hesabın var mı? giriş yap

  • videodaki iki genç sahilde takılırken aniden dev bir parmak izi beliriyor üstünde de yeni çağın başlangıcı yazıyor, ne anlama geliyor olabilir altından ne çıkacak merak ederseniz takipte kalın
    bkz: esrarengiz parmak izi
    edit: altından hangi dizi, hangi olay çıkacak akıllara sorular düşürür.
    edit 2: gökyüzünde bir anda beliren parmak izi ipucu olabilir.
    edit:3 ucu açık olay, ne olduğunu anlamak için takipte kalmak gerek.
    edit 4: soru işaretleri giderek artıyor bu yeni çağ ne zaman başlıyacak acaba?

  • über-salak zihniyetin savunduğu hede.
    devlet vergiyi neden alıyor ulan, kamu hizmeti vermek için değil mi? yurttaşlarına, o devletin yurttaşı olduğunu gösteren biricik kimlik belgesini bedava vermeyip 18 liraya satacaksa sikmişim öyle devleti.

  • bir elektronik, bir metalurji, bir gemi inşaat ve bir makine mühendisliği öğrencisinin, anten yapmak amacı ile televizyona sigara kağıdı sokarak patlamasına sebebiyet vermesi. buna mukabil, bir edebiyat, bir kamu yönetimi ve bir uluslararası ilişkiler öğrencisinin eve kaçak kablo tv çekebilmesi. gerçi üst komşu ne izlerse onu izlemek zorunda kalıyorlardı ama neticede beleş.
    eğitim sistemi çarpık diyoruz yıllardır. solcu tırıvırısı deyip geçiyorlar. al işte örnek!

  • bence kedi köpeğin kendi selametleri için metrobüse yaklaştırılmamaları gerekiyor. saat 6 civarı zincirlikuyu'da metrobüslere hunharca saldıran yaratıkları görürlerse hayvanlıklarını sorgular hayvancıklar.

  • temelde optografi kelimesi iki yunanca kelimenin birleşmesinden gelmektedir; opto: görüş veya göz anlamına gelir ve grafi/grafik ise çalışma alanı veya yazmayla ilgili bir anlama gelmektedir. hal böyle olunca optografi kabaca görme çalışması, görme olayı veya görmeyi resmetme gibi anlamlar taşır.

    bu teknik tanımlamayı yaptığımıza göre asıl konumuza geri dönelim; bilim insanları, bu fikir ilk olarak 17. yüzyılda ortaya attı diyebiliriz ve optografi'yi; gözün retinasında oluşan bir görüntü olan optogramı görüntüleme veya alma işlemi olarak tanımladılar. kulağa ne kadar çok bilim kurgu düşüncesi gibi geliyor değil mi.

    bu fikre göre dönemin bilim insanları, gözün ölüm anında son görüşümüzün görüntüsünü yakalamasının mümkün olduğunu düşünüyorlardı. tabii ki bu fikir fotoğraf makinelerinin ve fotoğrafın icadından sonra daha baskın bir düşünce olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

    çünkü gözümüzdeki retinanın bir kamera plakası gibi davranabildiğini ve üzerinde düşen görüntünün yakalandığı cam slaytları kaplayan gümüş nitrat filme benzer bir şekilde çalıştığını varsaydılar. bu varsayımsal düşüncenin ardından yapılan çalışmalarda 1876'da franz christian boll adlı bir alman fizyolog, retinanın çubuk hücrelerinde bulunan ve tıpkı bir kamera plakasındaki nitrat gibi davranan, ışığa duyarlı bir protein olan rodopsini keşfetti. işte bu keşfedilen protein ışığa maruz kaldığında bir ağarma oluşuyordu.

    tabii ki boll'un yaşamı erken bittiğinden bu çalışmalarının nasıl bir etki yarattığını göremedi. daha sonra yine bir alman fizyolog wilhelm kühne bu teorinin üstüne gitti ve çeşitli deneyler yapmaya başladı. deneylerinde çok sayıda hayvan kullandı ve ölümden hemen sonra hayvanların gözlerini çıkardı ve görüntünün retinaya sabitlenmesi için onları çeşitli kimyasallara maruz bıraktı ve bu denemeler ardından en iyi maddenin potasyum alum yani şap dediğimiz bir çeşit tuz olduğunu keşfetti.

