• keman müziği, organik müzik, akustik müzik, elektronik müzik...

    bunlar bir müzik "tür"ünü tarif etmezler. müzik, müzikoloji denen bilim dalının çalışma sahasıdır. böcek bilim değildir, bilimsel de değildir ama entomoloji bir bilimdir. bilimin de kuralı, jargonu, müktesebatı vardır. "tür" dediğin şey de bilimsel bir sınıflamadır. şimdi şöyle bir sorun var; bizim dilimizde müzik türü ile böcek türü, her ikisi de aynı kelime ile işaret ediliyor: "tür". oysa ingilizcede iki farklı kelime kullanılır bunlar için. "species" biyolojik tasnife atıfta bulunur. "ortak özellikler taşıyan" bir grubu tarif eder. bu grubun üyeleri birbirleri ile çiftleşebilir, verimli döller üretebilirler. "genre" diye de bir kelime var değil mi? o da müzik türünü ifade eder mesela. ara sıra ben türkçeleştirip "janr" diye yazıyorum. sebebi bu. peki neden "elektronik müzik" diye bir janr olamaz? çünkü elektronik müzik dediğin şey organik olmayan seslerle yani bilgisayar yahut yazılım, program vs. marifetiyle yapılmış müziktir. bu bir ortak payda olamaz yoksa varese ile birce kirkova'yı aynı şemsiye altında toplamış oluruz. öyle saçma şey olmaz. hakikaten olmaz. bu iki isim ve müzikleri arasında hiçbir illiyet, ilinti, fikir ortaklığı vesaire yoktur. apayrı şeylerdir. buraya bunları söylemeye, "ona öyle demezler" diye ukalalık yapmaya gelmedim. yazının hedefi başka. üzerine konuşacağım şeyin ne olduğunu yazmış oldum. bu kadar.

    "elektronik müzik" bir janr değildir dediysem de elektronik müzik ile ne kast edildiğini biliyorum. sizler de biliyorsunuz. 1980 sonrasında batı'da ve japonya'da, iktidarla aynı fikirde olmayan, hakim ahlak kurallarına ve dine sırtını dönen, kendisi para kazanmayan ancak ailesinin mirasıyla orta karar bir hayatı sürdürebilen, görece eğitimli insanların gittikleri gece kulüplerinde çalan müzik. japonya'yı bilhassa ekledim çünkü elektronik müziğin evriminde, gelişiminde, marjinalleşmesinde katkısı çoktur. bu müzik bir disko müziği değildir. disko müziğindeki funk, neşe ve "organik" insan sesini elektronik müzikte duyamazsın. vocoder'in kullanımı bir kırılma noktasıdır. vocoder nedir biliyor musunuz? insan sesini bir saz gibi kullanmanızı sağlayan aracıdır. çok kaba bir tarif oldu ama idare edin. bakın şu videoda zevzek bir herif var, o anlatıyor. bu neden kırılma noktası? çünkü disko müziğinde ya da hip hop'ta falan altyapı belki sentetikti ama zeminin üzerinde işlenmemiş bir insan sesi duyulurdu. en fazla reverb falan eklerlerdi. vocoder ile birlikte organik hiçbir şey kalmamış oldu. tümüyle sentetik bir müzik yani. bir de "ambient" var. ambient music, ambient-house, ambient-dub falan filan... ambient ne demektir? sözlüğe bakmadan bir düşünün bakalım. aklınızda ne canlanıyor? benim ilk aklıma gelen sarıp sarmalayan, boşluk dolduran bir şey oldu. üç aşağı beş yukarı böyle bir şeymiş zaten. peki müzikte ambiyans nasıl olabilir? bunu sağlayan nedir? uzayan, sünen bir takım sesler. püf nokta şu; ambient "ritme değil dokuya vurgu yapan" şeydir. bu da ikinci kırılma noktası olsun. önemli çünkü disko, tekno, hip hop vs. vs. hepsinde vurgu ritmdedir. tek düze, metronomu 100-150 arasında, 4/4'lük ritmler üzerine kuruludur müzikler. ambient bunu hedef almış oldu. şimdilik bu paragraf burada bitsin. sonra yine buraya döneceğim.

