaya'yı "tıpkı jarmo'nun eşeği öldürdüğü gibi" öldürdüğü görüşünde. ekibin leon'un teorisi etrafında kıkırdaştığı kısacık videoya şuradan ulaşmak mümkün.

    son sahnede, östland, carl'ın seyyar satıcıyı görüp yakınlarda bir otel olduğunu öğrendiğini ve abigail'in aynı sebepten yaya'ya zarar verme ihtimaline karşı sevgilisini kurtarmak için koşmuş olabileceğini söylüyor. biraz geç kalmış olabilirsin be carl.

    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    filmde bir çok metafor var. eskiden olsa sözlükte tek tek bunları açıklayan bir yazar olurdu ben de keyifle okurdum. ama görüyorum ki yok.
    mesela atışma sahnelerinde kaptan sosyalist , rus kapitalist absürtlük burada başlıyor. ikisi de içlerinde tam tersi ideolojiye sahipler. birbirlerine laf sokarken basmakalıp cümlelerle başladılar. bunu yapmak için telefonlarına bakıp birbirlerine kapak yapmaları gerekti çünkü hiç biri ezberinde yoktu. sadece lenin'in bir sözü rus kapitalistin aklında kalmıştı (okuldaki bilgilerinden) bok satıyorum derken aslında kapitalist olduğu için kendinden iğrenen bir zavallı olduğunu bu şekilde alaycı dille gizliyordu.

    eşeğin çok zengin ama asosyal biri tarafından defalarca taşlanarak öldürülmesi, kadınların bu sahnede dayanamayıp çıkması sonrasında ise o eşeğin yendiğini görmememiz. aslında orada hazır hayvan kesilmişken abigail'in balıklarına çok da ihtiyaçları yoktu. günlerdir korktukları hayvanın eşek olduğunu anlamamaları ise ayrı bir gariplik.

    garsonu zorla havuza sokmaya çalışan kadının pislik içerisinde yüzme ironisi.

    bu ve bunun gibi aslında bilerek kör gözüm parmağına yapılan bu işler bir alt anlam barındırıyor. ama bunu tek tek belirtecek cengaverler güzel ata binip gitmiş de olabilirler.
    --- spoiler ---
  • the square (2017) filminin hemen ardından “triangle of sadness” filmiyle de cannes film festivalinde büyük ödülü (palme d'or) alan ruben östlund büyük bir başarıya imza atarak ismini, bu ödülü daha önce de iki kez kazanan (üç defa kazanan henüz yok) emir kusturica, ken loach, francis ford coppola, michael haneke, bille august, dardenne kardeşler, alf sjöberg ve shohei ımamura gibi yönetmenlerin yanına eklemeyi başardı.

    şunu en baştan söylemekte fayda var. büyük ödül son iki senedir oldukça tartışmalı filmlere gidiyor. geçen sene çılgınlığıyla öne çıkan titane (2021), bu sene de seyirciler tarafından beğenilen ancak eleştirmenlerce pek sevilmemiş olan “triangle of sadness”… elbette ki filmi çok beğenen sinema eleştirmenleri de mevcut; ancak bazı önemli eleştirmenlerin filmi yerden yere vurduğu da bir gerçek. örneğin a.o. scott (the new york times) film için “gerçekten kötü bir film” diye bahsediyor, peter bradshaw (the guardian) ise 5 üzerinden 2 yıldız vererek filmi beğenmediğini saklama gereği duymuyor.

    force majeure (2014) filmiyle son 10 yılın en iyi filmlerinden birine imza atan östlund, babalık kavramı üzerinden erkeklik meselesini oldukça komik bir dille yerin dibine sokmuştu. büyük ödüle kavuşacağı “the square” filminde ise hem göçmen meselesine hem de sanat dünyasının uyduruk ve ikiyüzlü entelliğine muzip dilini yine esirgemeden değinecekti. östlund, son filmiyle hedef tahtasına bu sefer zenginleri koyuyor. fakat hakkını yememek lazım. östlund bu filminde hem zenginleri hem de sonlara doğru fakirleri (bu vesileyle tüm insanlığı) eleştirmekten çekinmiyor. zaten ilk filminde de buna benzer bir eşitlikçi anlayışa sahipti. film (force majeure) boyunca babayı yerle yeksan ederken; son sahnede bir anda anneyi de dalga konusu yapmayı ihmal etmemişti.