    deney şöyleydi; bir tavşanı, başı parmaklıklı bir pencereye bakacak şekilde bağlandı. tavşan bu pozisyondan yalnızca pencere ve bulutlu gökyüzünü görebiliyordu. hayvanın gözlerini karanlığa alıştırmak, yani rodopsin'in çubuklarında birikmesini sağlamak için birkaç dakika boyunca bir bezle kapatıldı. daha sonra hayvan üç dakika boyunca ışığa maruz bırakıldı. ardından hemen başı kesilerek ve gözleri çıkarıldı. çıkarılan gözlere ensizyon yapıldı ve göz küresinin retinayı içeren arka yarısı alınarak, sabitleme için bir şap çözeltisine daldırıldı.

    ertesi gün kühne, ağartılmış ve değiştirilmemiş rodopsin ile retinanın üzerine basılmış, çubuklarının net desenine sahip bir pencere resmi gördü.görsel

    yukarıdaki görüntüde en soldaki görüntü, optogramı olmayan bir tavşan retinasıdır: retina görüntüsünün üst üçte birlik kısmı boyunca uzanan ışık diski ve yatay şerit, retinanın normal anatomik özellikleridir. ortadaki görüntü, tavşanın ışığa maruz bırakılmasından sonra elde edilen optogramdır. tavşanın baktığı pencere görüntüde fark edilebilir görünüyor. en sağdaki görüntü, 3 büyük yan yana pencerenin gösterildiği başka bir optogramdır.

    bu çalışmalarından sonra kühne, deneylerini bir insan üstünde yapmak istedi, bunun üzerine 1880'de erhard gustav reif adlı idam mahkumunun gözleri infazdan sonra gözleri çıkarıldı ve kühne'nin heidelberg üniversitesi'ndeki laboratuvarına teslim edildi. kühne'nin reif'in gözlerinden ürettiği optogramlar günümüze ulaşamadı fakat bir gazete kupüründe şöyle bir görüntü mevcut. kühne bu taslağın giyotin bıçağına yüzeysel bir benzerlik taşıdığı ileri sürülmüştür.

    daha sonraları dr. maxime vernois'ten optografların cinayet davalarında delil olarak kabul edilmesinin fizibilitesini incelemek için bir çalışma yürüttü. vernois en az on yedi hayvanı öldürdü ve gözlerini parçaladı, ardında bunun boşuna yapılmış bir eylem olduğunu kabul ederek şu sözleri söyledi.

    --- spoiler ---

    bir kurbanın retinasında katilinin portresini ya da ölüm anında karşısına çıkan herhangi bir nesnenin ya da fiziksel özelliğin temsilini bulmak imkansızdır.
    --- spoiler ---

    yıllar sonra 1975 yılına gelindiğinde heidelberg polisi, kühne'nin deneylerini ve bulgularını modern bilimsel tekniklerden, güncel bilgilerden ve gelişmiş ekipmanlardan yararlanılarak yeniden incelemek istediler. bunun için heidelberg üniversitesi'nden evangelos alexandridis'in uzmanlığına başvurdular. alexandridis, kühne'yi anımsatan bir şekilde, tavşanların gözlerinden birçok farklı, yüksek kontrastlı görüntü oluşturmayı başardı. fakat optografinin adli tıp aracı olarak hiçbir potansiyele sahip olmadığı sonucuna vardı.

    kaynak:1,2,3

  • sabahın 6’sında uyanmış ve zombiye dönüşmeye ramak kalmış bünyenin 3 gün üst üste giyilmiş pantolonu koklayıp 1 gün daha giderinin olduğuna karar verdikten sonra yüzünü bile yıkamadan çıkıp metrobüs duraklarının yanındaki seyyar poğaçacılardan birinde (bkz: merhaba poğaçacı) kendisinin kahvaltı addettiği fakat aslında sadece beyninin ona sigara altlığı yapması için gönderdiği güçlü sinyallere yenik düşmesinden mütevellit 2-5 tane arası poğaçanın mideye işkence niyetine duhul edilmesi ve akabinde tek nefeste çektiği 200ml şeftalili meyve suyunun bünyede yarattığı anlık enerjiyle güne mutlu başlandığı istanbul’un çoğu beyaz-mavi yakasının her gün yaptığı survival instinct.

