75 entry daha
  • mississipi nehri, nevada çölü, monument valley, kayalık dağlar... texas, arizona, colarado, wyoming, dakota, montana...
    abd yönetiminin her birini kültür ve sanat büyükelçisi olarak gördüğü hollywood filmleri, bilhassa da western türü eliyle abd coğrafyasını kendi ülkemiz gibi ezberlemişiz. bu hal, sinemanın etki gücüne iyi bir örnek olsa gerek. hollywood sinema endüstrisi sadece abd coğrafyasını zihnimize nakşetmekle kalmıyor tabii. aynı zamanda filmlere kültürel ve ideolojik bir görev yükleyerek hakikati ters yüz ediyor, alternatif bir tarih kurgusu oluşturuyor ve tüm dünyaya "jelibon" kıvamında bir amerika sunuyor.

    theodor w. adorno şu cümleleri boşa kurmamıştı illa ki: “kültür endüstrisi kasıtlı olarak kitleleri kendine uydurur. yöneltilmiş olduğu milyonların bilincini ve bilinçaltını yönlendirir. onları hesaplanabilir nesneler, makinenin bir parçası haline getirir.” gelmediğimizi kim iddia edebilir?

    şimdi western türüne ve gördüğü işleve biraz daha yakından bakalım.
    tamamen abd'ye özgü bir tür olarak ortaya çıkan western filmlerinde hikayeler, 1860'lar ile 1910'lar arasındaki dönemde geçer. bu yıllar amerika'sına baktığımızda da doğudan batıya doğru yaşanan yoğun göç dalgasını görüyoruz. 18.yy.'ın sonlarında kuzey amerika'nın batısına avcıların ve altın arayıcıların başlattığı göçler, 1861-1865 arasında yaşanan kuzey-güney iç savaşından sonra ivme kazanıyor.

    batının bakir toprakları ele geçirilmeyi, üzerinde yaşayan yerliler de göçe zorlanmayı, direnirlerse yok edilmeyi bekliyorlardı. doğudaki gelişmiş kentlerde tutunamayanlar akın akın fırsatlar diyarı batıya göç ediyordu. süvarilerin korumasında gelen göçmenler gözlerine kestirdikleri arazileri ele geçiriyor, çiftlikler kuruyorlardı. tarım alanları açılıyor, kasabalar kuruluyor, demiryolları inşa ediliyor ve böylece vahşi batı sözümona uygarlaştırılıyordu. fakat soyguncu çetelerin fink attığı, suçun kol gezdiği, can güvenliğinin minimum düzeyde olduğu zorlu coğrafyada; süvarilerin yerlilerle, yerlilerin çiftçilerle, küçük çiftlik sahiplerinin büyük sürü sahipleriyle yaşadıkları çatışmalarla dolu dolu geçen bu süreç öyle kolay gerçekleşmiyordu.

    yeni yaşam tarzı ve coğrafyanın dayattığı koşullar; avcılar, iz sürücüler, haydutlar ve süvarilerin yanı sıra western filmlerinin vazgeçilmez figürü olan kovboyu da yarattı. şöyle ki; nilgün abisel'in aktardığına göre 1867'de tamamlanan demiryolu ağı, doğunun et ihtiyacını karşılamakta önemli bir işlev görüyordu. sürülerin kesim yapılacak istasyonlara taşınması, iki ayı bulan meşakkatli ve maceralı bir yolculuğu gerektiriyordu. işte bu işi yapan sığır çobanlarına kovboy deniyordu. bu zorlu yolculuğu başarıyla kotarabilmesi için kovboyun "çok iyi at binmesi, iyi kement kullanması, her türlü saldırıya karşı silahlanması, hayvanları tanıması, sürüleri ürkerek dağılmaları halinde yeniden toparlayabilmesi gerekiyordu." açık havada çalışan, özgür, bireyci, atı ve silahıyla oradan oraya dolaşan kovboy, "kendine özgü bir erkek kültürü yaratmıştı."

    yukarıda ana hatlarıyla özetlemeye çalıştığım süreci malzeme edinen western türü, sinemayla yaşıt bir tür olarak öne çıkıyor. türün ilk örneği ve ilk konulu film olarak kabul edilen great train robbery (büyük tren soygunu) 1903 yılında çekiliyor.
    1907'den itibaren yapımcı firmaların batıya yani hollywood'a taşınmasıyla "kovboy filmleri seli" denilmeyi hak eden sayıda, birbirine benzeyen western filmler yapılmaya başlanıyor.

