• annesinin dizlerine sarılıp ağlayan bir çocuk gibi ne huzur verirler, ne de gitmek için müsaade.
  • coşkun sabah'ta, "öksürsem 2 milyon satar" tadında bir özgüven oluşturan şarkı.
  • cocuklugumda antalya istanbul arasi bir yolculuk boyunca dinledigim ve ne kadar dinlesem de bıkmadigim ender sarkilardan biri...
  • uzun zaman önce uzun soluklu bir ilişki yaşadığınız bir kente, uzun zaman sonra uğradığınızda, bu coşkun sabah şarkısını haykırma isteği duymak için etrafınıza şöyle bir bakmanız yeterlidir... hatta ve hatta bünye bir an kendini kaybedip bu isteğe yenik bile düşebilir ve neticede "anılaaaaaarr... anılaaaaarrrr.. şimdi gözümde canlandılaaarr..." diye haykırılabilir kısa bir süre için.. sonra kendi kendine gülünür, dalga geçilir ve güne kaldığı yerden devam edilir...
  • sokaklari sokak olmaktan, isimleri, trafik isiklarini birer isim birer nesne olmaktan alikoyar.

    yasarken fark etmedigimi sandigim ufak detaylar, o'nun beynimin bir kosesine kazinmis cumleleri, ilk kez opustugumuz apartman girisi, hatira olsun diye caldigim siyah cakmagi, teninin kokusuna sinmis sigara kokusu, beyaz teni, gulusu, o gunku baharin ilk yagmuru ya da beraber cok mutlu oldugumuz bir gunde giydigim t shirt. bunlarin hepsi yillar sonra beni belki de bambaska bir surette gelir bulur beni ve nedense bu hep en olmadik anlarda, tam evet unuttum artik derken olur. nasil anlatsam bilmem ki..

    onunla tanismadan bilmezdim ankara'da bu kadar cok erdem kirtasiye, erdem sokak, erdem eczanesi oldugunu; bir gun o girdi hayatima, baslarda her sey cok guzeldi. aklim bes karis havada, gozlerim sadece ona bakarken kor degil ama onun disinda dunya yansa umrumda da degil cunku ben onunla okulunun kutuphanesinde hazir kahve sirasi beklerken bile mutluyum, siranin 500 km olmasi bile umrumda olmaz cunku yanimda o var, cunku o bana bakiyor, varoldugunu sandigim sevgisiyle simariyorum ben de. disaridan bakinca her sey mukemmel.

    sevilmek bazen sevmekten daha onemli oluyor, cunku sevdigimize emin olabiliriz ama sevildigimize ya da en azindan 100% sevildigimize emin olamayiz ve boyle bir durumda suphe denen illet ruhumuzu icten ice kemirir durur. iste yine boyle bir yagmurlu gunde, erdem yine kirmizi battaniyenin altinda uyurken ya da ben gideyim diye uyuyormus gibi yaparken ilk defa ondan suphelendim. sevgisinden, sozlerinden, gulusunden, sadakatinden suphelendim. gittim optum onu omzundan. son kez oldugunu da sadece ben bildim ve 100. yildaki o boktan evin duvarlari. sessizce ayakkabilarimi aldim ve kapiyi cektim. neyin ne oldugunu ondan duymak istemedim, gercekleri bilmek istemedim.

    erdem'den sonra kirmizi isiklar onun elini tutmak icin zaman kazandigima sevindigimi hatirlatir oldu, cocuklarin umursamaz nesesi onun gulusunu.. biri adini ansa ilk ben duydum, tabelalarda onu aradim.

