1 entry daha
  • halikarnas balıkçısı 'nın muhteşem eseri. ikinci baskısı da 1962 nin ocak ayında yapılmış.
    bu başlıkta bahsedeceğim; ancak bir şeyi hatırlatmak istiyorum; murat belge başlığına girdiğim bir entiride uzun uzun bu eserden alıntı yaptım. ama gönlüm razı olmadı orada kalmasına evvela buraya da alayım o alıntıyı sonra yeni bilgilerle, alıntılarla süsleyeyim başlığı:

    "bu sebepten dolayı biz, o medeniyetin, yani klâsik medeniyetin gerçekten vârisleriyiz. çünkü o kültür anadolu'da doğup gelişmiştir, anadolu'dan yunanistan'a geçmiştir. bu gerçeğin anlaşılması —bilhassa duygu alanına geçirilmesi—, zihniyet ve ruhî halet itibariyle, birçok hayırlı ve güzel neticelere ve değişikliklere sebep olabilir."
    ..

    "batı'da küçük çocuklara, yunan efsaneleri diye, anadolu efsanelerini okutup anlatırlar. işte bunlar, bizim elde etmek istediğimiz batı'lı kültürün kökünü ve temelini teşkil ederler. daha sonra, gençlik yağındaki çocuklar, klâsiklerle beslenip büyütülürler. bu suretle batı âlemi, tamamiyle yabancısı bulunduğu bir kültürün vârisleri yerine getirilir. bir taraftan da, hemen her fırsatta, grek'lerle aynı kökten —yani hint-avrupai— oldukları ilân edilir. bu surette de, grek'lerle kendilerinin arasında bir kan bağı, hâsılı bir soy sopluk ve hısım akrabalık kurulmuş bulunur. "

    [burada bir not düşmek istiyorum; dikkat ediniz rica ediyorum; "işte bunlar, bizim elde etmek istediğimiz batı'lı kültürün kökünü ve temelini teşkil ederler." bakın böyle diyor hb. satır aralarını çok iyi değerlendirmelisiniz!]

    "bugün avrupa kültüründe yüksek mevki tutan bir zat ile beraber, ege anadolu'sunun şehir ve mabetlerinin harabelerini gezerken, o zat, o berrak arşipel göğünün ve güneşinin altında, birdenbire durakladı ve bana: «çok tuhaftır! fakat ben, yunanistan'daki harabeleri dolaşırken, oralarını hiç yadırgamıyordum; oraları, eskideri beri tanıdığım kendi evimmiş gibi bir duygu içinde geziyordum. oysa burası, bana o duyguyu vermiyor!» dedi. bu şoven duygusunun, çocukluğundan beri kendisine yapılan telkinin bir neticesi olduğunu, eğer coğrafya bakımından yunanistan'ı anadolu, anadolu'yu da yunanistan saymış olsaydı, o zaman burasını benim seyip, orasını yadırgamış olacağını, kendisine söyledim."
    ..

    "ingiltere'de onuncu yüzyıldan onyedinci yüzyıla kadar, ingiliz'lerin troyalılar ahfadından oldukları tartışılırdı. 1200 yılında geoffrey of monmouth, eneas'ın (bkz: aeneas) torunu brutus'un, troya ırkının kalıntılariyle ingiltere'ye geldiğini ve troynovant yani yeni troya'yı kurduğunu (bu şehir, yazarın iddiasına göre, bugünkü londra şehridir) ve troya'lılardan önce ingiltere adasında ancak devler yaşamış olduğunu, ciddiyetle yazar. bu efsane, onsekizinci yüzyılın başına kadar, birçok aklı başında ve başı yerinde âlimler tarafından —meselâ stow tarafından 1605'de, speed tarafından da 1629'da— münakaşa ve kabul ediliyordu. hollingshead gibi bir adam bile, bu kanaatte idi. ilk ingiliz şairlerinden spencer ile dryton, bu efsaneyi şiir olarak anlattılar."

