hesabın var mı? giriş yap

  • sözlükte yayınlanan bu listeden sonra anladım ki en çok a harfinde yazar olmakla birlikte, j harfi müstesna yerini koruyor. (eheh)
    yazarların %76,4'ü rumuzlarını ikiden fazla heceden oluşturmuş. sonu sessiz harfle biten rumuzlar %56,43 ile daha fazla. (nasıl sallıyorum nasıl sallıyorum)

    rumuzlara göre cinsiyet tahmini yapıldığında ise yazarların %39,2'sinin bağyan olma ihtimali var. her üç rumuzdan biri hanım olduğuna göre, bu hanım kızlarımızın %12,4'ü tatlı göğüslü, boylu poslu olabilir. yine buradan hareketle bu tatlı göğüslü ve herhangi birisiyle ilişkisi bulunmayan ve elbette 18 yaş üstü hanım kız sayısının sözlük geneline göre %2,1'lik bir kısmına tekabül ettiği görülüyor. bu dilimin tahmini 150 bağyandan oluştuğunu hesap edersek, bunların on tanesine yazsam, beş tanesi cevap verse, üçü msn'den webcam açsa...eşim ağzıma sıçar.

  • tarif edemeyeceğim kadar iğrenç bi durum. umutlarla okursun, ingilizce öğrenirsin. uğraşır didinirsin. staj falan yaparsın. ondan sonra hastalanır 1,5 yılın tedaviyle geçer askerlik ve yüksek lisans yapayım der ve bitiremezsin geçer 3 sene, hadi 5-6 ay kpss kasayım dersin olmaz. sonra tekrar özel sektörde basvurmadığın firma kalmaz. karşına 3 senedir neden işsizsin? gibi bir soru gelir doğal olarak anlatırsın. önyargıyla yaklaşırlar. eve gelirsin aileyle aranda soğuk savaş başlar. eş dost akraba ziyaretine gitmekten çekinirsin, çünkü o malum soru gelecektir yüzüne. ailenin yanında tedirgin cevaplar vermeye çalışırsın olmaz. utanırsın sanki senin suçunmuş gibi. cebindeki bozuk parayla otobüse mi binsem ya da simit yiyip açlığımı mı bastırsam diye düşünürsün.

    bizim gibiler ne yapmalı? ne yapacak yani? işsiz olmaya devam mı etsinler? günden güne sağlıksız bireyler haline mi gelsinler? herhangi bir güçlü referansı olmadan, amiyane tabirle torpilli de olmayan bizler iş bulmak için ne yapmalı? zor gerçekten zor, aynı durumda olan bir ben değilim biliyorum ama. bu çözümsüzlük süreci arttıkça da daha mutsuz ve çevresine daha da mutsuz bir elektrik yayan biri haline geliyorum. ailesine destek olacak yerdeyken, ailesinden utanarak üç kuruş harçlığı alırken hem de bu yaşta, insan içine çıkmaya utanmak neden?

    çalışan arkadaşlarla görüşürken, "olsun be oğğlum ne güzel var ya bütün gün yatıyon keşke ben de öyle olsam çalışınca anlarsın bak çok zor" diyen ego dolu açıklamalarına, güleryüzle cevap vermek zorunda hissetmek koyar adama. ortamdaki antipatik adam da olmayayım bari düşüncesi yer bitirir. sana gerçekten yardımcı olmak isteyen arkadaşlarının sayısı gün geçtikçe azalır ve umutsuzluk artar.

  • birkaç çalışma egzersizin salgılanan tükürükteki protein miktarını, özellikle de muc5b adı verilen bir tür mukus miktarını artırdığını göstermiştir. bu mukus tükürüğü kalınlaştırır ve yutmayı zorlaştırır. egzersiz yaparken neden daha fazla muc5b ürettiğimiz bilinmemektedir ancak bunun nedeninin egzersiz sırasında ağzımızdan daha fazla nefes almamız olduğu düşünülür. bu sayede ağzımızın kuruması önlenir.

    basketbol ve tenis gibi bazı sporlarlarda oyuncular tükürdükleri için cezalandırır ancak futbol ve ragbide tükürmeye ceza verilmez. bu nedenle de oyuncular doya doya balgam çıkarırlar...

    bbc science focus

  • siyasal islam böyledir. ahlak dersi verir ahlaksızdır, din dersi verir dinsizdir, namus dersi verir namusuzdur, akıl verir akılsızdır
    bunların dini imanı para pardon dolar olmuş

  • ben de bu olayı forum istanbul decathlon çıkışında yaşadım.

    aynen anlatıldığı gibi. benimki arabaya binecekken önümü kesti elim kolum dolu yeğene paten falan fıstık aldık iki büklüm haldeyim kapıyı açmaya uğraşıyorum. havaalanı kartını falan gösteriyor bana ben sormadan. dedim canım benim bende o kartın aslı var al sana kart.