    fütürizm hakkında konuşmamız lazım. internette bir sürü laf kalabalığı var. sadeleştirmeye çalışmak faydalı bir entelektüel jimnastik olacak. "geçmişi boyunduruk gibi gören, onu şimdiden ayıklamaya çalışan cüretkar bir yaklaşımdır." fena olmadı. aşağı yukarı 100 yıldır "şimdi"nin gerçeği olan sanayi, endüstri bilmem ne sanatın dışında tutuluyor. günümüzden düşünürsek, pek az romanda veya şiirde "instagram" kelimesine rastlıyoruz değil mi? birkaç senedir hemen herkesin, günde en az 1 saat yatırım yaptığı bir şey oysa instagram ama şiirde, şarkıda, romanda yok. luigi russolo kimsenin duymak istemediği sesleri kendi müziğine katmış. siren sesleri, ulumalar, tencere-tava falan... dinlemeye değer bir şey değilse de üzerinde düşünmeye değer. neyse o zamanlar bazı aventüryeleri çok heyecanlandırmış bu fikirler. "gürültü"nün müziğe girişi böyle olmuş işte. gürültü deyince illa bir john cage demek lazım: "bir odada oturmuş müzik dinliyorsan sokaktan gelen sesler gürültü olur, sokaktaki sesleri dinliyorsan da önündeki müzik gürültü olur." okuyucular bilir, john cage'i günahım kadar sevmem ama bu söze şapka çıkarmak gerek. devam edelim; işte küçücük bir kesimi heyecanlandıran, çoğunluğu rahatsız eden bu sesler yavaş yavaş popüler müziğe sirayet ettiler. evvelki paragrafta bahsi geçen iki kırılmayı (vocoder'in kullanımıyla müziğin tamamen sentetikleşmesi ve ambient ile vurgunun ritmden alınması) "gürültü"'ye çıkarılan davetiye olarak görmek gerekir: glitch !

    sonuna ünlem koymamın bir sebebi var. glitch "arıza" demektir. arıza istenmeyen bir şey, bir kazadır. hesapta yoktur. müzikte istenmeyen şey ne olabilir? gürültü ! ünlem john cage'e atıf yaptığım için. fakat noise ve glitch farklı şeylerdir. isminde "noise" olan hiçbir müzik popüler olmamıştır ama glitch 90'larda en popüler elektronik müzik türlerinden biriydi. ryoji ikeda'nın albümü +/- sanırım ilk "glitch" albüm. 1995. insan tüm bu sentetikleşme, geçmişten sıyrılma, ilerleme çabalarına ve vocoder, synth, moog vesaireye rağmen bir kusura vuruluyor. tüm bu endüstride insanca tek şey kusur gibi duruyor çünkü. öyle anlaşılıyor ki dinleyicileri başarı kadar -belki başarıdan da çok- etkileyen bir şey varsa o da kusur. glitch fütürizmin ve avant-garde akımların müzikte işi vardırabileceği son kerte sanki. gürültünün de ötesinde bir şey. hesaplanmamış, kazara, tesadüfi gürültü. işte dinlemeye değmeyecek ama üzerinde düşünülmesi gereken bir şey daha. vay canına.
  • bir kehanet.

    elektronik müzik, 21. yüzyılın yeni egemen müzik türü olacak.

    geçtiğimiz yüzyılın başlarında jazz, swing, country, blues vb. müzikler ön plandaydı. sonra rock, sert müziği ve kendine has tarzıyla tüm dünyaya yayıldı. artık gençlerin yapmak istediği müzik türüydü rock. idol müzisyenlerin hemen hepsi rockçıydı. insanlar onlar gibi giyinmek, saçlarını uzatmak ve onlar gibi yaşamak istiyordu. müzik sohbetleri rocksız olmamaya başladı. üç arkadaş bir araya geldiğinde birisinin elinde gitar vardı artık. yakın dönem; konserler, soundtrackler, barlar, festivaller, müzik programları... müzik olan her yerde büyük ağırlığıyla karşımızda duruyor; rock.

    işte bu değişecek.

    rock hala dinlenecek, ama prodüktörler müziği elektroniğe doğru evirecek. yılların rock gruplarını yeni albümlerinde "bu albümde elektronik şeyler denedik" derken göreceğiz. gitarlı grupların modası geçmeyecek elbet, ama içinde hiç gitar olmayan rock albümleri göreceğiz. bateri giremeyen evlere elektronik davul girecek. o da sadece keyif için.

    içinde davul seti, mikrofonlar ve belki bas gitar bulunan küçük sokak arası stüdyoların devri geçecek. yeni stüdyolarda mixerler, synthesizerlar, bilgisayarlar olacak. plajlarda ateş başında akustik gitar çalma alışkanlığı seyrelecek. artık plajlara laptopla gelinecek. online düetler yapılacak. akdeniz akşamları'nı duymak isteyen winamp'tan açacak.

    her şeyiyle taklit ve takip edilen müzisyenler olmayacak. insanlar yüzünü bir kez bile görmedikleri insanların albümlerini alacaklar. kapakta sadece animasyon figürleri gözükecek. örnek alacak kimse olmayınca, giyimde, saçta müziğe bağlı keskin bir tarz olmayacak. gençler spor giyinmeyi alışkanlık haline getirecek.

    kötü mü olacak iyi mi olacak bilemem, ama müzik yapmak en az gazete okumak kadar online olacak.

    insanlar sidney'de oturduğu yerden, romanya'da bir konser veriyor olacak.

    müzik oyunları artacak. oyunlar gösteriye bile dönüşecek.

    sevdiğimiz bir şarkıyı 5 dakikada remixleyebileceğiz.

    bir makine alacağız, istediğimiz modu seçeceğiz, ve o makine o modda, kendi üretimi "tamamen yeni" bir şarkı yapacak.

