hesabın var mı? giriş yap

  • videodaki iki genç sahilde takılırken aniden dev bir parmak izi beliriyor üstünde de yeni çağın başlangıcı yazıyor, ne anlama geliyor olabilir altından ne çıkacak merak ederseniz takipte kalın
    bkz: esrarengiz parmak izi
    edit: altından hangi dizi, hangi olay çıkacak akıllara sorular düşürür.

  • kilimanjaro'ya tırmanma fikrinin aklıma ilk tam olarak ne zaman geldiğini açıkçası hatırlamıyorum. nitekim, etiyopya'da yaşamaya başladıktan sonra yavaş yavaş oturmaya başladığı kesin gibi. zaman içerisinde civilization oynarken karşıma çıktığında bana +3 food, +2 culture sunmasının yanında, ilk acabaları da bilinçaltıma yerleştirdiği de bir gerçek.

    internette birkaç tur şirketi araştırmış, yıllık iznime nasıl oturturum diye düşünmüş ancak sonradan başka diyarların ağır basmasıyla rafa kaldırmıştım. geçtiğimiz ekim ayında hem yeni tatilden dönmüş hem de kafamdaki çoğunlukla gelecekle ilgili sorulara cevap arıyordum. ofisten arkadaşın "eee hunter, bir sonraki tatil nereye, kilimanjaro'ya mı?" sorusuyla da uzun zamandır rafta tozlanmış olan fikir tekrardan masanın üstünde yerini almıştı.

    sonrası ise epey hızlı gelişti; iyi bir tur şirketi bulundu, biletler alındı, dağa uygun elimde kışlığa yakın neredeyse hiçbir şey bulunmadığından her şey türkiye'ye izne giden arkadaşlardan temin edildi. önümdeki yaklaşık 4 ayda yapabileceğim tek şey fiziksel olarak hazırlanmaktı. bunun için de işten arta kalan zamanda haftada 4 gün 10-12 km koşarak gün saymaya başladım.

    peki zorum neydi? olay benim için zirveye ulaşmaktan öte başlangıç noktasındaki hunter ile yola çıkıp, türlü türlü ve belirsiz zorluklarla mücadele etme, insanları ve onların hikayelerini dinleme, bilmediğim bir ortama adapte olma, limitlerimi görmek ve en sonunda zirveye ulaşayım ya da ulaşamayayım başladığım noktaya başka bir olarak geri gelme isteğiydi. bu şeklini tahmin etmemin mümkün olmadığı bir yolculuk hedefiydi. zaten şantiye ortamında, çok uzun bir süredir yeterince kifayetsiz muhteris ile 7/24 birlikte çalışıp, yaşayıp bir de delirirken böylesi bir macera epey cezbedici olabiliyor.

    tanzanya'ya vardığımda haydi hop dağa çıkalım moduna girmemek için kendime 1-2 gün hem dinlenme hem de son hazırlıkları yapmak adına süre ayırmıştım. bu sürenin bir bölümünü de konakladığım yerin tüm gelirini aktardığı stella maris adlı bir okulda geçirdim. okulda okuyan çocukların büyük bir bölümü yetim ya da maddi durumu yeterli olmayan ailelerin çocukları. acaba utangaç olurlar mı, konuşmaya çekinirler mi diye düşünürken çevremi benimle tanışmak isteyen, yaşadığım yeri, yurdu öğrenmek isteyen çocuklar sardı. elimden tutup 1'den 7'ye kadar olan tüm sınıflarını ve oyun alanlarını gezdirdiler. çocuklarla epey vakit geçirdikten sonra okul müdürü ve birkaç öğretmenle konuşma şansı bulmuş ve onları dinledikçe çok da bizden farklı olmadığını gördüm. onlar da neredeyse her sene değişen eğitim sistemlerinden ve genel olarak eğitime siyasetin karışmasından şikayetçiydi.

    tanı ya da tanıma birileriyle gezmek her zaman riskli bir iştir. yalnız yola çıkmanın özgürlüğünü ve bunun getirdiği keyfi sevsem de bu maceramda mutlaka yanımda birileri olacaktı. haklarını teslim etmem gerekir, bu macerada dünyanın farklı yerlerinde yaşayan 7 amerikalı ve 1 hintli ile tanıştım. bu tarz gruplarda, takımın ahengini tek bir kıl bile bozabilecekken bu anlamda hiçbir sıkıntı yaşamamak benim için büyük bir şanstı.