    çıkar bakayım parfümü dedim, telefondan barkod okuma uygulamasını açtım okuttum barkodu, hani orjinaldi lan parfüm dedim. git zenciler gibi 20 liraya sat ama çakma olduğunu söyleyerek sat böyle şerefsizlikle para kazanmaya çalışma dedim, beyaz renault symbol şirket arabasına binip sktr oldu gitti.

  • gertrude stein otomatik yazma denemeleri yapan bir yazardı. böylece zihnin en karanlık köşelerini aydınlatmaya çalışıyor ve dilin, belirgin yapısının insan zihnini ve düşüncelerini yeterince ifade edemeyeceğini düşünmeye sevk ediyordu okurlarını. tender buttons* adlı kitabında "kırmızı güller" hakkında yazdığı şey şuydu; "pembe kesik pembe, bir çöküntü ve satılmış bir delik, biraz daha az sıcak". stein'ın tuhaflıkları ve absürd cümleleri bununla sınırlı değildir.

    dile ve insan hayatına etkilerine ilişkin bahsetmek istediğim şey, onun yapısının zayıflığı ve buna rağmen bilince ilişkin yaptığı baskıdır. günümüze kadar pek çok -izm insanları etkisi altına aldı. pek çoğu insanları farklı şekillerde etkilemişti aslında. her biri insanlara farklı bir yönünü gösteriyor ve en önemlisi her biri farklı bir sorun olarak kendini yansıtıp, bambaşka fay hatlarına yol açıyordu.

    burada bilinmesi gereken şey hemen hiç kimsenin, hatta bir düşünce eğilimini ilk kez belirtenin dahi ona sahip olamamasıdır. hiç kimse belirli bir düşüncede olamaz. çok koyu birşeyizm taraftarı olan birinin, yeri geldiğinde bunu esnetecek ve çok yoğun topluluk duygusuna ve ruhuna rağmen, buna ters düşecek bir espri yapması anı gibi.

    daha özele inelim. psikolojik sorunların isimlendiriliş anı insanı mahvediyor. hiç kimse şizofren, deli, anksiyete veya borderline değil. ne demek istediğimi şöyle izah edeyim. bu kişiler bu psikolojik sorunlara sahip olsa bile öyle değiller. çünkü bu kelimeleri ve bunların ardında gördükleri tanımları duydukça mahvoluyorlar. bunların hiçbiri onlara ait değil. bu kelimelerle ifade edilen şey sadece bir görünüm. ama insanlar tanımları ve dilin hakikatleri yansıtamayan zayıf varlığını gördükçe, bu problemleri, tekleyerek çalışan zihinlerinde çözemeyip, benliklerinin kimyasını bozuyorlar. bir sorunla baş etmenin en mükemmel yolu, bir soruna sahip olmadığını bilmektir. bir hedefe ulaşmanın en güzel yolu o hedefe belli belirsiz koşmaktır; hatta o hedefi unutmak, onu umursamamaktır. daha iyi ifade etmek için logoterapi kavramını ortaya atan viktor e. frankl'ın sözlerine bakalım;

    “başarıyı amaçlamayın. bunu ne kadar amaç haline getirip bir hedefe dönüştürürseniz, kaçırma olasılığınız da o kadar artar. çünkü mutluluk gibi başarının da peşinden koşamazsınız; kendisi ortaya çıkmalı, kendisi oluşmalı ve sadece kişinin, kendinden daha büyük bir davaya kişisel adanışının amaçlanmayan bir yan etkisi olarak ya da kişinin kendini başka bir insana bırakışının bir yan ürünü olarak oluşmalıdır. mutluluğun kendiliğinden olması gerekir, aynı şey başarı için de geçerlidir: ona aldırış etmeyerek, kendi kendine olmasına izin vermeniz gerekir. bilincinizi dinlemenizi ve bilginiz dahilinde bilincinizin sizden yapmasını istediği şeyi yerine getirmek için elinizden geleni yapmanızı istiyorum. o zaman, uzun vadede —uzun vadede diyorum!— başarı sizin peşinizden gelecektir, çünkü başarıyı düşünmeyi unutmuşsunuzdur.”

    bundan 50 sene önce "çiçek çocuklar" ve davaları önemliydi. meşhur karikatürist robert crumb belgeselinde şunlar geçer;

    kameraman: 60'larla bağdaşmış olman oldukça ironik. çiçek çocuk meselesine pek uyum sağlamış gibi görünmüyorsun.

    crumb: denedim! buraya her gün gelir, onlardan biri gibi olmaya çalışırdım. temel amacım, bedava sevgi olayından yararlanmaktı. ama o konuda çok iyi değildim. insanlar narkotikten misin diye sorarlardı. karşılıklı birbirinizi överken sizden uzaklaşırlardı. ben şu an tam da öyleyim.