    onu birakip gittikten 2 sene sonra bir bahar gunu yine o evin onunden gectim. turkce'de yasadigim aciyi anlatabilecek herhangi bir kelime yok. yuzlerce jilet yutmus gibiydim hepsi bogazimdan kanata kanata gectiler, midemi lime lime ettiler, icim kanadi ama beni gorenler bunlarin hicbirini anlamadi. ustumde o gunku sari t shirt ve sokaginin kosesindeki taksi duraginda oturup agladim.
  • hayatın size verdiği narin ve kırılgan hediyeler. geçen kar yağarken sokakta yürüyordum. öyle güzeldi ki sokak lambasının ışığında usul usul yağan kar... dışarı çıktığıma çok memnun oldum ve düşündüm keşke bu anı hatıralarımda kartpostal gibi saklayabilsem. sonra düşündüm daha önce ne karlar yağdı, hangisini böyle net hatırlıyorsun? eve gittim üşenmeyip hesapladım, toplamda 11.171 gün (bugüne göre güncelledim çıkan rakamı) yaşamışım. 11.171 günün kaçını net hatırlıyorum peki? taş çatlasa 100 kadarı. o da lafı geçmeden hatırlanmaz. çocukluk anılarım iyice sislenip puslandı, artık daha ileri yaşta böyle hatırladığım için hatırlıyorum, yoksa anının kendisi yok. demek ki her bir gün bir daha asla hatırlayamayacağımız kayıp gidecek unutulmaya mahkum birer hediye bize. o zaman unutumaya mahkum bu günleri dolu dolu yaşamalı. ama carpe diem'i dilinden düşürmeyen bazı şaşkınların yanlış anladığı gibi her gece barda gönlüm hovarda değil. yağan karın, yağmurun, açan güneşin, otobüse binmek-temizlik yapmak gibi basit eylemlerin bile tadını çıkararak, yanınızda mırıldanan kedinin birazdan oradan kalkacağını bilip o huzurun tadına vararak, bugün başınızın etini yiyen babanızın yarın o dırdırlarını özleyeceğinizi hatırlayarak... her gün bize verilmiş birer hediye. onları hatırlamasak da hatta işte hatırlayamayacağımız için doya doya keyfini çıkararak yaşamak lazım. anılar bunu söyledi sanki bana.
  • yaş ilerledikçe öylesine çoğalır ki.
    içinde boğulursun geçmişe uzandığında.
    en güzelidir çocuklukta ve ilk gençlikte olanları, saf, tertemiz ve kristal kadar berrak.
    sonra artık yozlaşır, kirlenir, kirletilir inciten ve incinen bir boyuta ulaşır sessizce.
    hainlikler, ihanetler, yalanlar ve üç kuruşa dostlukları satmalar şekline dönüşür.
    geçmişe dönüp baktığında nedense güzellikler ve iyilikler daha azdır sanki,
    " hep mi kötülük gördüm canına okuyayım nasıl dayanmışım şimdi olsa dayanamam "
    dersin. oysa gelecekte de bugüne baktığında aynı zorlukları ve dayanma gücünü göreceksin.
    yaşın ilerledikçe anılar çoğalır. tatlısı az, acısı çok tuhaf lezzette, ağızda kekremsi tat bırakan bir yemeğe dönüşür. beynin cadı kazanı gibi, arı kovanı gibi olur.

    işte o anıları tekrar yaşadığında camları açıp haykırasın gelir,

    - bu hayat mıydı? eh o zaman bir kez daha.....
  • 7 yaşındayım. babam beni veliefendi hipodroduma götürmüş. işportacı da bir walkman görmüşüm. crown marka. çıldırmışım. ama öyle güzel ki kırmızı, kıpkırmızı. aldık. öyle eski zamanlar ki kulakiçi kulaklık yok, kafama verdiler pilot gibi kulaklığı da. neyse kaset yok, bir de kaset seçti babam. coşkun sabah, "anılar". ulan 7 yaşındayım daha. anım yok hiç. ama kaset, coşkun sabah "anılar". sonra sabahlara kadar dinlemeler, falan filan.

    sen böyle yaparsan bu çocuk mühendis, doktor, iş adamı olur mu mna koyim? al işte tarihçi oldum.
  • hayat bir yolculuk, insan ise yolcu olarak tasvir edilirse anılar, taşıdığımız bavullardır. bu bavulları taşıyabilecek vasıfta olmanın temeli de bilinçtir. insan, doğduğu andan, belli belirsiz bir bilinç nosyonuna kavuşuncaya kadar olan süreçte, geçmişe dair, ilkel deneyimler dışında hiçbir yüke sahip olmadan yoluna devam eder. bilinç, en temel düzeyde, onu meydana getiren ortamla ve bu ortama kademeli olarak dâhil olan araçları aracılığıyla tanımlanabilecek duruma geldiğinde, sanki gelecekteki bir kriz noktası bekleniyormuşçasına, anı birikimi yapılmaya başlanır.