    kilimanjaro'ya tırmanmak için toplamda 7 adet rota bulunmakta. tercih ettiğim rongai rotası, dağın kuzeyinden giriş yapıp zirveye ilerleyen tek rota olmasının yanında nispeten diğer yerlerden daha az yağış alan bir rotaydı. ne şanslıymışız ki yağmur ve diğer meteorolojik durumlarda hiç bu kadar yanılmış olamazdık.

    maceramızın başlangıcını toplamda 9 kişi ve bize yol gösterecek rehberlerimiz, taşıyıcılar, aşçı vb. kamplarda görev yapacak yerel arkadaşlarla rongai rotası'nın girişinden (1.950 m) yaptık. yaklaşık 3-3,5 saatlik bir süre içerisinde yağmur ormanlarının içinden yürüyüp ilk kamp noktamız olan simba kampı'na (2.830 m) ulaştık. kilimanjaro'da benim gibi amatörlerin zirveyi görmesinin tek yolu yavaş hareket etmekten geçiyor. bu yüzden svahili dilinde "yavaş yavaş" anlamına gelen "pole pole" her grubun temel felsefesi.

    ister maraton koşucusu olun ister benim gibi ofiste çalışan bir mühendis, yüksek irtifa hastalıklarının kimi vuracağı belli olmuyor. o yüzden aklimatizasyon yani vücudu yüksekliğe alıştırma olayı hayati önem arz ediyor. bunun için nispeten düşük tempoda yükselmek ve en önemlisi bolca su tüketmeniz gerekmekte. şahsen yemek veya çay/kahve saatleri dışında günde 4 litreden az su içmemeye özen gösterdim. zirveye ulaşana kadar günde biri sabah biri akşam olmak üzere 2 defa sağlık kontrolünden geçirildik. bu kontrollerde hem kandaki oksijen oranınız hem de nabzınız ölçülmekte ve eğer oksijen oranı %80'in altına düşerse dağdan indirilmeniz gündemde oluyor. neyse ki tüm tırmanış boyunca kanımdaki oksijen oranı %90'ın altına düşmedi ama grubumuzdaki 2 pilot zirve günü %82'lerde gezen oksijen oranlarıyla ağrı kesiciyle de geçmeyen baş ağrılarıyla mücadele etmek zorunda kaldılar. dediğim gibi, kimi vuracağı belli olmuyor ama şansınızı artırmak sizin elinizde.

    2. gün hepimizin en karanlık günü oldu. eğer yağmur mevsiminde değilse, sabah erken saatlerde çadırdan çıktığınızda tertemiz bir havayla karşılaşıyorsunuz. işte biz de bu manzaranın getirdiği moralle yaklaşık 6-7 saat sürecek ve kikilewa kampı'na (3.679 m) varacağımız 2. günümüze adım attık. morallerin dip yaptığı bu kara günde sıkıntımızın temel sebebi su geçirmez tabir ettiğimiz neyimiz varsa 4 saat boyunca yağan yağmur ve doluya dayanmaması olmuştu. ayaktan başa sırılsıklam olmuş bendeniz dışında iki kat kılıf takılmış çantalarım da su almıştı. ilk ve tek zirveye çıkamama korkusunu/gerçeğini hep birlikte o gece yaşadık. kurutabileceğimiz bir zaman dilimi de açıkçası yoktu. sabahları zaten güneşin ilk ışıklarıyla yola çıkıyor, saat 3'ten sonra da erken gelen yağmur mevsimiyle ıslaklığımızla başbaşa kalıyorduk. beni en çok tedirgin eden ayakkabılarımdı. sırılsıklam olmuş bir ayakkabıyla zirveye çıkmam düşünülemezdi. ecnebilerin güzel bir laf vardır; desperate times call for desperate measures. ayakkabıları kurutmanın tek yolu onları giymekten geçiyordu. ilk başta babaannelerinizin - anneannelerinizin katiyen onaylamayacağı bir yöntem olsa da %100 etkili bir çözüm oldu bizim adımıza.