    makinelerle insanların müziği yarışacak.

    müzik adamı yine insanları seçecek tabi.

    ama parayı makineler kazandıracak.

    müzik sektörü milyonuncu kez ölecek. sanatçılar insan ruhunun makinenin asla bulamayacağı melodileri bulacağı iddasındayken, makineler saniyede 16 notayı net olarak duyurabilecek.

    para biriktirip evimize vocoder vb. ses değiştiriciler alacağız. karaoke anlayışı değişecek. biz makineye en bet sesimizle bağıracağız, sesimiz makineden james hetfield sesi gibi çıkacak.

    parası olan ve az çok müzikle ilgilenen herkes müzisyen olacak. telif hakları korunamaz hale gelecek. ve gerçek müzisyenler kendilerini belli etmek için bir kez daha sahneye çıkacaklar. yeni arayışlara çıkacaklar, yeni türler keşfedecekler ve müziğe farklı boyutlar kazandıracaklar. yüzyıl geçecek, ve müzik bir kez daha el değiştirecek.

    ama elektronik müzik asla susmayacak.

    elektrikler kesilmedikçe.

    tabi, bu sadece bir kehanet.
  • şimdi elektronik müziği hala cıstak cıstak olarak niteleyenler için bir hande yener kıvamında, bedük kıvamında yapılan şarkılar kalitesiz olabilir. zira hala pink floyd, b.b. king veya paul mccartney kafasında yaşayanlar 2000'lerden sonra bir elektronik müzik hakimiyetini görememekte ve bunu reddetmekte ısrar ediyor. kaldı ki savundukları şey 70'lerin müziği. ben bunu komik buluyorum. zira elektronik müzik kalitesizse dinledikleri müzik de kalitesiz.. şimdi ben pink floyd kalitesiz müzik yapıyor demedim, dikkat. elektronik müzik kalitesizse dedim. ve müzik anlayışları 70'ler müziğinden ibaret olan ve gitar solosunu müziğin kalbine yerleştirmiş insanlar beni linç etmeye başlayabilir. ama ortada şöyle de bir gerçek var, klasik müzik. öncelikle müzikte kalite ölçüsünü yanlış yerde arayan adamlar beni dinlemeye başlasın. çünkü bugün kaliteli müzik dediğin şey sadece klasik müziktir ve kalanı endüstriyelleşmiş müziktir.

    bunu şöyle açıklayayım. bugün dinlediğiniz 70'ler müziği 3-4 dklık 3 enstrümanlı şarkılardan ibaret. anlattıkları şeyleri anlamlı kılmak için sözlerden yardım alan müzikler. klasik müzik ise söze bile gerek duymadan duyguları yansıtan bir kaç saatlik bir senfonidir. ve 3-4 enstrüman kullanılmaz. piyano vardır, keman vardır. sesler yükselir, sesler alçalır, derken koro girer, koro çıkar, çello girer, hepsi birden girer, yan flüt solo atar, saatlerce süren bir müzik ziyafeti sunar. o notaları yazmak için besteciler yıllarca uğraşır. bazen 20 yılda yazılır bir parça, 2 yılda bir albüm çıkartmak için yapılmaz besteler, ölçü kalitedir. işte bu noktada kaliteli müzik anlayışını klasik müzik oluştururken, onunla karşılaştırıldığında 70'lerin müziği kalitesizdir.

    ama benim demek istediğim müziği dönemlerine göre karşılaştırmak yanlıştır. her müzik türünün bir ömrü ve zamanı var. 90'larda müslüm dinleyerek kendini jiletleyen gaziosmanpaşa gençliği ile artık aynı beyaz şahin içerisinde serdar ortaç dinleyen kitle farklı kitleler değil, aynı kitle.

    ve ingiltere'de radyolarda sadece klasik müzik çalındığı zamanlar belirli kitleler yeni akım rock müziği reddetmiştir. bu açıdan bakınca rock müzik ve elektronik müzik ilişkisi ne kadar benzer değil mi ? ve başta söylediğim şeye tekrar dönecek olursak, pink floyd kalitesiz müzik yapmıyordu, aksine yaptıkları müzik kaliteydi ama artık müzik sektörü endüstriyelleşti. yaptıkları müzik endüstriyel müziktir. bugün sen karı kaldırmak için bach dinliyorum yerine queen dinliyorum diyorsan, blues barlarda elinde viski, "kadınlar pöfff, ölüyorum offf, yalnızım çokk" diyerek bir biraya 10 lira veriyorsan, ve herkes jim morrison tişörtü satın alıyorsa, ne kadar ret edersen et, senin dinlediğin müzik de artık endüstriyel müziktir.