    not: bilerek nokta, virgül koymadım ve tek nefeste okunmasını istedim. lütfen ilkokuldaki türkçe hocamın mezarındaki ana babasına kadar sövmeyin dostlar. *

    edit: imla

    debe editi: valla bu kadar etkileşim alacağını düşünmedim ama sanırsam herkesin belli bir dönemine hitap etti bu entry. sağol sözlük :)

  • bitmeyen fıkra

    patron, sekreterine talimat verir:
    - bir haftalığına iş için yurt dışına çıkacağız. ona göre hazırlan...
    sekreter kocasını arar :
    -patronla bir haftalığına yurt dışına çıkacağız. sen başının çaresine
    bakarsın artık...
    kocası sevgilisini arar:
    -karım bir haftalığına yok. bu haftayı beraber geçirelim.
    sevgili, özel ders verdiği minik çocuğu arar :
    -bu hafta sana ders veremeyeceğim. gelmene gerek yok.
    minik çocuk dedesini arar :
    - dedeciğim, bu hafta dersim yok. öğretmenim yok. bu haftayı beraber geçirelim.

    dede (1.bölümdeki patrondur) sekreterini arar:
    -bu haftayı torunumla geçireceğim. gezimiz iptal oldu. gidemeyeceğiz...
    sekreter kocasını arar:
    -gezimiz iptal oldu. gidemeyeceğiz!
    koca sevgilisini arar:
    -bu hafta beraber olamayacağız. karımın gezisi iptal oldu.
    sevgilisi ders verdiği minik çocuğu arar:
    -bu hafta sana ders verebileceğim. işlerim iptal oldu.
    minik çocuk, dedesini arar :
    -dedeciğim, öğretmenimin işleri iptal oldu. bu hafta beraber
    olamayacağız. çok üzgünüm!
    dede sekreterini arar:
    -merak etme! bu hafta yurt dışına çıkabileceğiz.

    debe editi: bir çok mesaj aldım. ilginize teşekkür ederim. fıkraların devamı gelecek... :)

    edit: bu fıkra mükerrerdir...

  • - ne okumuştun sen oğlum?
    + bilg. tekn. ve prog. amca
    - hee 2 yıllık mı?
    + he 2 yıllık
    - bizim oğlanın bilgisayara virüs girmiş ne yapcaz onu?
    + temizlenmesi lazım
    - sana getirsek de bir baksan
    + ben bilmem amca onu 4 yıllık okuyanlar temizler.

  • sanıyorum sıkça düşülen bir yanılgı yurtdışında gezmeye gidildiğinde hissedilenle yurt dışına yaşamaya gidildiğinde hissedilenenin aynı şey olacağı beklentisi. karışık kurdum cümleyi, şunu demeye çalışıyorum, "yurtdışı gezmesi eğlenceli = yurtdışında yaşamak eğlenceli" değil.

    yurtdışına çıktığımda nefes aldım, türkiye'ye ait olmadığımı hissettim vs gibi şeyler duyuyorum bazen insanlardan, buraya da yazılıyor. belki kimisi için doğrudur. ama şunu unutmayın, yurtdışına geçici süre gitmekle kalıcı olarak gitmek arasında çok büyük fark var.

    geçici olduğunu bildiğin her şey keyifli. garsonluk da keyifli, çiftlikte çalışmak da keyifli, soğukta kanalizasyonsuz çadırda kalmak bile keyifli, çünkü yeni deneyim. "ben danimarkada 5 ay inek sağdım hacı, kırda bayırda, kendimi buldum" diyen kişi o 5 ay, geri döneceğini bilmenin keyfiyle yaşıyor. 5 ay sonra döner yine mesleği neyse o alanda bi iş bulur, olmadı tükkanın başına geçer.