    -spoiler-

    film, erkek modeller üzerinden muhteşem bir taşlama ile başlıyor. filmin daha ilk sahnesinden artık yönetmenin de ismiyle özdeşleşebilecek olan tuhaf durum komedileriyle seyirci filme yavaştan ısındırılıyor. bu erkek modeller arasında bizim film boyunca izleyeceğimiz isim ise carl. o, bir zamanlar oldukça meşhur olan ancak son birkaç yıldır sosyal medyada da takipçi kaybetmeye başlamış bir modeldir. yaya isminde, kendisi gibi model olan kız arkadaşıyla amaçsız bir hayatın içindedirler. takipçi sayısı fazla olduğundan erkek arkadaşından daha çok para kazanan yaya, carl’ı instagram hesabından paylaşacağı fotoğrafları çekmesi için yanında taşıdığı bir fotoğrafçı gibi kullanmaktadır. üç kısma ayrılan filmin ilk bölümünde de bu çiftin yemeğin ardından bir türlü ödenemeyen hesap sonrası kavga ettiklerine şahit oluruz. yaya’nın gelen hesabı bile görmezden gelerek yedikleri her yemeği kendisine ödettiğini iddia eden carl, kadın ve erkek rollerindeki klişelerden sıkıldığını söylemektedir. yaya’ya göre oldukça seksi görünen erkeğin hesabı ödemesi klişesi, aslında tam bir cimri olan carl’ın canını sıkmaktadır. ona göre mesele para değil (aslında paradır), sadece toplumdaki kabul edişlerin bir türlü sorgulanamıyor oluşudur. türk televizyonlarında bile pek çok kez skecini izlediğimiz bu derin olmayan mesele filmin ilk kısmında büyük bir yer işgal eder. başlarda gülüp eğlendiğimiz tartışma, uzamaya devam ettikçe hafiften sıkmaya başlar.

    filmin en beğendiğim bölümü olan ve tamamı büyük bir yatta geçen ikinci kısımda ise carl ve yaya dışında başka karakterler de filme dâhil olur. gübre işi sayesinde zenginleşen bir rus milyarder, isveçli bir teknoloji zengini ve el bombası satan bir ingiliz çift filmin komedisini besleyen diğer önemli karakterlerdir. bok satarak zenginleştiğini kahkaha atarak dile getiren ve gemiye sevgilisi ve karısıyla birlikte gelen rus milyarder filmin en güçlü yan karakterlerinden biridir. bu arada, filmin rus-ukrayna savaşından önce çekildiğini hatırlatayım. muhtemelen savaş sonrası olsa yönetmen böyle bir karakteri filme koymazdı.

    ingiliz çift ise kendilerini, üçüncü dünya ülkelerine demokrasi götürürken çok faydalı olan bir ürünün satıcısı olarak tanıtırlar. carl merakla “bu ürün ne” diye sorduğunda ise gülerek patlayıcı (mayın ve el bombası) sattıklarını söylerler. ikinci bölümün sonunda da yine bir televizyon skeci kalitesinde bir sahneyle yanlarına düşen el bombasının (kendi sattıkları ürünlerden biri) patlaması sonucu ölürler.

    tüm bu zenginlerin arasında carl ve yaya çifti de vardır. ikili, yaya’nın instagram hesabı sayesinde bu tarz lüks gezilerden ücretsiz faydalanabilmektedir. ikinci bölümün başlarında carl, yine bir sahte erkeklik krizlerine girer. gemi güvertesinde güneşlenirlerken yanlarında üstünü çıkaran bir erkek mürettebata yaya’nın sevecenlikle selam vermesi carl’ı yine rahatsız eder. kız arkadaşı sayesinde her türlü aktiviteden bedava faydalanan ve buna rağmen bir hesabı bile öderken mızmızlanan carl, gidip bu çalışanı ondan sorumlu olan kişiye şikâyet eder ve aslında buna niyet etmemiş olsa da bu adamın işten kovulmasına yol açar.

    filmin en güzel sahneleri ise ikinci bölümün sonlarına saklanmıştır. kaptanla birlikte akşam yemeği yiyecek olan zengin misafirleri kötü bir sürpriz beklemektedir. kuvvetli bir fırtınaya yakalanan gemi hiç olmadığı kadar sallanmakta ve misafirlerin de midesini olabildiğince çalkalamaktadır. yedikleri onca kaliteli yemek bir süre sonra böğürme sesleri eşliğinde bir güzel çıkarılır. bir süre sonra neredeyse tüm zenginler, kendi kusmukları ve tuvaletlerin patlaması sonrası da kendi pisliklerinde yuvarlanıp duracaklardır.

