• nighthawks gibi içine dahil olmak istenilen, rooms by the sea gibi seyrine dalınıp içinde kaybolmak istenilen tabloların yaratıcısı amerikalı ressam. bazı tablolarında -ki bu tablolara new york movie ve room in new york örnek gösterilebilir- yalnızlık duygusu, bir mekanın içinde olan ama ruhen orada olmadıklarını ilk bakışta hissettiren insan figürlerinde saklıdır.
  • amerika'nın yalnızlığını, sıkıntısını ve hüznünü inanılmaz bir başarıyla ve duyguyla betimlemiştir.
    açıkçası ömrü hayatımda daha duygu yoğun resimler görmedim.
    şans eseri tate modern'deki sergisini yakalamıştık, eşimle başladık dolaşmaya ancak eşim serginin yarısında dayanamadı, çıkmak istedi.
    "nefes almıyorum resimlere bakarken" dedi. öyle büyük bir ressamdır işte.
  • autmat isimli eseri taksim pia sarı kahve'nin duvarını süslemektedir. çok da yakışmaktadır.
  • pencerelere çok önem veren, pencere çizmeyi (içerisi ile dışarısını karıştırmayı) çok seven ressam.
  • ressamların ürünleri -tuvaller salt yeteneğin en belirgin olduğu yerler olduğu için belki- insanlarda hayranlık uyandırır. ağzınız açık bakarsınız genelde. inceler, yorumlarsınız. hayran hayran bakarsınız ama bir resim çok nadiren bizi duygulandırır, bam telimize basar, moralimizi bozar, mutsuz eder.. edebiyat ya da müzik daha çok duygulara çalışır benim için mesela.

    ama durum bu zat-ı şahanenin işlerinde değişiyor. edward hopper'ın her resmi kelimenin tam anlamıyla "vurucu".
    ister otel lobilerine götürsün bizi isterse rooms by the sea gibi günlük güneşlik deniz kenarı bir odada olalım yine de belirgin bir hüzün vardır hopper'ın eserlerinde. insanın yalnızlığını yüzüne çarpıyor. hayata bakış açısı ve nasıl bir insan olduğu, o resimlerin nasıl bir çerçeve içinde ortaya çıktığı bilindiğinde hopper'ın ne denli büyük bir sanatçı olduğu ortaya çıkıyor.

    "zamanın amerikasını değil kendimi resmettim" diyecek kadar bireyci, dönemin sanat çevresinin çoğunluğu gibi bir dönem paris'e gittiğinde (ki, şatafatlı yıllardı hopper'ın orada olduğu yıllar. çoğu sanatçı bu paris deneyimini uzun uzadıya anlatmış, biyografilerinde hep bir paris çentiği açılmıştır "paris'e xx yılında gitti. orada x'le tanıştı. y'le muhabbet etti. z'den etkilendi vsvs..) bu deneyimi;

    "kimle mi tanıştım? kimseyle. gertrude stein adını duymuştum. ama piacsso'yla ilgili bir şey duyduğumu hatırlamıyorum. geceleri kafelere gider oturur ve etrafı izlerdim. biraz da tiyatroya gittim. paris benim üzerimde harika ya da vurucu bir etki bırakmadı."

    diye anlatabilecek kadar realist ve minimal bir bakışa sahiptir.
    resimlerinde de tam olarak bunları görürüz. bunları diyen bir adamın yaptığı resimler nasıl olmalıysa öyledir. yalın mekanlar, fazla ortaya çıkmayan renkler, resmin ortasında sizinle hiçbir etkileşimde bulunmadan kendi dünyasında tek başına varolan bir karakter- insan, ağaç ya da bir ev?

    sen de kimsin? bile demez mesela hopper'ın resminin ortasında oturan, otel odasına kapıyı çalmadan girdiğimiz kadın. neden bakıyorsun? demez. kendi dışında kimse yoktur sanki dünyada. öylesine sallamaz bizi.
    en azından beni sallamıyo hiç.
  • öncelikle ışıktır.
    iç mekan - dış mekan ilişkisini ışığı inanılmaz efektif kullanarak benzersiz bir şekilde ortaya koymuştur.
    öyle ki resim dışı olsa da işi ışıkla haşır neşir olanlar (sinema/fotoğraf) hopper'a gönderme yapmaktan büyük haz alırlar.
    bir çok filmde hopper tarzı kullanılmıştır, nette bi yerlerde listesi de vardı hatta.

    nacizane bir hopperesk deneme:

    http://www.flickr.com/…otos/atafotogrup/5492359603/
  • alain de botton'un ağzından,

    "i remember finding the hopperesque one evening in a service station off the motorway between london and manchester. objectively speaking, it wasn’t a beautiful building. the lighting was unforgiving, bringing out pallor and blemishes. the chairs and seats, painted in childishly bright colours, had the strained jollity of a fake smile. no one was talking, no one admitting to curiosity or fellow feeling. we gazed blankly past one another at the serving counter or out into the darkness. we might have been seated among rocks. i sat in a corner, eating fingers of chocolate and taking occasional sips of orange juice. i felt lonely, but, for once, this was a gentle, even pleasant kind of loneliness. rather than unfolding against a backdrop of laughter and fellowship, in which i would suffer from a contrast between my mood and the environment, this loneliness emerged in a place where everyone was a stranger, where the difficulties of communication and the frustrated longing for love seemed to be acknowledged and brutally celebrated by the architecture and lighting."

    hopper'ın sanatını birebir başımdan geçmiş bir olayla örneklemiş olması bir yana, bu kadar "impersonal/gayri şahsi" bir olay anında hopper'ı bulabilmiş olması takdir edilmeli. hopper'ı bir dev yapan, şehrin sürekli arayış halindeki sakinlerini sıradanlığın görkeminde resmedişidir zaten. "nighthawks"a baktığınızda çiftin arasındaki gerilimi veya "automat"taki sonsuzluk hissini sezebiliyorsanız ne demek istediğimi anlarsınız. suratımıza bir yumruk gibi inmesi gereken bu imgelerde bize huzur verecek şeyler bulur hopper. bu yüzdendir ki dünyada belli bir zümre için o, geçtiğimiz çağın en büyük sanatçılarındandır.
  • 4 kişilik masalara tek başına oturan, tek başına geçen gecelerde nedenini bilmeden gün doğumunu bekleyen, her gittiği yere yalnızlığını da götüren insanların ressamı.
  • renk seçimi ve sahnelerinin durağanlığıyla david lynch'e ilham veren iki ressamdan biridir.

    diğeri için (bkz: francis bacon)
hesabın var mı? giriş yap