    dilan tüysüz'ün western filmlerinde ceza ve adalet anlayışını incelediği makalesinde, popüler western romanları yazarı frank gruber'den aktardığına göre western filmler yedi temel formül üzerine inşa ediliyor:
    pasifik birliği hikâyesi: bir demiryolunun veya telgraf hattının yapımıyla ilintilidir.
    çiftlik hikâyesi: hırsızlar tarafından tehdit edilen hayvan çiftlikleri ya da daha büyük arazi sahiplerince toprakları ellerinden alınmaya çalışılan mal sahipleri ile ilgilidir.
    imparatorluk hikâyesi: bir çiftlik ya da petrol imparatorluğu kurarak, klasik bir sıfırdan zengin olma hikâyesi içerir.
    bunların yanı sıra en çok kullanılan konular; intikam, süvari ve yerli hikâyesi, şerif hikâyesi ve haydut çetelerinin bütün aksiyona hâkim olduğu kanundışı hikayeleridir.

    1920'lerden itibaren kendi yıldızlarını yaratan, yönetmenlerini yetiştiren western sinemasında 1930'lara kadar kovboylar kaba saba, bakımsız, saçı sakalı birbirine karışmış tipler iken sesli filmlerle birlikte kovboy figürü dönüşüme uğruyor, vatansever, ahlakçı, gitar çalıp şarkı söyleyen, temiz giyimli kovboylar yansımaya başlıyor beyazperdeye. yerli (kızılderili) düşmanlığı ise bu yıllarda keskinleşiyor. ilk western filmlerde "doğanın bilge çocukları" muamelesi gören yerliler artık tam olarak insan bile sayılamayacak ilkel canlılar olarak gösteriliyor, ta ki 1960'lara kadar.

    western filmlerinin ilk başyapıtı olarak gösterilen ve sonraki yıllarda üretilecek western filmlerine ilham kaynağı olan film, john ford'un yönettiği john wayne'in de ilk çıkışını gerçekleştirdiği 1939 yapımı stagecoach adlı filmdir. bu filmde doğu ve batıdan birçok figürü bir posta arabasında bir araya getiren ford, tüm bu birbirine zıt karakterleri yolculuk esnasında kaynaştırırken onların kaynaşmalarını sağlayan "öteki" olarak vahşi ve kan dökücü kızılderilileri gösterir. zaten westernlerin kötü karakterleri soygun çeteleri, meksikalılar ve en çok da kızılderili yerlilerdir. bu kötüler, vahşi batıya medeniyet getirmeye çalışan beyaz ve hıristiyan amerikalının işini zorlaştırmakta, huzur ve güvenliği tehdit etmektedir. bunların karşısında ise adaletin, doğruluğun ve cesaretin timsali kahraman kovboy vardır ve kötülerin hakkından gelen, zorbaları ve bozguncu yerlileri alt eden bu ideal amerikan erkeği düzeni sağlar, adaleti tesis eder ve gururlu yalnızlığıyla günbatımına doğru at sürer.

    bu filmlerde amerikan yerlileri ilkel ve vahşidir. posta arabasına veya çiftlik evlerine saldırır, kafa derisi yüzer, kadın ve çocuk kaçırır. o yüzden ana karakterin bunlardan aldığı intikam sırasında uyguladığı şiddet seyirci için meşru bir şiddet haline gelir. kahraman kovboyun kötülerden intikam alarak onları cezalandırması ve adaleti sağlaması seyircinin katharsis yaşamasını sağlar.