    woody harrelson’ın canlandırdığı işini pek umursamayan kaptan karakteri ise kendi söylemiyle bir komünist değil bir sosyalist ve aynı zamanda da marksist’tir. ikinci bölümün sonlarında rus milyarderle giriştikleri söz düellosu filmin yine kötü bir skeç havasına bürünmesine yol açar.

    ikinci bölüm, bir grup korsanın gemiyi havaya uçurmasıyla son bulurken; hayatta kalanların bir adada bir araya gelmesiyle üçüncü bölüm başlamış olur. gemide apaçık belli olan sınıfsal farklılıklar adaya düşülmesiyle birlikte keskin bir şekilde kaybolup yer değiştirecektir. gemide üç bölmede yer alan üç farklı sınıf, adada tek bir zeminde bir araya gelmek zorunda kalır. yönetmen gemiyi; en üstte zenginler, ortada beyaz ırktan olan garsonlar, en altta ise temizlik ve bakım gibi en pis işleri yapan göçmenler olacak şekilde tasarlamışken; bu katmanlar yönetmen tarafından adada becerilere göre yeniden oluşturulur. artık zenginlerin esamesi okunmaz olmuştur. adada yeni patron, gemideyken tuvalet temizleyen ve orta yaşlı bir kadın olan abigail olacaktır. çünkü içlerinde ateş yakmasını bilen ve karınlarını doyuracak balıkları elleriyle tutabilen tek kişi odur. hükümranlığını iyice oturtan abigail, bir süre sonra yanına seks kölesi yapacağı carl’ı da alacaktır. carl, karnını doyurabilmek için abigail’in seks oyuncağı olmayı hiç kafasına takmaz. fakat abigail ve yaya’nın gezintiye çıktıkları bir gün, aslında adada yalnız olmadıklarını fark etmeleri abigail’in de liderliğinin sonu anlamına gelir. artık kurtulduğuna emin bir şekilde kumsalda keyif yapan yaya, abigail’i sivil hayatta yanına asistan olarak almanın planlarını yaparken abigail elinde kocaman bir taşla yaya’yı öldürme niyetindedir. filmde gösterilmese de abigail, büyük ihtimalle o eşeği öldürdükleri şekilde yaya’yı öldürmüştür. yine kuvvetle muhtemel carl da bu cinayete şahit olup gördüklerini haber vermek için telaşla diğerlerine doğru koşmaktadır.

    -spoiler-

    filmde zenginler olabildiğince kötü bir şekilde resmedilir. zenginler, normalde geminin yelkenleri olmamasına rağmen yelkenlerin kirli olduğunu iddia edecek kadar aptaldır. zenginler, ölen eşlerinin kolye ve yüzüğünü o esnada almayı hesap edecek kadar paragözdür. zenginler, etraflarında alt sınıftan kimse olmadan karınlarını doyuramayacak kadar beceriksizdir. zenginler, bir eşeğin anırmasından bile tedirginlik duyan korkaklardır. ancak östlund, yine eşitlik ilkesini gözetir ve fakirleri de özellikle abigail’in filmin sonundaki korkunç değişimi ile birlikte fırsatçı ve zalim yapmaktan geri durmaz.

    filmin cannes film festivalinde büyük ödülü almasına ise bir yorum yapamayacağım. sonuçta diğer filmleri görme imkânım olmadığından bu filmi onların yanında bir yere koyamıyorum. fakat kişisel görüşüm östlund’ın bir kısır döngüye girdiği yönünde. bundan önceki iki filminde bunu başarıp üçüncü filminde de birebir aynı yöntemle jüriyi yakalayabilmesi nereden bakarsanız bakın büyük bir şans. belki östlund değil, onun yerine tecrübesiz bir yönetmen olsa çuvallayabilirdi. östlund’ın mizansen yaratma yeteneği gerçekten muazzam. basit meselelerden ve günlük sohbetlerden fevkalade sahneler yakalayabiliyor. bu filminde de bunu pek çok yerde yapmış. ancak bu filmde tekrara düştüğünü, bazı sahneleri çok sündürdüğünü ve skeçlere konu olan basit temaları anlatmayı tercih ettiğini düşünecek olursak filmi bir başyapıt olarak değerlendirmenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. yine de “triangle of sadness”, bu senenin kesinlikle bir kez olsun şans verilmesi gerektiğini düşündüğüm filmlerinden biri.

    yazımın ilk hali
  • adından da anlaşılacağı üzere kendi içinde üçlemelerin filmidir.