    yurtdışında yaşamak böyle bir şey değil. yurtdışında yaşamak yine ev-iş-kira-fatura-aidat-maaş-gelir-gider zincirine başka bir ülkede girmek demek. gezmeye gittiğinizde sadece gittiğiniz yerin güzelliğinden değil, sıradan gündelik hayatınızdan uzaklaştığınız için de yurtdışı fikri hoşunuza gidiyor hepinizin. yurtdışında yaşamak demek ise aynı sıradan gündelik hayatı başka ülkede yaşamak demek. işe git eve gel, akşam ne pişirelim mevzusunun başka dilde olması demek.

    türkiye çok kötü bir dönemden geçiyor, daha da kötüye mi gider, bir yerde patlak verir irinini akıtır mı ne olur bilemiyorum. ama türkiye'nin mevcut durumunu hepiniz biliyorsunuz, tek tek şusu kötü busu kötü diye yazmayayım.

    ama bütün kötülükleriyle birlikte türkiye kötü bir ülke olmak zorunda değil. yaşanamaz olmak zorunda değil. devran döner, bugünler geçmiş olur. türkiye'de doğan insanın türk kültürü yine baki kalır. dolayısıyla da yurtdışına yaşamaya gittiğinde hissedeceğin özlem ve tam da ait olmama duygusu hep yanında olur.

    bak ait olamamak o kadar tuhaf bir duygu ki. anlatılmaz yaşanır. senin için en sıradan, en doğal en normal olan şeyler var ya, birden etrafında hiç kimse bunları duymamış görmemiş olacak. sen yeni ülkeye alışmaya başladıkça bazı konularda kafan ikiye bölünecek. biri o paragrafın başında bahsettiğim şeyi normal bulan kafan, diğeri de "oha o garip şeymiş hakkaten be" diyen kafan olacak. daha önceden çok deli saçması diyeceğin şeyleri çok mantıklı bulduğun anla aynı an içerisinde deli saçması olduğunu da düşüneceksin. algın, değer yargıların, hayata bakışın filan bir anlamda çeşitlilik ve zenginlik kazanırken, bir yandan da bulamaç olacak.

    yurtdışında yaşamak iyidir ya da kötüdür demiyorum ama en azından pek farkedilmeyen, üstünde düşünülmeyen yanlarını söylemek istedim sadece.

    bir uykusuz, leman, penguen alıp yabancı bir arkadaşınıza karikatürleri anlatmaya çalışın. bir deneyin bunu. politik karikatürleri filan da değil, mesela şunu. adem'le havva'yı da bilirler nasılsa.

    mesele üç kelimeyi yabancı dile çevirmekte değil. özellikle de mizahtan örnek verdim çünkü çok düz ve net konular dışında iletişim kurmanın zorluğunu en güzel mizah alanında görüyor insan. o karikatürü çevirebilmek için aynı sosyo kültürel geçmişi paylaşmak, aynı tipleri bilmek, aynı adetleri, gelenekleri tanımak gerekiyor. yoksa "peel it" diye çevirmenin hiç bir esprisi yok. hayatınız hep şu karikatürün "peel it" diye çevrilmiş versiyonu gibi olacak. altında derinliğin var, kültürünü paylaşan kişi için çok açık ve net, ama kimse seni anlamıyor olacak. sen de aynı şekilde karşındakini derinlemesine anlamakta zorlanacaksın. nüanstan, detaydan, derinlikten yoksun iletişim kurabileceksin anca.

    insanlar o yüzden yurtdışında memleketlisini kucaklıyor. o tam tanımlanamaz bir otomatik dostluk o yüzden oluşuyor yurtdışında karşılaşılan bir türkle.

    yurtdışında yaşayan bir türk olarak ben şunu söylemek istiyorum o yüzden yazdım bu kadar lafı; yaşadığım ülkede mutluyum. daha önce yurtdışına çıktığımda hissettiğim o heyecan, o mutluluk çoktandır yok, çünkü benim de burada aynen türkiye'de olduğu gibi bir monoton rutinim var. çünkü burada "geziyor" değilim, yaşıyorum. siz de "yaşıyor" olacaksınız. ama güvendeyim, türkiye'de beni korkutan, geren, huzursuz eden bir çok konudan uzağım.