    yaş ilerledikçe, anıların benliğe bindirdiği yük artar. bu ağırlık gelecek beklentisi ile ters orantılı bir davranış sergilerken, belli bir yaşın üstündeki kişilerde anılara tutunma eğilimi görülür. artık taşıyacak daha fazla gücü olmamasını ve yarınların eskisi gibi cömert davranmayacağını görmesine bağlı olarak anılarına sıkıca tutunur. zaten hayatın akışı da yavaşlamıştır onlar için. aynı zamanda bir zayıflık olan bu yavaşlık, geçmişin karelerinin, insanın zihnine adeta saldırmasına imkân verir. sanki daha fazla yaşayamayacağını içten içe bilen, hisseden insanın, geçmişe tutunarak onu ölüme sürükleyen akıntıya karşı koyma çabasıdır bu. benliğinin derinliklerinde zanneder ki, geçmişte biriktiği anılara tutunursa ölüme doğru süren yolculuğu yavaşlayacak, hatta belki ölümden kurtulacak. başka insanların zihninde ve daha da ötesi, tarihin sayfalarında yer edinip bir nevi ölümsüzlüğe ulaşma dürtüsü de bundadır.

    bir de geçmişlerinin ele geçirdiği; insani bir uyum edimini sağlayamadıkları gibi, bu durumlarından habersiz diğerleri vardır. bu insanlar, yaşlı güruha da dâhil olmayabilirler. bildiğiniz gibi, her birimizin zayıf noktaları vardır. bunların başında da anılarımız gelir. yaşanmış ve gölgeye dönüşmüş anılarımızı kurtarmaya çalışırız her seferinde, çünkü belleğimizin, yaşanan mutlu ve hüzünlü anılarımızı bizden almaya çalıştığını düşünürüz. çünkü göbek bağının kesildiği andan, geldiğimiz ve gitmekte olduğumuz yere, ruhların uyuyacağı ve bir sonraki uyanışı, cisimleşmeyi bekleyeceği ana kadar anılarımız birikmiştir. anılarımızı unutmak işimize gelmez. zaten anıların unutulamaması buradaki asıl meseledir. çünkü hayatı yaşama biçimleri şimdiki zamanın içinde; geçmişin izleri ile dolup taşan bir model hâlini almıştır. bu insanlar için ileriye gitmek imkânsızdır; geçmiş, her geçen gün gitgide daha fazla geri gelir, şimdide yaşananlara sahip olur ve yeni yaşanmışlıkların kayda alınmasında manipülasyon etkisi yapar. bu saplantı, çoğu insanda, onların yaşadıkları kayıplar göz önüne alındığında normal kabul edilir. tek anormallik, sahip oldukları birazcık bilinci kaybettiklerinde, geriye çocukluk anılarından başka hiçbir şeyin kalmayacak olmasıdır (bkz: çocukluk anıları). alzheimer hastalarının yavaş yavaş kaybettikleri bilinçlerinin, onları en son çocukluklarıyla baş başa bırakması gibi. çünkü anılar, bizim hâlâ çocuk olduğumuz; tamamen uyum sağlayamadığımız -hâlâ geçmişi yaşadığımız yerdir.

    yalnız, insanın kendi anıları, bu anıların, yol üstüne dikili birer kazık olmaması; aksine insanın sırtında birer yük olması nedeniyle bu söylediklerimizden ayrılır. başka insanların anılarında yahut tarihin akışında yer bulabilmek, geçilen yollara dikilen birer anıt gibidir ya da başka türden birer izdir. hâlbuki insan, sırtındaki ağırlık olan anılarına tutundukça, akıntıya daha çok teslim olur. gelecekten tamamen umudunu kesmiş insanların tavırları da yaşlılar gibidir. sadece, önlerindeki süreyi ya da ekranı bir nevi dondurarak tamamlamayı tercih etmişlerdir. kriz anlarında bilincimizin biriktirdiği anılara tutunmak, kısa vadede çözüm getiren, sonuca çabuk ulaştıran bir yöntemdir. fakat bu konuda dikkatli olmak gerekir. mücadele için ayağa kalkabilecek gücü sağlamanın ötesine geçildiğinde, benlik adeta bir uyuşturucunun tesiri altında gibi davranır; insan tutunduğu anılarıyla yarı bilinçli yarı bilinçsiz şekilde sürüklenip gidebilir.