    "onsekizinci yüzyıla kadar, bütün avrupa'da kabul edilen bu gibi efsaneler, daha sonra, mahiyeti değiştirilerek ilmîleştirildi. bu arada, tarihçilere yakışmıyan bir taraf tutma ile, bütün hellenik noksanlar, aksaklıklar ve hoyratlıklar hasır altı edildi. pek güzel bir misâl değil, fakat yunan heykellerinin yanakları kırmızı, gözbebeklerî kara ve mabetlerle sütunların kahverengi, lâcivert ve başka renklerle boyandıkları bilindiği halde, «ak mermerden yapılma aphrodite, hermes heykellerinde», «joconde» un gülümsemesinden bin kere daha manalı ve kur'anın her ayetinde ham sofularca farz edilen yedi bin yedi yüz yetmiş yedi hikmetten daha hikmetli neler de neler bulunmadı! hele o mavi gökleri musiki notaları gibi, ding! dang! dong! diye dilim dilim eden kar beyaz hellenik sütunlarından, heyecan saraları ile sarsılarak bahsedildi. bir taraftan hellenik ne varsa böylece pöh pöhlenirken, öte taraftan da hellen'lere muarız sayılanlara istihfafla asyatik denildi. ve bu asyatik denilenlerin, hellenierden daha hâs «hint - avrupai» oldukları meydana çıkınca da, bu sefer yeni bir sıfat icat edilerek, muarızlara asyanik denildi."

    "ondokuzuncu ve yirminci yüzyılda avrupa'nın — ilmi araştırmalar yapan— tarihçileri, grek'lerin —ve bilhassa grek saydıkları akha'ların— kuzey avrupa'dan gelme, mavi gözlü ve sarı saçlı avrupa'lılar olduklarını, home-ros'un menelaos'tan ksantos —yani sarı— diye bahsettiğine, zeus'un en büyük ve en eski mabedinin kuzey yunanistan'da epiros'ta dodona'da bulunduğuna, grek'lerde bazan kuzey kabilelerinde pek ilkel şekilde rastge-linen ekklesia ve bule gibi kurultayların varlığına dayanarak, iddia ederler. euripides, danae eserinde, yunanistan'da esmerler pek çok, sarılar pek seyrek oldukları için, sarıların pek gözde olduklarını, bundan dolayı bazan kadınların, hattâ bazan da züppe erkeklerin «komes ksantizmata» kullanarak saçlarını sarıya ve kırmızıya boyadıklarını anlatır. zeus'a gelince, onun yapısında — çünkü birçok tanrıların birleşmesinden peydahlanmıştı— bir kuzeyli tanrı da mevcut olabilir. fakat homeros, zeus'un gözlerinin kara olduğunu kaydeder. sonra da, olympos tepesinde, kendisine yalvaran thetis'e «evet» makamında başını salladığını ve koskoca dağı temellerine kadar sarstığı zaman, sallanan ambrosia'lı saç büklümlerinin de kara olduğunu söyler. troya savaşında zeus, kuzey avrupa'lı tarihçiler tarafından kuzeyli diye tarif edilen akha'ların değil, fakat troya'lıların tarafını tutar."

    "ekklesia ve bule meclislerine gelince, bunların da ilkel şekillerinin, güney afrika'nın kapkara zencilerinde de, amerika'nın kırmızı derililerinde de, çin ile başka yerlerde de bulunmakta olduğu meydana çıkmıştır. binaenaleyh, amerika'lı zencilerin de aslen sarı saçlı, mavi gözlü kuzeylilerden gelme oldukları iddia edilebilir. son zamanlarda bir alman tarihçisi, bin küsur sayfa yazarak, grek'lerin teuton olduklarını isbat etti. chipier adında bir fransız tarihçisi de, efes artemis'inin papazlarına, byzos, baş papazına da megabyzos denilmesinden tutturarak, bu tanrıçanın, gal aslından, halis muhlis bir lâtin olduğunu ileri sürer. bu gidişle zavallı öksüz anadolu'ya, ilâç için olsun, bir tanrı bile kalmıyacaktır."