    zirveye ulaşmayı bir kenara bırakırsak en sevdiğim günler 3. ve 4. günlerdi. yaklaşık 3.5 saatlik kuru bir yürüyüşün ardından kamp kuracağımız mawenzi gölü'ne (4.315) ulaştık. bu 2 gün boyunca yükseklere çıkıp tekrardan kamp yaptığımız noktaya geri dönüyorduk. hem manzara hem güneş açısından doyurucu ve kurutucu günlerdi. yükseğe çıktıkça iklim ve bitki örtüsü de çelik* gibi değişiyordu. yağmur ormanlarında başlayan yolculuk önce bozkıra geçmiş ardından kutupsal çöle dönüşmeye başlamıştı. 3.000 metreden sonra yüksekliğin vücudunuza olan etkilerini görmeye başlıyorsunuz. gündelik hayattaki basit şeyler sizin için büyük efor gerektiren, sizi nefese nefese bırakabilen işlere dönüşüyordu. ayakkabı bağlamak, üstünüzü değiştirmek, çanta toplamak vs. bunların hepsini mola vere vere, nefesinizin düzene girmesini bekleyerek yapabiliyordunuz. o yüzden daha 2. günden bu maceramda istediğim gibi (özellikle gece) fotoğraf çekemeyecektim. gecelerin buz gibi olmasını geçtim gece fotoğraf çekmek için harcayacağım enerjiye daha sonrasında mutlaka ihtiyaç duyacaktım. yüksekliğin benim için bir diğer önemli etkisi de uyku düzenini etkilemesi oldu. 2. günün gecesinden itibaren her saat başı uyanmaya başlamıştım ve daha da garibi o her 1 saatlik dilimde de birbiriyle alakasız rüyalar görüyodum. normalde rüya görmeyen/hatırlamayan biri olarak tek bir gecede 7 ayrı rüya görmek çok enteresan bir anıydı.

    5. gün yani büyük gün en sonunda gelip çatmıştı. ilk başta 6 saat süren inişli çıkışlı bir yürüyüşün ardından zirve öncesi son kamp noktamız olan kibo'ya (4.703 m) ulaştık. yükseklik arttıkça hızımız daha da yavaşlamış ve artık önündekinin adımlarını izleyerek hareket eder hale gelmiştik. yol üzerinde kasım 2008'de düşmüş olan ufak bir uçağın enkazıyla karşılaştık. ilginç bir bilgi de şu ki her ne kadar kilimanjaro'ya çakılmış bir uçak olsa da enkazı yürüme rotasına çekilmiş. yıpratıcı bir yürüyüşün ardından zirveden önceki son durağımıza ulaştık. şanslıymışız ki kamp noktasına ulaştıktan 30 dakika sonra kar yağmaya başlamış ve hemen tipiye dönerek akşam 9'a kadar devam etmişti. gece 11.30'da zirveye doğru çıkacağımız zorlu yol öncesinde dinlenmek için 3-4 saatimiz vardı ancak hem yükseklikten (doğal olarak oksijensizlikten) hem de heyecandan uyumak pek mümkün olmadı hiçbirimiz için.

    gece 10:00'da uyandıktan sonra son hazırlıklarımıza başladık. üstte 7 altta 3 kat kıyafetle annelerimizin onaylayacağı seviyeye ulaşmıştık. saat 11:30'da buz gibi bir havada akşam yağan tipi sayesinde yaklaşık 25-30 cm kalınlığındaki karların üzerinde yola çıktık. adımlarımız arası boşluk kalmayacak ölçüde yavaş hareket ediyorduk. oksijen %30 oranında azalmış zirvede ise havadaki oksijen %50'ye kadar düşecekti. çoğunlukla zigzag çizerek hareket ederken, yüksekliği son noktasına kadar hissetmeye başlamıştık. kimilerinde baş ağrıları nüksederken kimilerinde gerçeklik algısı gitmeye başlamıştı. bu yüzden de grupta bölünmeler yaşamak zorunda kaldık. kendi adıma yaşadığım en büyük sıkıntı ise midemde yükseldikçe artan kramplardı. kilimanjaro'nun tepesindeki kratere ulaşmanın tek yolu gilman noktası'na ulaşmaktı. bu noktaya grubun hepsi ulaşabildiyse bunu ana rehberimiz abraham'a borçluyduk. tamamen kontrolü eline aldığı, eğimin %65'e vurduğu bu tırmanışta bize diğer grupların geçmediği yolları karanlıkta göstermekle kalmamış, verdiği gazlarla da ayakta kalmamızı sağlamıştı. en sonunda saat 06:30 sularında gilman noktası'na ulaşmıştık, e dolayısıyla da güneşi doğarken izleyebilmiştik. bu yükseklikte ve soğukta mola veremeyeceğimizden hemen karar vermemiz gerekiyordu. dağın zirvesi uhuru'ya ulaşmak istiyor muyduk? 9 kişiden 2'si bu noktada aramızdan ayrılarak kibo'ya geri dönme kararı aldı.