    başka bazı insanlar vardır ki duygularına ve geçmişin anılarına sadakatsiz olduklarını dile getirirler. çünkü ego, amacının yaşamdan kaybolduğu ve yaşamın kendisini gerçekleştirmek istediği, başka bir yasanın hükmü altına girmek ister, ta ki ondan alacağı kalmayana dek. o zaman, önce insan anılarına sadakatsiz olur. iradesini, egonun amaçlarına uygulamak için merkezden uzaklaşır. tabii, onun bu durumu hiçbir zaman mutlak değildir. çünkü hayatın bir yerinde kaderimize karar veremediğimiz; bir şeylerin bizi zorladığı ve kendi irademizin bizden uzaklaştığı bir zaman gelir. o zaman, ego, amacını ancak zorlu bir tür çabayla tutabilir ki bu neredeyse imkânsızdır. ego, amacına uygun hareket ettiğinde bile bu tam olarak kendi seçimimiz olamayacaktır. elbette insanın bunu fark etmesi kolay olmayacaktır. aniden anılarına yabancılaşması; o hiçbir dibe bağlanmayan hissizlik girdabı neyse, anıları kaybetmemek için direnç göstermek ve acı hissetmek de aynı şeydir. insan birden kendisini geçmişinden ayrı hissedebilir. dolayısıyla anılarının değil, kendisinin bir anlamda gölgeye dönüştüğünü düşünebilir; geçmişin insanı olarak öldürülmüştür. onu, o insan yapan her şey dönüşmüştür. işlevsizdir artık ve yeniden yaşanan anın içinde tutunmasına da gerek yoktur. artık anılarını, duygularını yok eden bir deccal'i vardır. kendine yeni bir düşman daha yaratmıştır (bkz: nevroz), (bkz: nevrotik insan).

    insanın kalbi, yaşam boyunca baş etmek istediği düşmanlarla dolup taşıyor. aniden geçek yalıtımını kavradığı bir anda (gölgeye dönüştüğünü hissettiği anda) ise varoluşunun pençesine düşüyor. ne acıklı.
  • bazen çok anlamsız zamanlarda, hiçbir neden yokken çocukluğuma ilişkin bir anı birden tüm canlılığıyla gözlerimin önünde belirir. yalnızca bir görüntü olarak değil, her şeyiyle bir bütün olarak canlanır. o anı yaşarken her ne hissediyorsam o da geliverir. tüm o duyguların birden canlanıvermesinin neden olduğu duygular da eklenince parmak uçlarım üşür nedense. yanaklarım ise kızarır.

    sonra fark ettim ki çok anlamsız zamanlarda, hiçbir neden yokken çıkıp gelmiyormuş bu anılar. bir nedenleri varmış. çocukluğumun güneşli bir gününden bir anının ben çok yalnız, stresli, kaygılı ya da özlem doluyken beliriverdiğini fark ettim. sanırım bu, insanın kendisini korumasına yardımcı olmak için bulduğu yollardan birisi; çünkü böylesine yalnız hissederken annem ve babamla denizin kenarında oturduğumuz çok güzel güneşli bir sabahı anımsadığımda yüreğim ısınıyor. yalnızlığım gitmiyor ama, sevildiğimi anımsıyorum. öğle arasında lisenin bahçesinde arkadaşlarımla oturup denizi izlediğimiz ve her şeyden konuşup da aslında hiçbir şeyden konuşmadığımız, ama yine de çok eğlendiğimiz bir anı, konak meydanı'ndan akşam güneşi altında babamla eve yürüdüğümüz ya da kardeşimle okuldan dönüp de makarna pişirdiğimiz bir anı, derin bir umutsuzluk anında sanki tüm o umutsuzluğumu bastırmak istercesine birden gözümde canlanıveriyor.

    belki geçmişe çok takılıyorum. bilmiyorum; ama "neden orada değilim? neden bitti?" diye üzülmek yerine "ne güzeldi. beni ben yaptı ve bitti." demeye çalışıyorum. hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor. anılar bile. yaşadığım her gün, bir başka anıya dönüşüyor. yeterince zaman geçince tam şu an da birden gözümde canlanıverir belki. geleceğin anısı olur.

    düzeltme: anlatım bozukluğu giderildi.
hesabın var mı? giriş yap