    ve elektronik müzik.. elektronik de elbette endüstriyel bir müziktir ama kalite açısından değerlendirmek gerekirse, eskiden kaliteli müziği pink floyd yapıyordu, artık pink floyd yok ve bir daha da olmayacak. bu dünyaya yeniden pink floyd gibi bir grup gelmeyeceğini herkes biliyor. ve artık elektronik müzik hakimiyeti var. o zaman sen de massive attack gerçeğini kabul etmek zorundasın. bir insan massive attack dinledikten sonra nasıl cıstak cıstak diyebiliyor hayret ediyorum, ama anlıyorum da, kendini kaliteli müzik dinlediğine ve tek kaliteli müziğin 70'lerde çıktığına kendini o kadar şartlandırmış oluyorsun ki..

    hee sen diyorsan ki, elektronik müzik bana bir şey anlatmıyor, kusura bakma ama sen bir şey anlamıyorsundur. eğer senin aradığın salt anarşist bir duruş ise, bunu yapan elektronikçiler hani nerede diye de soruyorsan, faithless'ın mass destruction şarkısındaki sözlerini de bir okuman gerek, false flags şarkısının klibini izlemen gerek.
  • elektronik müziğin yaşayan az sayıda kuramcılarından birinin, ilhan mimaroğlu'nun bu türle ilgili tanımlarını kısaltarak yazmak, elektronik müziğin gerçekte ne olduğu konusunda karışıklıkları giderebilir.
    kaynak: müzik tarihi - ilhan mimaroğlu
    varlık yayınları 206
    bilgi dizisi: 16
    dördüncü basım: 1990

    ayrıca daha ayrıntılı bilgi için başka bir kaynak, yine ilhan mimaroğlu'nun bir kitabı:
    elektronik müzik
    pan yayıncılık 15
    birinci baskı: haziran 1991