    --- spoiler ---
    izlemeyen okumasın
    --- spoiler ---

    film, 3 bölümdür.
    film, 3 ayrı zamanda çekilmiştir.
    film, 3 farklı mekanda çekilmiştir.
    teknede 3 farklı insan vardır.
    oligark/zenginler en üstte,
    kaptan ve diğer beyaz yakalı personel orta katta,
    abigail ve diğerleri karina bölgesinde yaşar.
    filmde 3'lü aşk da vardır. yaya, carl, abigail ve dimitry, karısı, sevgilisi...

    filmde östlund 3 bölümde de laytmotif yapmıştır.
    3 gerilim öncesi olan bu laytmotifler;

    bölüm 1
    yaya ve carl taksideyken sinir bozucu şekilde çalışan silecekler
    (ardından asansördeki kavga)

    bölüm 2
    teknede yunan gemiciyle yaya arasında olan bakışma esnasında rahatsızlık veren arı sesi...
    (ardından gemicinin işten atılması)

    bölüm 3
    carl ve abigail can salının içindeyken sala vuran rahatsızlık veren dalga sesleri
    (yaya ve abigail arasındaki final sahnesi)

    --- spoiler ---
    spoiler bitti
    --- spoiler ---

    diğer enteresan bilgiler;

    yat sahneleri, onassis ailesinin eski yatı olan cristina o'da çekildi.
    bu tekne ilk olarak 1943'te denize indirilen
    stormont adlı bir kanada fırkateynidir.
    2. dünya savaşının normandiya çıkarması sırasında görev yaptı.

    onassis ailesi, savaştan sonra hurdaya çıkan gemiyi 34.000 dolar
    karşılığında alıp gemiyi lüks bir süper yata dönüştürmek
    için 4 milyon dolar harcadı.

    onassis ailesi bu yatta maria callas, richard burton,
    winston churchill ve eşi, john f.kennedy, greta garbo,
    rudolf nureyev, eva perón, frank sinatra,
    elizabeth taylor, john wayne gibi ünlüleri ağırladı.

    hatta, 1956 yılında monako prensi rainier ve grace kelly'nin
    düğünü bu yatta yapıldı.

    aristoteles onassis'in 1975'te ölümü üzerine
    yatın yeni sahibi olan christina onassis,
    yatı cumhurbaşkanlığı yatı olarak yunanistan’a bağışladı.
    yat, yunanistan’da hemen hemen hiç kullanılmadı
    ve uzun yıllar bir limanda bağlı olarak paslanmaya başladı.
    bu durum 23 yıl sürdü.

    1998 yılında yunan hükümeti kendilerine bağışlanan yatı satışa çıkardı.
    kendilerine yatı bağışlayan christina onassis’in öleli 10 yıl olmuştu.
    yatı christina’nın bir arkadaşı alıp 50 milyon dolar harcayarak
    yeniden revize etti.
    tekne şu anda turistik gezilerde kullanılıyor.
    teknenin bar tabureleri balinaların sünnet derilerinden yapılmış.

    99 metre boyundaki yat, zaman kısıtlaması yüzünden
    sadece 9 günlüğüne kiralandı.

    östlund, dimitry karakterinde aslında kardiyolog olan ama
    servetini gübreden kazanan,
    monaco kulübünün sahibi, birden fazla süper yatı olan ve
    2017 yılında da vinci'nin "salvator mundi" tablosunu
    127 milyon dolara satın alan
    rus oligark dmitry rybolovlev'den esinlenmiştir.

    dmitry, 4 yıl sonra tabloyu 450 milyon dolara bir arap prense satmıştır.
    dmitry'nin 2014 yılımda eşinden boşanmak için
    4,5 milyar dolar tazminat ödediği söyleniyor.

    dmitry, kızı ekaterina’ya doğum günü hediyesi olarak ion denizindeki
    onassis ailesine ait olan skorpio adasını 117 milyon euroya satın almıştır.

    ada, dmitry, onassis'ler vs.
  • --- spoiler ---

    filmin başında ahlak abidesi olan carl, son chapter'da abigail'in gönüllü olarak orospusu oldu.
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap