• sofia coppolanın yazıp yönetmenliğini yaptığı yeni filmi. the virgin suicides den sonra merakla beklenmektedir.
  • araştırmacı, çevirmen, editör, redaktör, dizgici gibi bir sürü tuhaf meslek sahibinin * oynayıp durdukları saklambaç oyunu. ebe sobe nidaları ile neşe içinde aynı ormanda kaybolmaları, ormana akşam inince karanlığa tek başına düşme korkusuyla birbirlerini bulabilmek uğruna hep bir ağızdan çığırdıkları deneysel ave maria tonlarının dağınıklıkta karşılaşmaları.
    (bkz: kaybolmak)
  • işitme cihazlarıyla ilgili ve kulağın iç/dış yapısını içeren kısmen tıbbi bir metnin çevirisi sırasında iç dünyasında dev bir kulağın içinde bulan çevirmenin kulak kanalından gibip beyne giden yolda yolunu şaşırması. gerçek dünyaya döndüğünde çalan telefonu açmak yerine durmaksızın sesin nereden geldiğini anlamaya çalışabilir, maazallah oturduğu koltuktan kalktığında kulakları uğuldayabilir.
  • ilk sahnede ekrani kaplayan, pembe ic camasiri icinde belli belirsiz secilen bir adet scarlett johansson kici goruruz. cinsel cagrisimlar yapmaz velakin [valla yapmadi]. daha cok bir teklifsizlik, ictenlik, sicakliktir perdeden yansiyan. filmi bir karede olabildigince guzel ozetler bu sahne. hatta bundan sonra sinemadan cikabilirsiniz, ama bu da iyi oyunculuklari ve nefis muzikleri kaciracaginiz anlamina gelecegi icin tavsiye edilmez.
    orta yasi coktan devirmis, duygusal olarak boslukta oldugunu kolayca anladigimiz aktorumuz [ayni anda hem komik, hem uzgun, hem yorgun gozukmeyi basaran bill murray] 2 milyon [evet evet, dolar] kazanacagi zirva bir viski reklami icin tokyo'ya gelir. uyuyamaz, insanlarla anlasmakta gucluk ceker, japon icatlarina alisamaz. kaldigi otelde, kendisi gibi uyuyamayan, kariyerist fotografci kocasindan da yuz bulamayan, yeni evli hatunla [ kiciyla ilk sahnede muserref oldugumuz scarlett johansson] birbirlerini bulurlar. fotografci kocanin bir kac gunlugune sehirden uzaklasmasini firsat bilip, sehr-i tokyo'yu, burada yasayanlari, gelenek ve goreneklerini ve ayni zamanda birbirlerini kesfetmeye cikarlar.
    pek cok insan, sofia coppola'nin babasinin mirasini yedigini dusunse de, ben ilk filmi virgin suicides'in sevmistim, ozellikle filmdeki bir taraftan tedirgin de eden ruya atmosferini. lost in translation da bence iyi bir devam filmi olmus. ben diyaloglari biraz zayif buldum, ama buna karsi da "zaten yonetmenin amaci o" seklinde bir arguman gelistirebilir, filmde bunu hakli cikarabilecek bir taraf da var. ama ben senaryo ve yonetmen yetersizligine yormayi daha kolay buluyorum. (bkz: bok atma durtusu)
  • gelelim filmin muziklerine. sofia coppola'nin ilk filminin soundtrack'ini air'in yapmasindan, hatunun bu islerden anladigini [ya da bu isten anlayan arkadaslari oldugunu] anlamistik. lost in translation soundtrack'i de bunu teyid eder yonde.
    kevin shields'i gizlendigi koseden* cikarip film soundtrack'i icin parca vermeye ikna etmek kolay degil. shields'in parcalari, my bloody valentine gunlerinin parlakligindan uzak belki, ama yine de ne yapsa kabulumuz, yeter ki yapsin. parlakliktan uzak dediysek de, zaten kotu anlaminda degil. hele are you awake bence harikulade. yok illa da ben loveless'imi isterim diyenlere de, o albumden sometimes'i koymuslar zaten.
    onun disinda, eski dost sebastien tellier'in zamaninda epey dondurdugum sarkisi fantino'yu gormek guzel surpriz.ayni sekilde scorpio rising'in iyilerinden death in vegas sarkisi girls'u de. 18 yil sonra hala eskimedigine sahit oldugumuz jesus and mary chain sarkisi just like honey de hakeza. sarkilarin birbirleri ile guzelce kaynastigi, hos bir album olmus kisacasi.
    bir de soundtrack'e girmeyen ama filmde duyulan sarkilar var. karaoke sahnelerinde duyulan sex pistols'un god save the queen'i, elvis costello'nun whats so funny about peace love and understanding'i, bir de strip club'da duyulan ve "bir sarki bir sahneye bu kadar mi guzel oturur?" diye sorduran peaches'in fuck the pain away'i. dedik ya, bu kadin [veya arkadaslari] agzinin tadini biliyor..