    "genel anlamda elektronik müzik tanımı, her türlü elektronik gereçten yararlanarak besteleme ya da seslendirmenin bütün alanlarını kapsar. bununla birlikte, manyetik şeridin gelişmesinden önce elektronik çalgılarla yapılan müziğin konumuzla ilgisi olmaması gerekir. çünkü bu çalgılar (theremin, hellertion, trautonium, ondes martenot, vb.) orkestra çalgılarınınkine kıyasla değişik tınılar sağlamış olmakla birlikte, geleneksel çalgıların yanında yer alamadıkları gibi, müzik yaratıcılığına yeni bir yol açabilme olanaklarını da sağlayamamışlardı. bugünün sayıları gitgide artan elektronik çalgıları, bireştireçleri (synthesizers) de, eski günlerin elektronik çalgıları gibi, sağladıkları yeni olanakların yanında, hele geleneksel çalgıların seslerini, diyelim ki trompeti ya da kemanı ya da piyanoyu, yansıtma amacıyla kullanıldıklarında, ses dağarına, zenginlik bir yana, yozluk ve kısırlık getirmiş sayılabilirler. bu çalgılar, elektronik ortamda çalışan besteci için gerçi ses kaynağıdırlar; ama bunlarla sunulan çalgı müziği, elektronik müzik değildir. çünkü elektronik müzik bir besteleme ortamıdır.
    bu ortama uygulanan sınırlı bir tanımla elektronik müzik, yalnız elektronik ses üretme gereçlerinden yararlanarak gerçekleştirilen müziği anlatır. özellikle almanya'da köln radyosunun stüdyosunda çalışan besteciler topluluğu bu yolda önemli çalışmalar yapmışlardır. köln okulu bestecilerinden kullandıkları ses kaynakları bakımından ayrılanlar, hem gerektiğinde elektronik kaynaklı sesleri hem de mikrofon aracılığıyla toplanan doğa seslerini, çalgı seslerini kullanmışlardır. bunlar, yaptıkları müziğe türlü adlar vermişlerdir. örneğin edgar varese, bu yolda yaptığı müziğe, "son organise" (düzenlenmiş ya da örgütlenmiş ses) diyordu. new york'ta columbia üniversitesi'nin, sonradan columbia-princeton electronic music center adını alan laboratuvarında çalışan vladimir ussachevsky ile otto luening, "tape music" (manyetofon müziği ya da ses şeridi müziği) deyimiyle yetiniyorlardı. fransız radyosunun stüdyolarında pierre schaeffer önderliğinde çalışan bestecilerse müziklerini "musique concrete" (somut müzik) deyimiyle anlatıyorlardı. yılların geçmesiyle, ses kaynağına göre yapılan bu gereksiz ayırım geçerliğini yitirmiş, kullanılan ses kaynağı ne olursa olsun, ses şeridi üzerinde bestelenen ve ses şeridinden (ya da oradan plağa geçirilmiş olarak) dinletilen müzikler, "elektronik müzik" olarak adlandırılmıştır.
    elektronikle ilintili kaynakları müzik yaratıcılığı ortamı olarak kullanma ancak, manyetofonun 1945'ten sonra bir yaygınlığa ulaşması nedeniyle ikinci dünya savaşından sonra gerçekleşebilmiştir. bununla birlikte italyan piyanist ve bestecisi ferrurio busoni, elektroniğin müzik yaratıcılığında kullanılmasından söz etmişti. bestecileri elektroniğin olanaklarını araştırmaya götüren nedenler, bir yandan çalgıların sınırları, öte yandan da müzik yorumcularının (şarkıcıların, orkestra yönetmenlerinin) bestecinin isteklerini, düşüncelerini aslına uygun olarak, bozmadan, değiştirmeden çoğu kez yansıtamamalarıdır. 1948 yılında pierre schaeffer, gürültülerden yararlanarak düzenlediği bestelerle bir konser sunmuş, 1951 yılında fransız radyosu özel olarak gereçlenmiş bir stüdyoyu schaeffer'e ve onunla birlikte çalışanlara ayırmış, birkaç ay sonra da almanya'da, köln radyosundaki stüdyo kurulmuştur. amerika'da luenning ile ussachevsky elektronik müzik üzerindeki ilk deneyimlerini 1951 yılında yapmışlardır. pierre schaffer'in önderliğindeki bestecilerin yaptığı türde elektronik müziğe "musique concrete" (somut müzik) denmesinin nedeni, gerçekte, bu bestecilerin doğa ve çalgı sesleri kullanmaları, önceleri elektronik seslerden kaçınmaları değildir. nitekim schaeffer, sonraki yapıtlarından birinde, 1975 yılının ürünü "le tredre fertile"de yalnız elektronik ses kaynaklarından yararlanmıştır. schaeffer'in, yeni müziğin en etken, en önemli öğretim kitaplarından biri olarak bilinmesi gereken "traite des objects musicaux" (müziksel nesneler üzerine bilimsel inceleme) adlı çalışmasında da belirttiği gibi somut müzik, alışılmış müzikten, somut olarak yaratılmasıyla ayrılır. oysa alışılmış müzik önce nota kağıdı üzerine, soyut olarak yazılır; sonra, yorumcularca seslendirildiğinde, somutlaşır. gerçi elektronik müzik bestecisinin, düşünüşlerini, izleyeceği işlemleri saptamak amacıyla notaya başvurduğu olur ama, bir elektronik yapıt somut olarak gerçekleştiğinde nota gereksiz kalır. yapıt, ses şeridi üzerinde, dinletilmeye hazırdır; onu yeniden seslendirecek bir yorumcu düşünülemez. yapıtlarını hazırlarken bestecilerin başvurdukları ana yöntemler şunlardır:
    1) alınan seslerin yüksekliğini, manyetofonun hızını yavaşlatarak ya da hızlandırarak, değiştirmek (pierre schaeffer bu iş için, "phonogene" adını verdiği bir gereç kullanırdı; bu gereçte şerit üzerine kaydedilmiş sesler, kromatik gamın derecelerine göre dönüş hızı ayarlanmış olarak çalınır ve yeniden kaydedilir);
    2) sesin çıkmasını sağlayan ilk darbeyi ("attaque"ı) kesip atmak ve sesin yalnız gövdesinden yararlanmak;
    3) sesi manyetofonda tersten çalarak kullanmak;
    4) seslerin armoniklerini süzmek ya da bunların büyüklük aralıklarını değiştirmek;
    5) yankılandırmak.
    manyetofon müziğinin geleneksel çalgılarla birlikte kullanıldığı da olmuştur. örneğin luening ile ussachevsky'nin "rapsodik çeşitlemeleri"nde ya da "poem"inde manyetofon müziği, orkestra eşliğinde çalınır. varese'in "desert"inde ise orkestra ve düzenlenmiş ses bölümleri birbirini izler. iki ortamı birleştiren yapıtların sayısı son yıllarda artadurmaktadır.
    ister doğrudan doğruya elektronik seslerden, ister doğa seslerinden yararlanılarak yapılsın, elektronik müziğin besteciye çok geniş olanaklar verdiği, bundan başka gerçekleşmek, ses koşuluna ulaştırılmak için yorumculara uyruk olmayan "tümlenmiş" müzik yapıtları yaratma erkinliğini sağladığı bir gerçektir. nitekim elektronik müzik, tıpkı resim sanatında olduğu gibi, yaratıcıyı gereçlerinden tam bir özgünlükle ve kesinlikle yararlanma ve ortaya, "icracı-yorumcu" denen bir aracıya başvurma zorundan kurtulmuş, dinleyiciye doğrudan doğruya ulaştırabilen yapıtlar çıkartmakta erkinleştirmektedir.
    bugün yalnız batı ve doğu avrupa ülkelerinde değil, yeryüzünün birçok ülkesinde, çoğunlukla radyo istasyonlarında ya da üniversitelerde kurulmuş, pek çok elektronik müzik stüdyosu vardır. bu ara amerika birleşik devletleri'nde yüzlerce üniversitede elektronik müzik stüdyoları kurulmuş, gitgide birçok besteci kendi özel stüdyolarını da kurmuşlardır. ne yazık ki, çağdaş sanat müziğinin yığınlara ulaştırılmaması, giderek günümüzün geçmişe yönelik "klasik" müzik çevrelerinde de kapalı kapılarla karşılaşması nedeniyle, elektronik müziğin artık çok zenginleşmiş ve içinde birçok önemli yapıtın bulunduğu dağarı, yeterince tanınma ve değerlendirme durumuna ulaşamamıştır. böylece, bestecilik sanatına gerçek koşulunu sağlayan elektronik müzik, çağdaş müziğin karanlığa gömülmüş öbür kesimleri gibi, henüz gün ışığına çıkmayı beklemektedir."
  • ---şu evrensel sabiti unutmadan; "iki tür müzik vardır. iyi ve kötü."---

