• dün odtü cozone'daydım. teknokent bünyesinde bir yer bu, serbest çalışanlara veya çalışma yeri arayanlara yönelik. herkes okumuş yazmış, serbest meslek sahibi, yazılımcı, tasarımcı, mühendis, böyle şeyler. "smart casual'lıktan" ortalık yıkılıyor.

    işte oradaki bir ton çalışma alanının içinde çocuklar için de bir köşe var. ikea'nın çocuk masası, renkli yastıklar, peluş hayvanlar falan.

    tam göremedim ama en fazla 4 yaşında bir kız çocuğu, o köşenin dibinde tek başına uyumuş, uyurken de kendi boyundaki bir aslan mıydı fil mıydı hatırlamıyorum ona sarılmış. allahım delirten bir tatlılık.

    derken bu sabah,

    operasyon savaş bilmem ne bir ton manasız haberle uyandık. "olan çocuklara olacak yine allahım sen koru..." diye izlediğim haberlerde soma'ya geçildi.

    kıdem tazminatlarını alamayan maden işçileri ankara'ya yürüyüşe geçti fakat birkaç kilometre sonra durduruldu. duymuşsunuzdur. işte o işçiler, durduruldukları yerden dönmeyip orada çadırlar kurdular. ankara'ya gidemiyorsak geri de dönmüyoruz diyerek çadırlarda sabahlıyorlar.

    onlardan birinin kızı. kaç yaşında olduğunu söylemişlerse de hatırlamıyorum dikkat etmedim.

    yol kenarında, yağmur altında, bir çadırın içinde, sözlük anlamıyla 3 kuruşun peşinde, annesi tarafından, elinde oyuncak bebeğiyle uyutulacak yaştaydı.

    çocuğunu teknokent'te uyutan ailenin de, bir ekim gecesi yağmur altında bir çadır köşesinde uyutanın da yapacak başka bir şeyi yoktu.

    fakat? ailelerin yapacak başka bir şeyleri olmama eşiğinin arasındaki fark nasıl böyle olabiliyor?

    teknokent'te büyüyen çocuğu karaya vuran kardeşinden daha önemli kılan bir şey mi var?

    haber izlerken yediğim börekten utandım. tam şu anlarda, 9 yaşında bir çocuk kendini mezarlık girişine asmayı tasarlıyor olabilirdi.

    ya bak gerçekten, ama gerçekten, allah peygamber aşkına, lütfen, artık gerçekten "kahrolsun bağzı şeyler."
  • insanın küçüğü.
    ve sihirli güçleri var.
    bu sabah uyanıp sigara içmeye çıktığım balkonda karşılaştım bir tanesiyle. üç ya da dört yaşlarında bir kız. esmer güzeli denilen cinsten.
    merhaba dedi, kekekkekek diye kaldım bir an. akşamdan kalmışım, hiç beklemiyorum evden bir çocuk çıksın falan, merhaba dedim ben de sonra.
    ''bana bunu açar mısın?'' dedi, akşam balkonda içtiğimiz biraların yanında duran fıstık paketinden bahsediyor. lan o biralardan mı utansam, sigaralardan mı, bunun annesi nerede, kahvaltı etti mi acaba, şimdi fıstık yese annesi bana kızar mı vs vs bir sürü panikledim ben.
    açtım paketi, ''benimle konuşsana'' dedi.
    lan ne konuşayım? fsdhgjfsdlk
    üç yaşında bebe nasıl panikletti beni olm. neyse toparladım kendimi, ''ne hakkında konuşmamı istersin?'' diye sordum, ''mesela tokalar'' dedi.
    sabahın dokuzu, akşamdan kalma kafayla bir balkonda güneşlenerek tokalar hakkında konuşmak. hım hım. dertleşiyoruz resmen böyle. lastik olanlar böyle, kıstırmalılar acıtıyor falan. baya konuştuk biz. ve ben normalleştiğimi fark ettim. nasıl iyi geldi lan küçücük şey.
    onun o güvenini hissetmek ne güzel şeymiş. balkonda takılırken odadan bir kadın çıkıyor. ona direk güveniyor lan. ne biçim kafa? lan ben çocuğum olsa geri yerine sokarım galiba ya, nası hemen güvendi inandı bana, of ne biçim tehlikeli dünyada bu nasıl güven lan yazık.
    neyse biz uzun süre muhabbet ettik, annesi uyandı geldi sonra, dedim kusura bakmayın canı çekince ben açtım fıstığı falan, sonra çıktım evden. çıkarken kapıya gelip ''senin adın ney?'' dedi, söyledim, ''gitmek zorunda mısın? boyalar hakkında da konuşmak istiyordum.'' dedi. jfghsldfkj
    of lütfen çocuklarınıza çok dikkat edin lan, ben yapınca doğurmayacağım zaten, çıkmaya çalışırsa hemen geri sokacağım.
  • japonya'daydık, nara'da. hanımlayız. ortalık kalabalık. gözümüze bir çocuk çarptı. tek başına, meraklı gözlerle önümüzden geçti. benim kulaklar dikildi birden tabi. gözler kocaman açık o çekik gözlerinin izin verdiği ölçüde ama sağda soldaki geyiklere bakmıyor. birini arıyor belli, kulaklar da ondan dikildi zaten.

    hemen yolumuzu değiştirdim, hanıma da gösterdim. dedim bak bu kayboldu galiba, bir bakalım.

    kız ileri yürüyor, güvenli sayılır bir mesafeden biz arkasında. sonra dönüyor, biz bekliyoruz, önümüzden geçip devam ediyor, biz arkasında. zaten ailesini kaybetmiş, bir de bizim peşine düştüğümüzü düşünürse hepten stres yapacak zavallım.

    yürüdü, yürüdük. yürüdü, yürüdük. durdu, durduk. devam etti, ettik. aklımdan bin türlü şey geçiyor. "ingilizce bilen var mı" diye bağırsam dedim sonunda, hani bilen varsa en azından durumu anlatalım, kızı sakinleştirsinler, sahip çıksınlar. "lan" diyorum sonra, "bahtımıza itin biri gelir, kız 'bu benim anam/babam değil' der sahip çıkmaya çalışana, anlamayız. bok gibi kaldık. e bizde japonca koniçiva hattori hanzo tokyo genki desuka seviyesinde. kıza laf anlatma, onu anlama ihtimalimiz sıfır. öte yandan birisi yanına gidip darlasa olay çıkaracağım hemen, hazırda bekliyorum.

    bahtımıza da sıçayım, memleket güvenli memleket diye adım başı polis de yok ki bari onlara ses edelim? arıyorum yok, bakıyorum yok. bilen bilir, bunlarda ingilizce bilen az, o bilen de konuşmamak için bahane arıyor. resmen bir metre boyu olmayan 4-5 yaşında bir uzaylıyla baş başa kaldık. baş başa da değil, anladınız.

    neyse. bir beş dakika filan o kız metanetini korumayı başardı ama ne olsa çocuk, sonunda yanakları kızardı, gözleri kızardı. orada tam ben yanına seğirtiyordum ki "ne olursa olsun amk" deyip, annesini babasını gördü, koştu yanlarına. lan benim çocuğum bu kalabalıkta beş dakika kaybolsa ben o meydanı yakarım kızımı bulana kadar, anne baba olduğunca sakindi. kız gitti, sarıldı, anne baba gülerek devam etti hayatına.

    güvenli memleket olunca demek, korkmuyor insan öyle kolayca. devlete ve özellikle millete güvenmek böyle bir şey herhalde - ya da anne baba da uzaktan izliyordu kızları ne yapacak diye. bilmiyorum.

    dediğim, o beş dakikada benim sorumluluğumda bir çocuk oldu ve o beş dakika beni bayağı bayağı zorladı. bir ömür o beş dakikayı yaşamak...

    -

    şunu eklemeyi unutmuşum: el kadar kızın peşinden belirli belirsiz giden iki gavuruz orada. "ne ayaksınız lan siz, ne yapıyorsunuz" deseler boku yedik. o korku da işin cabası olmuştu da hani erkekliğin onda dokuzu nasıl kaçmaktır ve kavga, zayıfı korumak için değilse boş ve saçma bir uğraştır, o hesap laf yemeyi de göze aldık mecbur. biz meramımızı bir şekilde anlatırdık herhalde de kızın başına iş gelse ömrü billah akılda kalacak bir başka dert olurdu. hiç gereği yok.

    sahip olması muhakkak güzeldir ki bunca insanın çocuğu var. ama o sorumluluk, doğduğu andan (yaşlılar sıra sıra, gençler ara sıra düsturundan hareketle) öleceğimiz ana dek sürecek o ağır sorumluluk... harbiden farkında olmamak lazım. yaşadığı iyi ve kötü her şeyin sebebi olmayı kabullenmek için, islam tanrısının fantezisindeki gibi bir şey olmak lazım: biz kuran'ı dağlara önerdik kabul etmedi, insan cahil olduğu için kabul etti hesabı.

    bir abla "gençken evlenin çünkü sonra aklınız başınıza geliyor ve evlenmezsiniz" diyordu. çocuk da o hesap. gençken, bilmezken yaptın yaptın. büyüdün, anlamaya başladın, yapamazsın. bence.
  • eskiden cocukluguma donmek isterdim; en dandik seylere bile surekli heyecanla yaklasmak, acayip bir merak, sikinti yok, dert yok, gecmis ve gelecek yok. carpe diem diye ortada dolasan ergenlerin hayal bile edemeyecegi bir kafa hali var cocukta.

    fakat ne yazik ki bunun bir masa olmayi istemekten pek bir farki yok. cocuklugun "safligina" buyuk onem atfediyoruz ama tekrar cocuk olunca bu onemi atfetmemizi saglayan, bu hayranligi ve ozlemi duymamizi saglayan birikimi de kaybetmis olacagiz. cocuk olmanin guzelligi ancak cocukluktan sonra anlasilacak birsey.

    bunun felsefi acilimi da su: bir bilinc kendi ustune cikamaz. cocuk hem cocuk olup hem de kendine kusbakisi bakarak, cocuklugunun ne kadar degerli bir sey oldugunu kavrayamaz. bunu kavradigi an cocuk degildir zaten. zaman mevhumunu yitirecek kadar yogun birsekilde bir seye konstrantre oldugunuzu idrak ettiginiz anda o mevhum yerine gelmis oluyor zaten.

    kendi kendine psikanaliz gibi kabiliyetlerle, "benligini/zamani/mekani unuturcasina" yasamak zaten ters kavramlar. e surekli o ani yasayan, gecmis ve gelecekle ancak minimal baglantilar kurabilen, kendinin farkinda olmayan bir varliga ozenmekle, masa gibi tamamen bilincsiz bir varliga ozenmenin arasinda kategori farki degil, seviye farki var. ancak masa olunca bunun rahatligina varabilen bir babayigit, cocuk olunca da "oh be dunya varmis" diyebilir.

    benim cocuklugum introspection kabiliyetiyle bitti kardesim, zevkin farkina varildigi an zevkin safligi da bitti. artik bu saatten sonra carpe diem marpe diem anca frontal lobu "ucundan accik" almakla mumkun.
  • sizden tek cikari sevgi olan nadir insan ce$itlerinden biri.
  • nankordur!.. dunya kadar parayi bogup, en pahali ultra-prima bezi alirsin, icine sicar...
  • araba ile kasis üzerinden geçerken mutlu olan yaşı küçük, gönlü engin insan.
  • "çocuk musun" diyorum, "çocuklaşma" diyorum. hep küçümseme anlamlarında kullanıyorum bu kelimeyi. bi çocuk utandırdı beni. artık yüceltmek istediğim bir insana "çocuklaşma" dicem. büyümeden olgunlaşmış çünkü çocuklar.

    hediyeler alıp kuzenimin yanına gidiyorum. tam gidicem eve, ufaklığı aklıma geldi. "lan çocuğa hiçbir şey almadım ya, nasıl unuturum" diye bi aydınlanma yaşadım. neyse girdim markete, çikolata cips falan aldım gittim.

    içeri girdikten sonra, kenarda unuttuğum poşetle geldi yanıma. "bu cipsler benim mi acaba" dedi. "bu evin en güzel gözlüsünün" dedim. gitti oyuncaklarını döktü annesinin "oğlum sakın dökme onları!!" kızmalarıyla birlikte. bi kamyon getirdi sürükleye sürükleye. bütün cipsleri boşalttı kamyonun kasasına.

    + anneeee sakın mutfaktan gelme. biz cips yiyoruz kamyondan. ellerimi yıkadım.

    diye bağırdı annesine. oturduk dev kamyonun yanına cips yiyoruz. sürekli de konuşuyor: "en sevdiğim cipsten almışsın. nerden biliyorsun? babam mı söyledi? yasak bana cips yemek ama sen aldıysan yerim :) hem tam da en sevdiğim! tek bunu severim..."

    o esnada kuzenim geldi. kamyonun kasasındaki cipslere baktı ve o günümü anlamlandıran cümleyi söyledi:

    - oğlum sen bu cipsten nefret edersin, şimdi nasıl yiyorsun?
    + ya anne sus :(

    birilerine hediye almak şu hayatta beni en mutlu eden şey. o gözlerdeki ışığı görmek pahasına, son paramı harcadığım en anlamlı eşya hediye. bazı insanların gülüşünü özlediğim, bazılarının öpüp koklamasına hayran kaldığım için. seviyorum yani. bana bir şeyler hediye edilmesinden ne kadar nefret ediyorsam, birilerinin eline ufacık bi kutu tutuşturmayı o kadar seviyorum.

    ama hiç kimse bana, nefret ettiği bi şeyi ona verdiğim zaman "nasıl da biliyorsun çok sevdiğimi, en sevdiğimi almışsın :)" demedi. 4 yaşındaki bi çocuk hariç.

    sevmediği bi şeyi görünce yüzünü buruşturan tüm tripli insanlara inat, karşısındaki insanı mutlu etmek için gözlerinin içiyle gülümseyen çocuklarımız olsun bizim de. olgunluk dersleri alabileceğimiz.

    + hani sen bi keresinde masal anlatmıştın ya, ne süper uyumuştum ama!
  • yalanlarla tüm potansiyeli yok edilen ve bir sürü elemanına dönüştürülen varlık.

    "eğitim sistemimizin tuhaf yönlerinden biri, bir disiplinde ne kadar sıkı eğitim görürseniz, diyalektik yönteme alışmanızın o kadar güçleşmesidir. aslında küçük çocuklar son derece diyalektik düşünür; her şeyi hareket halinde, çelişkileri ve dönüşümleriyle görürler. çocukları iyi diyalektikçiler olmaktan çıkarmak için muazzam bir eğitimsel çaba harcarız. marx diyalektik yöntemin sezgisel gücünü tekrar kazanmak ve her şeyi süreçleri içinde, hareket halinde anlamak için bu gücü kullanmak ister. sadece emekten bahsetmez; emek süreçlerinden bahseder. sermaye bir şey değildir; sadece hareket halinde olduğunda var olan bir süreçtir. dolaşım durduğunda değer de yok olur ve bütün sistem çatırdamaya başlar. new york'ta 11 eylül 2001'den sonraki süreci düşünelim: her şey durmuştu. uçaklar kalkmıyordu, köprüler ve yollar kapanmıştı. yaklaşık üç gün sonra, her şey hareket etmeye başlamazsa kapitalizmin çökeceğini herkes fark etmişti. belediye başkanı giuliani ve başkan bush aniden halktan kredi kartlarını çıkarıp alışverişe gitmelerini, broadway'da dolaşmalarını, lokantaları doldurmalarını istemeye başladı. hatta bush havayolları sektörünün bir televizyon reklamına çıkarak amerikalıları tekrar uçmaya başlamaları için cesaretlendirmeye çalıştı."

    david harvey'in bu satırlarını okurken, çocuğun eşsiz potansiyelinin farklı ekonomik ve düşünsel sistemler altında nasıl biçimlendirilebileceğini düşünmeye başladım. gerçekten her çocuk sonsuz bir merakla hayata başlıyor, fakat yalanlarla -ki bu yalanların çoğu da ebeveynlerin kendilerinin de "hayatın gerçekleri"(!) olarak kendi ebeveynlerinden özümsedikleri ve kabul ettikleri sürdürülebilir yalanlardır- çocuğun bu potansiyeli hiç ediliyor ve yavaş yavaş o da diğerlerine benzemeye başlayıp hayatını yalan ekseninde yaşıyor.