    uhuru'ya ulaşmak için yaklaşık 1.5 saatlik bir yolumuz kalmış ancak özellikle kimsenin bacağında güç kalmamıştı. dahası hala uykusuzduk. neyse ki güneşin çıkmasıyla donmaya başlayan el ve ayak parmaklarımız ısınmaya başlamıştı. türlü sıkıntılara ve yorgunluğa rağmen en sonunda ana hedefimiz olan afrika'nın en yüksek noktasına (5.895 m) ulaşmayı başarmıştık. anın büyüklüğü karşısında tüm yorgunluğumuzu rafa kaldırmış anın tadını çıkarmaya başlamıştık. soğuk ve oksijensizlik yüzünden sadece 20 dakika zirvede kalabildiğimiz o sürede uhuru zirvesi tabelasında fotoğraf çektirmek için diğer rotalardan gelenlerle sıra beklememiz gerekmişti.

    dönüş yolunda nutkumun tutulduğu an kesinlikle kilimanjaro'nun 3 zirvesinden biri olan mawenzi'yi gördüğüm bu andı. bulutların mawenzi'nin iki tarafından yükseldiği o anlarda sadece bakakaldık. eski bir duyguya ve anıya bağlayamayacak kadar güzel ve yorgunluğumuzu 2 dakika da olsa unuttuğumuz eşsiz bir an oldu bizler için. karlı zeminin de avantajıyla yaklaşık 3 saat içerisinde zirveden kibo'ya ulaşmış ancak dinlenecek bir vakit olmadığından ve bir an önce alçalmak adına 3 saat uzaklıktaki son kamp noktamız olan horombo'ya (3.720 m) ulaşmak için yola çıktık. hatırlatmak gerekir ki hala uyumamıştık.

    7. yani son gün toplamda 19 km yol yapıp maceramızın noktalanacağı marangu kapı'sına ulaşabildik. yol aynı zamanda marangu rotası'nın başlangıcı olduğundan yanımızdan geçen yeni yetmeler mis gibi kokarken bizim 1 hafta sonunda nasıl koktuğumuzu düşünemiyorum bile.

    hayatımda hiç bu kadar sınırlarımın zorlandığı bir macera yaşamamıştım. kilimanjaro görece kolay bir dağ ve bir bakıma herkes yapabilir şeklinde pazarlansa da sizi sadece fiziksel değil psikolojik olarak da sonuna kadar zorlayacak bir dağ. bundan sonra buna benzer bir şeye kalkışır mıyım çok emin olmasam da bir süre dağ vb aktivitelerden uzak durmaya çalışacağım kesin gibi. hele ki annapurna veya everest gibi bir şeye kalkışmak çok farklı ve bana uzak bir motivasyon gerektiren bir macera.

  • ablam durakta adamın tekine bilmemne otobüsü geçtimi diye soracakmış, söze afedersiniz filan diye başlayacağına "efendimiz hede otobüsü geçti mi acaba" demiş salaktır.

  • zaten 22.00’dan sonra hayat duruyor. bir tek içkili mekanlar açıktı. dertleri de bu zaten. aranızda gecenin bir yarısı kalkıp havuza giden mi var?

    dostlar alışverişte görsün önlemleridir.

  • bilgi doğru olmayabilir ancak iyi ki 10 yıl önce ölmedi, yoksa şu an ulusal kahramandı. bu dünyada rezil olmasını görmek güzeldi. darısı diğerlerinin başına