    buradan yola çıkarak, iyisi ve kötüsü arasında çok derin bir uçurum olduğunu varsaydığım müzik türüdür. böylece, en yanlış anlaşılmış ana kollardan birisi olduğunu söylemek de zor değil. insanlara bir şeyin hep kötüsünü sunarsan, kolektif algı öyle oluşacak, yapacak birşey yok. iddia ediyorum, elektronik müziğin hiç bir emek harcamadan, tamamen bir takım ritm ve soundscape'leri rastgele(!) bir araya getirerek oluşturulduğuna inanan 1 milyon kişi bulabilirim! (ne facebook grubu olur bundan!)

    akademik kanala geçersek; elektronik müzik, elektronik bir takım techizat ile ses üretme çabasına verilen isimdir. artık bu donanımsal sistemler güçlü yazılım desteğiyle de takviye edilerek üretilen işin daha temiz, zahmetsiz ve "iyi" olmasına yardımcı olmaktadırlar.bu müziği diğer "hepsinden" ayıran en önemli olgu, limit ve kısıtlama alanına sahip olunmamasıdır. burada enstrüman müzisyenin beynidir. çünkü, artık gelinen imkanlarla da beraber üretilebilecek ses/motif/doku limiti neredeyse "sonsuzdur". bir enstrümanın kısıtlayıcılığı yerine, sonsuz boyut ve yoğunlukta bir ses evreninin içinde "keşfe" çıkmak vardır. uzaysal ve atomsal. benzeşik. dünyevi olmayan. aşkın. ve erişmiştir bu müzik.

    ama bir dakika... doğru lan sadece 7 farklı nota var. kaç farklı şarkı yapılabilir ki?
    (dedikeytıd tu serdar "the megnifişınt" ortach )
  • http://en.wikipedia.org/…of_electronic_music_genres

    listede de görüldüğü gibi, onlarca türü vardır. artık apaçi müziği, üçyüz beşyüz, cıstak dumtıs demeyi bırakın.
  • belli basli ilahlari:

    armand van helden, elektrochemie, benny benassi, bob sinclar, deep dish, tactile, de-phazz, david guetta, dj antoine, dj remo, john digweed, eric prydz, paul ritch, sven väth, digitalism, junior boys, fedde le grand, florian meindl, gabriel & dresden, paco osuna, joachim garraud, david morales, carl cox, mylo, masters at work, shonky, pier bucci, trentemøller, dave spoon, claude von stroke, timo maas, tom novy, booka shade, martin solveig, whignomy brothers, dj ergin v, citizen kain, röyksopp, stylophonic, tiga, roger sanchez, tiësto, erick morillo, marcel knopf, delerium, robot needs oil, thomas gold, sébastien léger, sebastian ingrosso, martijn ten velden, david vendetta, dave spoon, tiefschwarz, tall paul, freeform five, thomas schumacher, d. ramirez, armin van buuren, paul van dyk, dj dan, sasha, above & beyond, flash brothers, christopher lawrence, erol alkan, dj tarkan, judje jules, dave aude, chicane, soulwax, steve angello, blank & jones, james zabiela, satoshi tomiie, yoshimoto, huseyin karadayi, dj hell, sander kleinenberg, tocadisco, the knife, the egg, groove armada, ferry corsten, marco v, markus schulz, oakenfold, hernan cattenao, pete tong, fatboy slim, nick warren, rejected, pendulum, dr. lektroluv, spirit catcher, rekorder, mark knight, miss kittin, dj t, baxter baxter, fuzzy hair, robbie rivera, mason, infected mushroom, sandy rivera, steve lawler, satoshi tomiie, kid kenobi, stephan bodzin, oliver huntemann, chus & ceballos, ricardo villalobos, gui boratto, atb, jamie lewis, kid creme, kings of tomorrow, bt, faithless, morandi, karizma, kaskade, alex gaudino, daft punk, basement jaxx, x-press 2, aphex twin, copyright, unkle, jesse garcia, late night alumni, swen weber, ben macklin, fischerspooner, air, nic fanciulli, stacey pullen, bsod, global deejays, andy moor, m.a.n.d.y., nick terranova, the migrants, ryan murgatroyd, restless & volatile, extrawelt, jelo, olav basoski, tg, stephen j. kroos, dj disciple, ryan murgatroyd, tv rock, mstrkrft, oxia, rogue traders, the face, tracey thorn, princess superstar, andain, murat muratlı, berk inal, murat uncuoglu, u.f.u.k., anthony rother, teamsters, bootyluv, v-sag, sander van doorn, kate lawler, dj hal, iio, art of trance, the thrillseekers, pete heller, paul woolford, dirty south, george acosta, loco dice, mrtimothy, martin landsky, dub pistols, martin garcia, andy c, grooverider, clipz, dillinja, dj die, roni size, josh wink, mono, harry "choo choo" romero, full intention, fine taste, richard dinsdale, lutzenkirchen, 2manydjs, the chemical brothers, 20/20 soundsystem, justin robertson, bushwacka!, joey negro, sandra collins, dave clarke, sugardaddy, troy pierce, moloko, spiller, damian lazarus, danny howells, stanton warriors, underworld, nubreed, rene amesz, syke'n'sugarstarr, offer nissim, alloy mental, sunfreakz, saeed younan, deadmau5, dennis christopher, dan saenz, vandal, lützenkirchen, coburn, subsource, pryda, fuckpony, tomcraft, richard grey, chris liebing, jpls, grindvik, the h-men, anthony collins, françois dubois, atrium, chris lawyer, suicide sports club, andrea doria, nic chagal, alan braxe, kris menace, dragonette, ida corr, noir, cerrone, madox, alter ego, cosmic gate, red carpet, peter gelderblom, bytansu, sebastian, dj mehdi, busy p, andio, uffie, chromeo, darren emerson, jesse rose, tomcraft, richie hawtin, calvin harris, onur ozer, klaxons, we smoke fags, late of the pier, brian eno, audiofly x, radio slave