    rekin teksoy'un, “kızılderili kıyımı, yabancı düşmanlığı, eşkıyalık ve iç savaşla öne çıkan bir dönemin milliyetçi ideolojisiyle örtüşen bir tür” olarak tanımladığı western sinemasındaki ırkçı ve milliyetçi bağnazlığın izlerini bu düşüncelerin iki ana temsilcisi john ford ve john wayne'in birlikte yaptığı üç filme bakarak sürebiliriz. 1939'daki stagecoach'da oldukça belirgin olan ırkçılık düzeyi 1956 yapımı the searchers'da zirveye çıkıyor. bütün filmlerinde aynı adamı oynayan karizmatik john wayne, en sevdiği filmi olarak nitelediği the searchers'ta ırkçı damarını daha bir gösterir. john wayne bu filmde, yeğeni kızılderililer tarafından kaçırılan ve beş yıl boyunca vahşi yerlilerin izini süren sert ve yalnız bir eski subayı canlandırır.
    fakat bu iki filmin aksine, 1962 yapımı the man who shot liberty valance'da yerli düşmanlığının ve ırkçılığın izine bile rastlamadığımız gibi filmin genel atmosferinde liberal rüzgarlar estiğini hatta john wayne'in en yakın adamının siyahi olduğunu görürüz. tabii her ne kadar james stewart'ın canlandırdığı karakter işleri hukuk yoluyla çözmeye çalışsa da kısa sürede vahşi batıda kanunun ancak silah ve şiddet yoluyla sağlanabildiğini idrak edecektir. bu gerçeği 50'li yıllarda ana akımın dışına çıkma çabasında olan high noon'da (1952) ve shane (1953)'de de görüyoruz. şiddetsiz çözüm arayışları her iki filmde de sonuçsuz kalır ve adaleti silahlar sağlar.

    1960'lara gelindiğinde ideal-kahraman kovboy figürü yavaş yavaş sahneyi terk eder. artık kovboylar da kötü ve barbar olarak resmedilebilirken yerliler iyi rollerde gösterilmeye, siyahiler kovboy olabilmeye başlarlar. politik kamera'nın yazarları michael ryan ve dougles kellner'e göre 1960'larda esen liberal rüzgarlar western filmlerin yapısına da etki eder ve artık filmlerde hem kanun kaçakları hem de yerleşik otoriteler aynı ölçüde yıkıcı ve keyfi bir şiddet kullanan kanlı katiller olarak konumlandırılmaya başlanır. bunun net örneği en çarpıcı bulduğum western filmi olan sam peckinpah'ın yönettiği the wild bunch(1969)'tır.
    ayrıca cheyenne autumn(1964), soldier blue(1970), little big man(1970), the missouri breaks (1976) ve martin scorsese'nin en sevdiği western olan one-eyed jacks (1961) adlı filmler ana akım western mantığının dışındaki filmler olarak sayılabilir.

    iki örnek film üzerinden bu dönüşümün mahiyetini açmakta fayda var.
    mesela the missouri breaks'te ana karakterlerden marlon brando kadın kıyafetleri giyip, insanları tuvalette iken avlayan bir kanunsuz düzen koruyucuyu canlandırırken jack nicholson lahana yetiştiren bir çiftçi havası vererek gerçek kimliğini gizleyen bir at hırsızını oynar. ana karakterleri için yaptığım birer cümlelik tanımlardan da geleneksel-muhafazakar western kodlarını yıkmaya yönelik bir film olduğu görülecektir.
    filmin yönetmenliğini yapan arthur penn, başkaldırı döneminin (60 sonları) başyapıtı olan, bonnie and clyde'da izlediği yoldan devam ederek muhafazakar hollywood'un kodlarına yaptığı saldırılara western türünde de devam etmiştir. önce little big man'i, altı yıl sonra da bu filmi çekmiştir. aynı şekilde marlon brando için de, one-eyed jacks 'de hırpalamaya başladığı, miadını doldurmak üzere olan türün kutsallarına on beş yıl sonra bu filmle son darbeleri indirmiş diyebiliriz.
    artık 60'lı yılların muhafazakar değer ve toplumsal sınırlarının iyice aşındığı yıllara denk düşen filmde iyi ile kötünün keskin sınırları belirsiz olarak resmedilir. türe ait kalıpları tahrip etmeyi amaçlayan filmde, kokuşmuş dünyaya ait maddi değerleri elinin tersiyle itebilen erdemli kahramana yer verilmez. zira filmde tarafını tutabileceğimiz bir karakter arayışı nafile bir arayıştır.