  • 1.5 yıl baykuş besledim. yuvasından düşmüş, annesi terk etmiş bir yavruydu. uzun süre ben besledim, büyüdüğünde gözü hep dışarıdaydı. açıkcası pek dışarıya salmak istemiyordum çünkü ev kuşu olmuştu.
    iyi dedim madem çok istiyorsun, ne olur ne olmaz diye ayağına bilezik ve hafif zincir bağladım, omzuma oturttum. 1 ay kadar hiç hareket etmeden omzumda dolaştı, sürekli etrafı izledi. mahalleli ekşisözlük halkı gibi çok korkuyordu. cesaret edenlerin sevmesine eğer o izin veriyorsa ben de izin veriyordum. seçiciydi. sonra yavaş yavaş hareketlendi, bisiklet sürerken ön sepete tüneyip kanatlarını açıyordu. yakında evden ayrılacağını ikimiz de biliyorduk, orman bölgesinin nerede olduğunu bile gösterdim ona.
    bölgesini benimle gezerek tanıdıktan sonra rahatlamaya başladı. ayağındaki zinciri çıkarttım. öğle vakti ben okuldayken evde uyuyor, akşam geldiğimde biraz oyun oynadıktan sonra dışarı çıkmak istiyordu. iyii dedim, açtım pencereyi, oturdu pencerenin dışına. ilk defa kendi başına dışarı adım atmış oldu. bunu bir hafta kadar yaptıktan sonra da ilk defa yalnız başına mahallede uçtu.
    her akşam beraber yemek yerdik ama uçuşları başladıktan sonra yemek yemez oldu. karnına baktım, paşam yemiş “bir şeyler” karnı tok, güzeelll.
    1 ay kadar süre de oğlanı her gece dışarı saldım, sabah ışıklarında da eve geri uyumaya aldım. bazen eve erken geliyordu, cama tık tık yapmazsa imkanı yok gelişini duyamam. çook sessiz uçuyordu. baykuşla yaşadığımı bilen misafirlerim pencereden dışarı baktığında içeriyi gözetleyen bir çift gözü görünce korkarlardı.
    sonrasında da ikimizin de beklediği o gün geldi. nasıl anladık bilmiyorum ama ikimiz de birbirimizle vedalaştık. pencereyi açtım, bana uçarken hünerlerini sergiledi ve gitti.
    3 ay gibi uzuuun bir sürede hiç denk gelmedik. belki de geldi ama uzaktan izledi, ben görmedim. bir gece odamda takılırken bir baykuş sesi, cama tık tık, yatağımdan zıplarken ağlayacaktım neredeyse. evett paşam gelmiş hem de misafiriyle. yanında tanımadığım daha küçük boyutlarda bir baykuş daha vardı ama o bana hiç yaklaşmadı, 5 metre ileride ağaç dalında benim oğlanı bekliyordu. oğlan sevgilisini tanıştırmaya getirdi galiba. eve çağırdım, gelmedi.
    sonrasında bazen hanımla, bazen yalnız, ayda bir ziyaretime geldi. o herkesin korktuğu sesi, cama iki tık tık sedini duymak ve kocaman gözlerini görmek için sabırsızlanıyordum.
    arada bir pencereme hediyeler geliyordu, sahibini biliyorum ama görüşemiyorduk.
    gelelim kalıcı ayrılışımıza, okulum bitti. evi alttan dersi olan arkadaşıma devrettim. sırf onu son kez görmek için mezun olduğum halde gelmesini günlerce bekledim ama gelmedi, denk gelemedik. veda edememiş olmak beni gerçekten üzüyor. onu çok özlüyorum. ben gittikten sonra arkadaşıma 2 sefer hediye bırakmış, sonra bırakmış bir daha da gelmemiş.

    çok hayvan baktım, çok hayvanla beraber yaşadım ama baykuş tanıdığım en ilginç en özel hayvandı. saniyesinde vahşi bir yırtıcı olabilirken bir saniyede bebek moduna geçebiliyordu. eğer yaşıyorsa bu sene 7 yaşına girmiş oldu. batıl inançlara inanmayın aslında inanılmaz tatlı hayvanlar.
    o baykuş sesini çok özlüyorum çoookkk.

  • yaklasik 4 gun once evimden kovuldum. 4 gunumu sigindigim abla evinde geciriyorum. sehremini'nin surlara yakin eski bir mahallesi burasi.
    birbirine yapisik apartmanlar, daracik sokaklar, carsisi. yolun ote tarafinda buradan degisik hayatlari ile fakir bir semt burasi. ve tabi oturanlari da fakirlikten bol bol nasiplenmisler.
    cok uzaga gitmeden kaldigim evden baslayayim.
    bir oda, bir salon bir apartman kati. giris kat. bu evde buyumus iki tane delikanli var. babalari eski topkapi kabadayilarindan. allah rahmet eylesin iyi bir adamdi ama, beraber yasadiklari babasinin gazina gelip cok dovmuslugu vardi ablami.
    galiba fakir insanlarin bir ozelligidir; sahipsizlik...
    sokaginda, kucuk cocuklar yirtip pirtik elbiseleri ve sumuklu suratlariyla top kosturuyorlar. yuzlerinden okunuyor aslinda cok iyi bakildiginda ve en cok cocuklarin fakirligi uzuyor insani.
    ki, isil isil da mutlu bu cocuklar.
    galiba, fakir cocuklarin uzerlerinde bir mutluluk halesi var. mutlular, fakir olduklari henuz onlara ogretilmedigi icin. bunu kiyaslayacak insanlar henuz hayatlarina girmedigi ve bunu yuzlerine yansitmadigi icin.
    hem cocuk olmak demek; eski bir top, ucu yirtik bir ayakkabi ile sokaklarda mutlu olabilmek de degil mi ?
    ablam, hayati boyunca parasizliktan cok cekmistir biliyorum. kocasi cok calismayi seven bir adam degildi. en cok eski bir kamyonetin arkasina koydugu meyve sebzeyi satardi ki, cani isterse.
    ben iclerinde cok kaldim. bilmediklerinden degil, bu sartlari daha iyi bir hale getiremediklerinden de degil.
    sadece bunu bir kader olarak gordukleri icin, bu sekilde ve bu sartlarda yasamaktan bile mutlu olabilecek detaylar bulduklari icin... galiba kadercilik de fakir insanlarin ozelligi.
    ha su da var; belki fakirlik degil ama yoksulluk biraz. ac degil, acikta degiller ve bulunduklari sartlari kabullenmis ve dahasini istemez vaziyetteler.
    ha surda durdugum yerden ve sartlardan dolayi kimseyi fakir, yoksul diye nitelendirmem ne kadar dogru bilmiyorum.
    neticede kalacak baska bir yerim olmadigi icin buraya siginmis biriyim.
    galiba burdaki en fakir benim.
    ortak ozelligim olmayacak kadar hem de...