    - turleri:

    house, electro house, progressive house, tech house, trance, minimal, techno, drum & bass, psy-trance, electronica, deep house, chill-out, breaks, acid house, leftfield, dubstep & grime, trip-hop, nu-rave.
  • bence, elektronik müziği bu kadar popüler yapan, bu tarz içinde diğer müzik türlerini de berındırabiliyor olmasıdır. yani metal dinlerken sadece metal dinlersin, o metal'dir, ama elektronik aynı parça içinde türden türe geçiş yapabilir, metal dinliyormuş hissi de verebilir klasik müzik de... beni etkileyen olayı budur.
  • sevdiğim bir müzik türü olmasına rağmen; bilgisayardan anlamak gibi bir meziyet neredeyse tek başına yeterli olabildiği için vasat örnekleri her tarafta dolanmaktadır. bazen elektronik müzik diye çalan şeyler r2d2'nun şarkı söylemesi gibi geliyor. ya da bana her şey star wars'u hatırlatıyor.
  • henüz kanonlaşamadığı için güncelliğini koruyan, güncel kaldığı için de bol kutuplu bir çok sesliliğin hedefi konumunda bulunan bir tür bu. teorik afakı "iyi", "kötü", "değerli", "değersiz" gibi birbirinden muğlak övgü ve sövgüler ile o denli kasvetli bir halde ki, müzik tartışılan ortamlarda her hangi bir tarafa yanlayan bir beyanda bulunmak beraberinde şimşekler, yıldırımlar ve yağmurlar getiriyor.

    elektronik müziğe dair eleştirel muğlaklıklardan en güzidesi ise t yıllarında icra edilen bu türü t-50 yıllarında icra edilenlerle kıyaslayıp olumlu yahut olumsuz bir değer yargısına varmak. bir örnekle, pink floyd'un 1967 tarihli "the piper at the gates of dawn"da yaptığı saykodelik müzik ile tame impala'nın 2015 tarihli "currents"ta yaptığı saykodelik müziği kıyaslayıp bu karşılaştırmadan elde edilen verileri iki gruptan birini bir diğerine üstün ya da aşağı göstermek için kullanmak.

    daha da abuğu ise aralarında dönemsel olarak dahi türce bir alaka olmayan müzik topluluklarının 50 yıllık bir köprü vasıtasıyla kıyasa tabi tutulması. bir örnekle, led zeppelin'in rock müzik türündeki "presence" nam albümünün 1976 model değerini daft punk'ın elektronik müzik türündeki "random access memories"in 2013 model değerini yermek ya da övmek için bir cetvel olarak kullanmak.

    bu kıyasları müzik teori ve pratiği için böylesi işe yaramaz birer yersizlik örneği yapan nedenler de ziyadesiyle açık aslında. eğer elektronik müziği mümkün kılan teknolojik ilerlemeler ise ve söz konusu bu ilerlemeler bir bütün olarak müziğe değer yaratma imkanı vermişse, mevcut teknolojiden bihaber oldukları için elektronik değer yaratma olasılığı bulunmayan insanların onlarca yıl önce yaptığı kayıtların elektronik türde verilmiş albümlerin değerini tayin etmek için veri alınması, nitelikli müzik eleştirisine değil, mantığın yanlış kullanımına bir örnek olarak görülebilir ancak.