    janis joplin'in bana verdiği öğüdü hatırlıyorum. "crumb, senin sorunun ne? kızlardan hoşlanmıyor musun?" ben de, "elbette kızlardan hoşlanıyorum, sen ne diyorsun?" dedim. dedi ki, "sadece saçını uzat, saten, dalgalı bir gömlek edin. kadife ceketin, ispanyol paça pantolonun ve platform ayakkabıların olsun." "öyle yolunu bulursun." bunları yapamadım işte. bütün bunlar bana çok aptalca geliyordu, ayak uyduramadım.

    william james, "dil, bizim hakikat algımızın aleyhine çalışır", demiş. çünkü sorunlarımıza keyfi tanımlar koyarak kendimizi sıkıştırıyoruz. bütün bu süreç, sloganlarla, kampanyalarla, konjonktürün oluşturduğu steryotiplerle çözülebilecek sorunlar yumağına odaklanmak belirgin nihai bir amaç gibi görünmeye başlıyor. hemen her şey indirgemeci, pozitif bilimin çözebileceği bir sorunmuş gibi algılanmaya başlıyor.

    bazen hayattaki her şeyin isimlendiriliş anından sonra önem kazandığını fark ediyorum. çünkü zihnimizin arka planında tüm bu sözcüklere bir çözüm üretmeye çalışıyoruz. zaman geçtikçe her şey eskiyor ve unutuluyor deniyor ama baki olan şey dilin ve sözcüklerin bize oynadığı bu oyun. bugün hala bazı şeylerin, diğer sözcüklerle düzeltilebileceği zannediliyor. halbuki sözcüklerin derinine indikçe patafizik de güçleniyor. kenara köşeye bırakılan her tanım, sırasının geleceği zamanı bekliyor.

    birçok defa yaşantımda şu olaya benzer tuhaflıklara şahit oldum: bir keresinde bir kız bana bir şey söylemişti. ona güzel bir şekilde cevap verecektim. aklıma güzel bir cümle geldi. cümlenin ortasında sıradaki kelimeyi söylersem, istediğim güzel etkiyi bırakamayacağımı bir an sezdim. bu nedenle bir manevrayla başka bir kelime kullandım ve başka bir şey söyledim. aslında pot kırmadım. bahsettiğim kelimenin ve bu kelimelerden türemiş skeç tiyatroların marjinal durumları değil. vurgulamak istediğim şey, bu kelimelerin bize unutturduğu ama hayatımızın büyük çoğunluğunu kapsayan, ciddi bir sonla, hasarla veya kahkahayla bitmeyen anları.

    her neyse bu başka kelimeyi söyleyince sohbet, başka türlü akışa geçti. somutlaştırmak istiyorum.

    kız: bu dersten 2 defa kaldım. bu dönemde geçebileceği sanmıyorum.
    ben: (aklımdan geçen, söylemek istediğim) ne kadar çalıştığını gördüm. aa ile geçeceğine eminim.
    ben: (aslında söylediğim) ne kadar çalıştığını gördüm. kalacağını sanmam.

    bu küçük manevranın yarattığı kelebek etkisi umrumda değil. bu bir aşk hikayesi de değil. bu sadece düşüncelerimin akışının belli belirsiz oluşunun, yaşantımın arka planında kelimelerimin beni bazı kalıp laflara yönlendirmesi.

    bu kısa diyalogda, trenin makas değiştirmesi gibi, diyaloğun akışının değiştiğini gördüm. birçok konuşmada da olduğu gibi çok kısa bir an sonra da unttum ki, aslında belki de böyle konuşulmayacaktı. aslında hissettiği söylemeyi ilk başta düşündüğüm şey bile değildi. ama kelimeleri kafamda dizdiğimde, tam kalbimden geçeni de söyleyemeceğimi zaten anlamıştım. cümlemde oynama yaparak hakiki hislerimden temelli uzaklaştım. tüm hislerimi çerçeveleyebilecek bir dil göremiyorum. aslında kalbimden geçenler şunlardı.

    "seni çalışırken gördüm ama aslında bir insanın konuları ne kadar anlayarak çalıştığını bilmek güçtür. saatlerce baktığın kitaplardan hiçbir şey anlamamış olabilirsin. çünkü belki de kafan başka yerdedir. bu tamamen senin konuya duyduğun alakayla ilgili. ayrıca belki de iyi çalışmışsındır ama bu sınavda farklı bir soru grubu ile karşına çıkacak hoca, çan eğrisinin kıl payı altından kalman vs. gibi nedenlerden yine de dersten kalabilirsin. çok belirsiz şeyler bunlar. aslında emeğine saygısızlık etmek niyetim değil, çalıştığını gördüm lafını samimiyetle söyledim vs. vs."

    aslında çok belirsiz bir düzlemde, duygularımdan uzak, kalıp cümleler kuruyorum. hislerde çok büyük derinlik varken, dil, bu büyük düzlemde çok ince bir çizgide ilerliyor. çoğu alan boş kalmış.

    http://postmodernizm.blogspot.com.tr/…rsizligi.html

  • esas vurucu olan bu gidanin turk gida kodeksine uygun olmasidir. iyi icinde cimento yok, sukredin.