  • dilini bilmedigi bir ulkede amacsizca yasamak zorunda kalan scarlet'in icine nasil da derinden daral gelebilcegini yine onun her sabah yenilenen yasam sevinciyle kontrastlayip sonra gencliginin kaygisizligiyla harmanlayip etkileyici bir anlatim yakalayan siradan olmayan bir amerikan filmi.
  • "yittim. bittim. çıkamadım çevirinin içinden.. yok mudur şu kadar adamın içinde yardım edecek bir babayiğit?" feryadıyla gelen bir içerik.
  • bu seneki oskarlarda hakkının verilmesi gereken film.
  • the man who wasnt there'in ufak lolitasi olduguna bin sahit ister bir scarlett johansson ile wes anderson filmleriyle ikinci baharini yasamaya baslamis sarap kivaminda bir bill murray'nin birkac gün icin ic bunaltan bir yalnizlik ve yabanciliktan kacmaya ugrasmalarini anlatan film. scarlett genctir, tecrübesizdir, yeni evlidir ama yalnizdir, her seyin zora gitmesinden korkmaktadir, teselliye muhtactir. bill ise uzun süredir evlidir, evinde problemler degil ama tatsizliklar vardir, olmak istemedigi bir yerde ilgiden sikkin ve yalnizdir. scarlett'i teselli edebilmek ister ama söyleyebilecek yeterli bir sey yok gibidir. "hayat süper" diyememektedir yani, hayati sevmediginden degil, süper bir sey göremediginden. o da bikmistir netekim. dost olurlar yavvascana.

    ek olarak cok az filme böyle yerli yerinde bir final nasip olur, cok az yerli yerinde final hem böyle gercekci hem de teselli edici olur diyeyim. bitireyim.
  • filmin meselesi yalnizlik degildir. bir tarafta üniversiteden yeni cikmis haliyle yetiskinligin esiginde, her insanin ya yasadigi ya da yasayacagi bir varolus problemiyle, yani "hayatta ne olmak istiyorum?" problemiyle yüzlesen ve böyle bir dönemde kocasinin ilgisizligi ve tanimadigi bir kültürün ortasinda yapayalniz kaliveren genc bir kiz; diger tarafta orta yasi geceli cok olmus, belki biraz yetiskinlikten ve beraberinde gelen sorunlardan bikmis, ve bu sorumluluklar yüzünden istedigini yapabilmek yerine istemedigi bir yerde para icin reklam filmi cekmek zorunda kalan yaslica bir aktörün hikayesidir bu film. "yalnizlik var... japonlar var... bundan ibaret" demek filmin esas meselesini görmemek olur kanimca.

    iki karakter bir araya gelirler ama bill murray biraz da farkindadir kendi konumunun, beraber giristikleri her eglencede sanki distan kendisini gözlemler gibidir, ironik bir havayla. cünkü o tasasiz eglencelerin arkasindan yine ailevi sorumluluklar, is, kariyer vs... gelecektir. bu yüzden scarlett'i hangi sözle avutacagini bilemez, ama sikayetci degil gibidir, gercegi kabullenmis gibidir, "gencligin" tasasiz hayatina birkac günlük turistlik ile kendisine yetip fazla bile gelecek kadar avunur gibidir. halbuki gercegi kabullenmek iyi bir avuntu degildir her zaman, o yüzden finalde duymayiz bill murray'in söylediklerini, cünkü ne söylüyor olabilir ki? böyle birkac gün aklinizda hos bir ani gibi asili kaliverecek güzelim bir film ceken sofia coppola bile bilemez herhalde cevabini. nihayetinde bir yolunu bulup izleyin bu filmi, val kilmer ile brando iyi aktörler amma island of dr moreau'da jean claude van damme ile chuck norris gibi performans verdiler, onunla bununla karistirmayin.
hesabın var mı? giriş yap