  • kadının biri kocasını 3 erkekle aldatıyormuş.
    hergün kocası evden gidince 3 adam eve gelir ve kadınla yatarmış.
    kadın yine böyle bir günün sonunda adamlardan birisine demiş ki;

    - 'sen yarın gelirken bir tepsi dolma yaptırıp getir'; diğerine,
    - 'sen de bir büyük kap ayran getir.' demiş.
    diğer adam çok fakir olduğu icin ona,
    - 'sen de... boşver, sen hiç bir şey getirme demiş.

    ertesi gün gelmiş fakat kadın bugünün günlerden pazar olduğunu unutmuş, eteği tutuşmaya başlamış.
    - 'eyvaah' diyerek kocasının yanına gitmiş.
    - 'sen bugün kahveye filan gitmeyecek misin? ben evde temizlik yapacağım deyip kocasını zar zor da olsa evden yollamış.

    kocası gittiği gibi 3 adam da eve gelmiş kadın demiş ki;
    - 'siz hemen gidin. kocam buralarda!' tam bunu söylerken zil çalmış.
    kadın 'eyvah' demiş, 'geldi galiba!' adamları sağa sola saklamış ve kapıya bakmaya gitmiş.

    kocasını karşısında gorunce 'ne oldu?' diye sormuş adam da
    - 'yahu karnım cok acıktı. bana dolma yapsana, canım çok istedi' demiş.
    kadın - 'allah'ım bir tepsi dolma olsa da yesek!' demiş.
    elinde dolma tepsisi olan adam çıkıp yanlarına gelmiş. kadının kocası şaşırmış.

    - 'sen kimsin yahu?!' diye sormuş. adam sakin bir şekilde;
    - 'ben allah tarafından geliyorum. karınız dolma istedi.' demiş. ve hemen çıkıp gitmiş.
    kadının kocası olayın şokunu atlatamadan...

    - 'yaa tamam da..' demiş bu sefer koca,
    - 'bu ayransız gitmez. sen bari bi ayran yap 'kadın büyük bir sevinçle;
    - 'allah'ım bir damacana ayran olsa da içsek' demiş. ayranı getiren adam çıkıp gelmiş.

    kocası tabii çok şasırmış. - 'sen de kimsin?' demiş.
    adam da diğeri gibi,
    - 'ben allah tarafindan gönderildim. karınız ayran istedi' diyerek çıkmış gitmiş.
    kocası hayretler içinde, kendi kendine 'bizim karı ermiş mi oldu ki?' diye söylenmiş.

    kadınla kocası yemekleri yemişler ama 3.adam hâlâ saklanıyormuş.
    1 saat geçmiş, 2 saat geçmiş. 3 saat derken adam dayanamayıp çıkmış yerinden.

    kadının kocası bağırmış,
    - 'ulan sen de kimsin?!!'
    adam:-
    -'ben allah tarafindan geliyorum. boşları almaya geldim...

  • yaşlı bir sözlük yazarı olarak artık "dreamfactory" nickinin çok genç kaldığını düşünüyorum mesela. keşke nick değiştirme hakkı verilse. ne bileyim "bağkurlu" ya da "alzheimergirl" nicki daha uygun gibi artık.