    "avrupa'lıların isa'dan iki bin yıl önce bir medeniyet veya kültür yaratmış olmaları imkânsızdı. çünkü onlar, ancak rönesans devrinde uyanabildiler; ve bu uyanışları da kuzeyden değil, güneyden geldi. oraya da doğudan geçmişti. akhileus'un hamburg'dan, artemis'in de paris'ten geldiğini iddia etmek, apollon'un alpoğlan'dan, artemis'in de erdoğmuş'tan gelme olduklarını ileri süren bâzı aşırı türkçüleri bile yaya bırakır. birleşmiş milletler, insanoğlunun tarafsız bir tarihini yazdıracakmış —pek güç ya— bu işi başarabilirse, ne mutlu ona!"

    "sarı saçlılık veya kara gözlülük münakaşası —bazı toparlak gözlü miyop ve gözlüklü, burun uçları kalkık ve yaşları geçkin anglosakson missislerinin sırtlarına uzun yenli ionya peplosları giyerek, zarif ionya dansları ediyoruz diye ortada sıçramaları kadar— gülünçtür. "

    [bu hususta belirtmekte fayda görüyorum; bu tartışmayı gülünç buluyor hb. yani onlar sarı saçlı değil, kara saçlı olmalı bizimkiler gibi demiyor, bu tartışmayı başlı başına gülünç, manasız buluyor.]

    " çünkü homeros devrinden çok önce — hele anadolu'da — ırklar, bulamaç halinde karışmıştı. grek'lerde akha'ların menşeleri hakkında biricik hâtıra, pelops efsanesidir (bk. anadolu efsaneleri'nde tantalos, pelops ve niobe efsaneleri). bundan başka batı anadolu'da, bütün adalar denizi adalarında, yunanistan'da yer, deniz, burun, dağ ve nehir adları aynı kökten olduklarına göre, yunanistan ve adalar denizinde oturmuş olan insanların, anadolu'da oturmuş olan insanlardan oldukları anlaşılıyor."