    beş yaşındaki çocuklarıyla, uçağa binen bir aileyi düşünelim. ekonomi sınıfında yan yana üç koltuk alıyorlar. çocuk, perdenin arkasında ne olduğunu soruyor babasına. orada da diğer insanların olduğunu söylüyor babası. bu sefer çocuk neden bir perde olduğunu soruyor. şimdi, yalanların birbiri ardına sıralandığı kapitalist sistemde bu çocuğa nasıl bir cevap verilebilir ki? şayet baba, doğruyu söylese, çocuk diyalektik olarak soru sormayı sürdürecek ve çelişkiler yüzeye çıkacak. o halde en iyi ihtimal kıvırtmayıp en baştan doğruyu söylemek olur;

    "uçak, toplumun küçük bir izdüşümüdür oğlum. toplumda asla yan yana gelmeyen, farklı mekanları ve farklı alışkanlıkları paylaşan ekonomik sınıflar, uçakta da farklı bölmelere dağılmıştır. bu perdenin arkasında premium sınıfı var, bizden biraz daha iyi yiyeceklere ve koltuk mesafesine sahipler. onun ardındaki business bölümünde her şey yolcunun konforu için düşünülmüş durumda, lounge'da istedikleri gibi yer içerler. onun ardındaki first class'ta ise sana ait bir süite sahipsin, sömürü vasıtasıyla elde ettiğin birikimi burada lüks içinde harcarsın."

    fakat bunun yerine aile, bir yalan söyleyip, kestirip atmayı tercih ediyor;

    "orada kötü amcalar var oğlum. yaramazlık yaparsan gelir senin koltuğuna otururlar."

    burada verdiğim basit bir örnek elbette. yaşamımızın tümü, doğumdan ölüme bu tip yalanlarla sarılmış durumda. çocukların sorgulayıcı zihin güçlerini yitirmemeleri için öncelikle ebeveynlerin doğruyu söylemeleri lazım. lakin, çocukla ebeveyn arasında daima dikotomik bir hiyerarşik ilişki bulunmakta. bizim gibi kolektivist toplumlardan, ekonomik açıdan gelişmiş bireyci batı avrupa toplumlarına dek bu böyle. bir insanı, bu çocuk olsun, yetişkin olsun; bir birey olarak kabul ediyorsanız, öncelikle ona doğruyu söyleyeceğinizi taahhüt etmeniz lazım. bunun aksi, herkesin herkese kronik olarak yalan söylediği yabancılaşmış düzendir ve açılımı da şu şekildedir;

    es gibt kein richtiges leben im falschen

    ve şunu unutmamak gerekir ki; yalanı güçlü kılan onun kendinden menkul bir güce sahip olması değil, sürekliliği, yani diyalektiğidir;

    gutta cavat lapidem non vi sed saepe cadendo
  • üst komşunun oğlu efe var bizim. çok geç konuştu efe. ama konuşmadığı zaman kafasında neler biriktirdi ise; efenin okuldaki öğretmeninden, tüm komşulara kadar hepimiz efenin cümlelerine hayran kalıyoruz. insanın karşısına alıp muhabbet edesi geliyor.

    kapı çalındı.

    hop diye hepsi birden girdiler içeri. efe önden koşuyor tabi. ablası tablet almış, google hesabı açmak için "herşeyi bilen samet abi bu işi de yapar" diye gelmişler. efe belimde sarılı olarak içeri girdik. aldım tableti elime koltuğa oturdum. "adres ne olsun", "şifren ne olsun" felan diye sorarken; her kafadan bir ses çıkmaya başladı. birden "of bi susun bakim" diye bağırdım gülerek.

    efe dibime kadar sokuldu; "samet, sen çok iyi birisin var ya" dedi. hukukumuz var. samet diyor bana. öyle anlaştık biz. beraber temple run oyuyoruz babasının telefonunda.

    sarıldı şöyle boynuma doğru.

    içim irkildi birden.

    "çocuklar, başka bir dünyanın canlıları" dedim kendi kedime; çünkü sarılmak da öyle değil miydi?

    (bkz: sarılmak/@turuncu gibi sari)
hesabın var mı? giriş yap