    yine de türkiye'de mi yaşamak isterdin burada mı deseler, türkiye'yi temizleyip türkiye'de yaşamayı tercih ederim. temizlemeye, iyileştirmeye gücüm yetmeyeceği için, ve bunun benim hayatım süresi içerisinde gerçekleşmeyeceğini düşündüğüm için gittim türkiye'den ama türkiye biraz daha güvenli, biraz daha eli yüzü düzgün olsa anında türkiye'yi tercih ederim.

    türkiye bok gibi, şöyle kötü, böyle dayanılmaz diye konuşan insan çok duyuyorum. hayır abi, türkiye o kadar da bok gibi değil. tamam en şahane ülke değil ama türkiye'de doğan büyüyen insan için en şahane ülke. bazı yönleri kötü diye her şeysiyle kötülenmeyi de hak etmiyor.

    gezmeye değil de bi yaşamaya çıkın yurtdışına, bir geri gelemeyin bir türlü, o zaman çok daha iyi anlayacaksınız ne demek istediğimi. istediğin kadar iyi konuş gittiğin yerin dilini, istediğin kadar girişken ol, uyumlu ol, hızlı asimile ol, yeni fikirlere ve deneyimlere açık ol, ülkenden ayrı yaşamak bambaşka bir duygu. aslında ne kadar çok şeyi önemsiz sandığını, ama ne kadar önemli olduğunu fark ediyor insan.

  • ilgili röportajı okuyunca, bana kendi işimi kurabileceğim veya devlette çok iyi yerlere atanabileceğim bir mesleğim olduğu için, "tam bir eşit ağırlıkçısın bla bla" diyen nice öğretmeni, teyzeyi halayı dinlemeyip (genel olarak işletme fakültesi gibi yerlerin insanlarını sevmediğimden dolayı) sayısal seçtiğim için, teknik üniversite'de yıllarca ebeminkini tersten görerek okuduğum için sevinç gözyaşları döktüren bir ablamız.

    çok samimi söylüyorum, sıfır beden, at suratlı, fönlü saçlı, burnunun ucuna bok bulaşmış ifadeli, lütfederek doğurduğu veledi haftasonu kanyon'da gezdiren plaza hatunlarından tiksiniyorum, keza aynı tipin erkeklerinden de. içinde kendini kaybettiği yalakalık girdabından, her gün 15 cm topuk üzerinde duran ayaklarından bacaklarından, sabahın köründen akşamın karanlığına kadar çalıştıktan sonra insanlığından, başta kendisi olmak üzere ailesine, çocuğuna, kocasına nasıl bir hayır gelebilir pahalı tatillerle lüks giyip lüks yemekten başka? insanlığı, kadınlığı, anneliği mi kalır o kişinin haftasonu da kendini göstermek için kıçını yırtarak gittiği boğaz kenarı brunchlarında?
    şahsen 12.000 tl'yi 1 ayda kazanıp bu kadar kevaşe bu kadar leş ötesi bir ortamın kendini çok önemli zanneden ırgatlarından biri olacağıma, 3-4 ayda kazanır, boş vakitlerimde kışlık domates yapar kavanozlara koyarım, mac bebeköy'de değil sahilde spor yaparım, ayağımda çocuk sallar 2-3 tane büyütürüm, islim kebabıyla bulgur pilavı filan yapar pişmesini beklerken devrilip kitap okurum, etiket gibi koluma takacağım ve iş stresinden haydar dümenlik olacak bir plazberk ile değil rahat adamın tekiyle evlenirim.

    yok 30 yaşında expat olacakmış da 33 yaşında çükübik, 35'inde fikibok olacakmış.. ahy içim sıkıldı, 12.000 teleymiş, vah ablam leşliğe bak.

    edit: teknik üniversite sadece mühendislik eğitimi vermiyor, ayrıca laflar ablanın şahsına değil yanlış anlaşılmasın, "sevgili kaşar'lar, yarın kendi kendimize göndereceğimiz çiçeklerin organizasyonu yapıldı mı?" tweetine ise sesli güldüm.