    dahası, bir türün sahip olduğu nitelikler, bir başkasında olmadığı için o türe değer katmadığı gibi, birinin kimi özelliklerden yoksun oluşu, bir diğerinin sahip olduğu özelliklere de hiçbir değer katmaz. bir insanın kollarını çırparak uçmayı başaramaması onu herhangi bir kuştan daha değersiz kılamaz çünkü harici bir ekipman olmaksızın uçmasını sağlayacak fiziksel donanımdan yoksun olan bir insan için "kanat açıp uçmak" bir değer ölçüsü değildir. röyksopp'ın 2005'in teknolojik olanaklarını kullanarak kaydettiği "the understanding", the beatles'ın 1965'in teknolojik olanaklarıyla kaydettiği "help" için bir değer ölçüsü olamaz. röyksopp'un müziğine bakılarak the beatles'ta eksik olan teknik değerler işaret edilebilir ama the beatles'a bakılarak röyksopp'ta fazladan bulunan teknik değerlerden söz edilemez.

    bir şey ancak kendisinden haberdar olan bir diğer şey karşısında bir anlama, bir değere, bir niteliğe sahiptir. tarihsel mevcudiyetleri arasında herhangi bir kesişim bulunmayan ve aktif oldukları yıllar arasında dahi yaklaşık otuz yıl bulunan bu iki gruptan röyksopp, the beatles için bir "yok", bir "hiç"tir. kaldı ki 50 yıllık sesleri hala daha ilk günkü gürlüğü ile işitilmeyi sürdüren tüm bu gruplar elektroniği popüler sahneye taşımak konusunda da birer bayraktar niteliğinde. bir örnekle, kasabian'ın 2014 tarihli "48.13" nam albümünün kaydedilebilmesini teorik anlamda mümkün kılan pratik olaylar evriminin izi sürülmeye başlanıp 1966'ya gelindiğinde karşılaşılacak olan grup the beatles, albüm ise "revolver" olacaktır. kraftwerk müzik nam kubbede elektronik şimşekler çaktığında insanlık 1970'lerdeydi ve son albümü 1970'te çıkarmış olan the beatles aktif yılları dahilinde onları dinleyip etkilenme fırsatı bulamadı belki ama the guardian yazarı jude rogers'ın onlar için «the beatles'tan bu yana hiçbir grup popüler kültüre onlar kadar katkı sağlamadı» demesinin arkasında sağlam bir sebep var.

    elektronik müzik yalnızca mantığın değil, aynı zamanda bilginin yanlış kullanımı için de bir uygulama alanı vazifesi görüyor. deniyor ki, «müzik enstrümanla yapılır.» ama ben diyorum ki «hayır, müzik "ses" ile yapılır.» gitar, keman, piyano, saksofon, fagot, marimba, darbuka... bu ve diğer çalgıların her biri tıpkı drum machine, vocoder ve turntable gibi başlı başına birer teknolojik ilerleme örneği. bu aletlere yoğunlaşmış haldeki bir müzisyenin amacı, ham haldeki sesi işleyip sıralamak suretiyle bir kompozisyon formuna sokarak sanat eseri haline getirmektir.

    1961 tarihli "my favorite things"de john coltrane, elvin jones gibi müzisyenler tarafından kullanılan saksofon, kontrbas gibi enstrümanların gördüğü vazife ile massive attack'ın 2003 tarihli "100th window"unda robert del naja, grantley evan marshall gibi müzisyenler tarafından kullanılan fender telecaster bas gitar, wurlitzer elektrik piyano ve apple power mac g4'ün gördüğü vazife arasındaki pratik fark aşikar olsa da teori yönünden hedef ortak: müzik yapmak.

    dinlediği müziği enstrümanına göre yargılayan dinleyiciye karşı takınılacak davranış örneği ise yine bizzat müzisyenlerden geliyor elbette. söz konusu müzik olduğunda enstrümanların bu gayeye hizmet eden birer araçtan fazlası olmadığını, işlenip bir araya getirilerek sanat eseri formuna kavuşturulmuş ham sesler tarafından fısıldanan fikir ve duyguların enstrüman adlarından katbekat daha değerli olduğunu, ben onlarca kelime sarf edip ifade etmeyi başaramazken, miles davis 1970'te kaydettiği elektronik caz-rock füzyonu "bitches brew"da tek bir kelime dahi kullanmadan kristal netliğinde izah ediyor.

    hazır sesin harfe üstünlüğünden bahis açmışken dileyenler ve uzun vadede kendim için entry boyunca adını andığım albümlerden cımbızladığım grup başı birer şarkıdan ibaret on bir parça ve bir saat yirmi dakikalık bir liste iliştirip sözü müziğe bırakayım:

    1) pink floyd - "pow r. toc h."
    2) tame impala - "the less i know the better"
    3) led zeppelin - "achilles last stand"
    4) daft punk - "horizon"
    5) röyksopp - "alpha male"
    6) kraftwerk - "the machine man"
    7) the beatles - "tomorrow never knows"
    8) kasabian - "stevie"
    9) john coltrane - "my favorite things"
    10) massive attack - "antistar"
    11) miles davis - "miles runs the voodoo down"
hesabın var mı? giriş yap