    "biz bir yandan batı kültürünü benimsemiye kalkışırız. batı ise klâsik kültürünü benimser ve kendisini o a-sıldan bilir. fakat biz, vaktiyle anadolu'da yaşamış olan ecdadımızın yarattığı o kültürü yadırgar ve yabancısarız. dudaktan olarak batılılaşmaktan söz ederiz. ne var ki, anadolu'daki eski kültürün sözü geçtikçe. «adam sen de! yunan kültürü!» dîye omuz sîlker ve konuyu baştan savarız. buna sebep, batının kendisini sütbesüt klâsik aslından, bizi ise barbar aslından asyatik sayması, bizim de batının bu kanaatına içten içe katılmarnızdır. evet, bu noktayı ağzımızla ikrar etmiyor, fakat kalbimizle tasdik ediyoruz. zaten, böyle olmasa, batıyı taklit etmemize lüzum kalmazdı. bu duyguya bir tepki ve bu hale bir protesto olarak, her şeyin türk olduğunu isbata, teselli kabilinden de, kazanmış olduğumuz eski muzafferiyetlerle övünmiye kalkışıyoruz. hindistan'da bir ingiliz, eski pantolonunu ve yeni pantolonu için kumaşı, tutup bir hint'li terziye götürerek, ona eski pantolonunun aynısını yapmasam tembih etmiş. terzi, yeni pantolonu dikince, eskisiyle beraber ingiliz'e götürmüş. ingiliz, iki pantolonu birbirinden ayırdedememiş. çünkü birindeki leke ve yırtıklar, ötekinde de aynen ve aynı yerde varmış. îşte taklit böyle olmamalı! biz batıdan elektrik lambasını, buzdolabını, şehir planını alınca, artık batılı ve modern olduk sanıyoruz. halbuki batılı zihniyet, o ampulden daha iyisini ve daha ilerisini yapmıya savaşan zihniyettir. bu ilerleyiş dolayısiyle batıdan harfiyen aldıklarımızda pek geç kalıyoruz. mesela, şimendifer yapmiya kalkıştık; biz onu yapıncaya kadar, şimendiferin modası geçmiş bulundu; ve batı şose, kamyon ve otobüsü icat etti; yani biz bir pantolonu taklit ederken, batılı yeni bir pantolon yaptı. yıllarca sonra ikmal edilecek şehir planları da, bittabi aynı akıbete uğrayacak. daha iyisini ve ilerisini yapma isteğinin, yani yaratıcı atılışın kökünde tecessüs ve merak duygusu vardır. bu duygu, hiçbir pratik neticeyi gaye edinmez. yalnız öğrenmek ister ve araştırır. pratik netice keşiften çok sonra gelir. taklit etmemiz lâzım gelen bir şey varsa, o da, bu araştırma gücüdür, ve bu araştırma gücüdür ki — bittabi her sahada—bilhassa bu bizim anadolu'muzun eski kültürünün gerçeğini meydana çıkarma işini başararak, ilerleyişi köstekleyen birçok kompleksleri ortadan kaldırır. biz bu diyarın gerçek vârisleriyiz, dedik. fakat, bu mirasımızı, şimdiye kadar dört bucağa pek mirasyedicesine saçtık. osmanlı devleti sırasında, dünyanın yedi hârikasının, yedisi de osmanlı toprakları içinde idi. o mirasın, elle tutulur sanat kalıntıları, babalarının mallarıymış gibi, şimdi, batının çeşitli müzelerindedir. o «ne olacak? gâvur putu! yabancı şeyler.» dedik. o eski mimarlık ve heykeltraşlık anıtlarından çok daha önemli olarak, onlardan kalma bir de kültür serveti vardır. onu da, bizim başımıza kondurmadan «adam sen de! vazgeç! asklepios, aftospiyos, kıtıpiyoz yunan kültürü» diye, batılıların başlarına savurmuş bulunuyoruz. şimdi biz, şapka diye, onların külahlarını taklide çalışıyoruz."

    "eski muzafferiyetlerle —yâni arkaya bakarak— iftihara gelince, bir milletin tarihindeki muzafferiyetlerle iftihar etmesi kadar tabiî bir şey olamaz (kazanılmış yüzlerce zafer dolayısiyle başka milletlere kıyasla, daha bol iftihar vesilesi elimizde de var). yalnız bütün bakışlar ve bilhassa gayretler, tamamiyle arkaya dönmüş olmasın! bu vaziyet, bu takdirde pek gayri tabiî olur."

    "dante'nin îlâhî komedi'sinin cehennem'inde, istikbali görmek iddiasında olan kâhinlerin cezalandırıldıkları bir yer vardır. bunların yüzleri, boyunları burkularak, tam arkalarına bakar ve, kıçın kıçın geriye doğru yürürlerken de, ilerlediklerini sanırlar. dante onlar hakkında:

    'forse per i'orza gia di parlasia
    si travolse cosi alcun del tutto;
    ma io nol vidi, ne credo che sia.'

    der, yani: «belki felç dolayısiyle yeryüzünde insanların biri bu mertebe tersine burkulmuştur. fakat, doğrusunu söylemek gerekirse, ben (dünyada) böylesine hiç rastgelmedim ve ne de (dünyada) böylesinin var olduğunu sanıyorum.» der.