    marlon brando'nun hem oynadığı hem de yönettiği one-eyed jacks de, klasik western filmlerinden politik yaklaşım itibariyle ayrı bir yerde duruyor. sonuçta western filmleri muhafazakar yapımlardır ve 1970'li yıllara kadar türün öncüsü yönetmen ve oyuncular tarafından ideolojik meşrulaştırma aracı olarak kullanılmıştır. türün klasik yapıtlarında batı, vahşi ve şiddet dolu bir yer olarak resmedilir. meksikalılar kötü, kızılderililer vahşidir. "iyi" kahramanın "kötü" adamlara karşı yönelttiği kanun dışı şiddet de meşrudur. ancak bu filmde türün idealize ettiği bu gibi klişelerden büyük oranda uzak durulmuş. kötü yine "mutlak bir kötü" fakat iyi kahraman "mutlak bir iyi" olarak sunulmamış. pisliğin, üçkağıtçının önde gideni hatta. gerçekçi tarzda ele alınan ana karakterin, yaşanan olaylar ve özellikle de aşkın devreye girmesi sonucu değişip dönüşerek iyi ve doğruya evrilmesi işlenmiştir. bu anlamıyla türünün örneklerinden farklı olarak, karakterler gibi yaşanan aşk da naylon ve karikatür olmaktan kurtarılmıştır.

    yukarıda iki farklı paragrafta altını çizdiğim western filmlerinin muhafazakarlığı bahsini biraz açayım:
    doğudan batıya göç eden topluluklar; vahşi batının uygarlaştırılması, bu bakir topraklara demokrasinin, hıristiyanlığın ve amerikan değerlerinin taşınması gerektiğine iman etmişlerdi. tanrı tarafından seçilmiş olduğuna inanan "beyaz adam" için kutsal bir görevdi bu aynı zamanda. bu ulvi misyonu gerçekleştirmek için beyaz adam yeri geldiğinde vahşileşmeyi göze almıştı. western filmleri bir anlamda o vahşileşmeyi, kanunsuzluğu meşrulaştıran, biraz da örten ve çarpıtan bir işleve sahipti. o nedenle western filmleri milliyetçi ve muhafazakar sistemi temsil ederler ve oldukça ideolojik ve propaganda dili keskin filmlerdir. bu tür, sadece milliyetçilikle yetinmez aynı zamanda ataerkil yapının sürdürülmesi ve yeniden inşası gibi bir misyonu yerine getirir.

    western filmlerde, aile yüceltilen bir kurumdur. bu durakta nilgün abisel'i yardıma çağırayım: "çiftçi ailesindeki ilişkiler, hem otoriteye itaat hem de güven ve dayanışma üzerine kurulduğu için mükemmeldi. sebatkar, çalışkan anne ve baba ile onları örnek alan çocuklardan kurulu olan, tarıma dayalı sade bir yaşamı ve bağımsız küçük çiftlik rüyasını sürdüren bu aile, toplumsal idealleri ve geleceğe yönelik ortak hedefleri taze tutan ideal bir modeldi."
    kadın karakter western filmlerde uç örneklerin dışında pek öne çıkmaz. çocuk gibi korunmaya muhtaç olan kadının temel görevi sadık-sevecen-çalışkan bir eş olmak, zorluklara göğüs germek ve aileyi ayakta tutmaktır.

    western filmlerin önemli özelliklerinden biri olarak, 1960'lı yılların sonlarına kadar filmlerde, büyük bir titizlikle kan gösterilmemeye çalışılmasını belirtmeden bitirmeyeyim. filmlerde onlarca kişi ölür fakat tek damla kan gösterilmez. 2. dünya savaşı'nın yarattığı travmaya bağlanan bu hassasiyet, iç denetim mekanizmaları işletilerek uzun yıllar korunmuş. o dönem için bu hassasiyet önemli bir şeydi belki ama bunun filmlerin sahiciliğine ve inandırıcılığına darbe vurduğu da bir gerçektir. bu kuralı kıran ilk örnek, şiddet resitali şeklinde başlayan ve biten the wild bunch'tır. milat olan bu filmle birlikte western türü daha gerçekçi ve daha sert bir hüviyet kazanmıştır.

    klasik western türünün ortaya çıktığı zemin, zihin dünyası, gördüğü misyon ve geçirdiği dönüşüm kabaca bu şekilde özetlenebilir. bir de yeni western var ki o da başka bir entry'e kalsın.
6 entry daha
hesabın var mı? giriş yap