    gerçekten de böyle bir durum anormal olur, iftihar edilen o zaferler, geçmişin bir anında veya gününde elde edilmişlerdir. bu an ve gün ile o an ve günün bir farkı yoktur. bu anda ve bu günde, o anda ve o günde kazanılan zaferler gibi —başka çeşitten de olsa— bir zafer kazanılabilir. yepyeni günü, geçmiş günün bir olayına ta mamiyle kurban etmekle, güzelim yepyeni güne yazık edilmiş olur!
    "
    "günlük edebiyatta, sürüm sağlamak amaciyle geçmiş tarihî olayların kahramanlarına— gerçekte hiç de böyle olmadıkları halde— bir kabadayılık, hattâ bir hoyratlık ve hunharlık atfedilir. meselâ, üstün stratejisi ve zekâsiyle ün salmış birisi de olsa, ondan: «koç boynuzu bıyıklarını burup burup— ha hayt! kuman evlâtlarım! — diye bir nâra saldı ve koca palasını sıyırdı» şeklinde bahsedilir. bu makule külhanbeyimsi hareketlerle —manialar olmasaydı— müsamahası dolayısiyle isviçre gibi bir siyasi teşekkülü yaratmıya namzet olan bir osmanlı devleti değil, fakat alelade bir çadır bile kurulamaz. bazı basının sırf paraca kazanç kaygusuyla yaptığı bu iş, biraz da fransız'ların kaz karaciğerlerinden bol bol «foie gras» (kaz karaciğeri ezmesi) elde etmek için, kazları hasta ederek, karaciğerlerinin büyümesine sebep olmalarına ve bu münasebetle gövdeye atacak karaciğer ezmesi tedarik etmelerine benzer."

    "ormanda şaşırıp yollarını kaybedenler, kurtulacağız diye yürürlerken, artık, fasit bir daire üzerinde, tekrar tekrar dönüp dolaşırlar. bu fasit daireden kurtulmak için, nereden yürünmiye başlanmışsa, gene oraya varıp, oradan yeni bir istikamet almak gerekir (güzel sanatlarda dekadans başgösterdiği zaman, primitiflere dönüş, böyle bir harekettir.) buradaki konuda —sırf türk diye bilinen tarih ve kültürü ihmal etmemekle beraber — batı kültürünün ilk ve daha önceki çağ anadolu'suna dönmek, yukarıda anlatmıya çalıştığımız birçok iyi neticeleri verir, bir yandan da, osmanlı devletinin kurulmasında ilk çağ anadolu'sunun ne büyük tesirleri olduğu anlaşılır. bu arada ahilerin, bektaşilerin, mevlevîlerin, zeybeklerin, tahtacıların ve kızılbaşların da muammaları çözülmüş bulunur."

    "klâsik medeniyetin menşei araştırılınca, klâsik kültürün sarih olarak ilk belirdiği —yani kendilerine sonraları hellenik diyen toplumun, kendilerini barbar dedikleri yabancılardan ayırdıkları ve olympos'lu tanrıları teşkil ettikleri- yerin, anadolu'da ionya olduğu anlaşılır. bu iş, zaman bakımından, isa'dan önce dokuzuncu ve belki de onuncu yüzyıllarda oldu. çünkü homeros ve ondan önce gelip de meçhul kalanlar, o sıralarda yaşadılar. homeros «îlyada» ve «odysseia» yi ion lehçesinde, dokuzun-cu yüzyılda yazdı. ion kelimesi grekçe değil, anadolu'lu bir dile mensuptur. başlangıçta ionya'lılar (yâni yunanlılar) bu kelimeyi iavan diye yazıyorlar ve böylece telâffuz ediyorlardı. bu anadolu'lu insanlar, kendilerini iavan oğulları sayıyorlardı. sonraları, bu kelimenin «v» si kaldırıldı, kelime iaon ve daha sonra da îon şekline girdi (tevrat'ta ve yahut încil'in pentateuch'nde, ki isa'dan önce onbeşinci yüzyılda yazılmıştı. javan iafes'in oğlu olarak anılır. oradaki bu sözün, îon'larla ilişiği olmasa gerek), ion'ların anadolu'lu yerli halka nasıl karışmış bulundukları, herodotos'un ve thukydides'in eserlerinde okunabilir. ne var ki, dor'ların istilâsından kaçtıkları rivayet edilen bu halk, homeros 'un akha'ları ve danao'ları oldukları söylenir. bunlar ise, daha önce bahsettiğimiz gibi, vaktiyle anadolu'dan yunanistan 'a göç etmiş olan halklardı." (sf:8-16)
8 entry daha
hesabın var mı? giriş yap