85 entry daha
  • bir yaz mevsimi, geçirdiğim bir trafik kazası sonucu bir hafta boyunca komada kalmış, sonra birden gözlerimi açmış ve “saat kaç?” diye sormuştum. o an başımda bulunan annem ve hemşire garip garip yüzüme bakmıştı çünkü ingilizce konuşuyordum. hafızamla birlikte anadilimi de kaybetmiş ve sular seller gibi ingilizce konuşmaya başlamıştım.

    zavallı ailem ve gergin hemşireler dâhil çoğuna derdimi anlatamıyor, anlatamadıkça daha çok konuşuyor ve sinirleniyordum. akrabalarım ve arkadaşlarım beni görmeye geliyorlardı. hatta küçük bir kız çocuğu bana bir hikâye kitabı bile getirdi: “the happy prince (stage 2)”

    bir gün bir kız ziyaretime geldi. kapıdan girer girmez ona âşık oldum. adını söyledi, hatırlamadım.

    “seninle bir oyun oynayalım.” dedim. “bana senle ilgili hiçbir şey anlatma. kim olduğunu ya da ortak hikâyemizi bilmek istemiyorum.”

    gülümsedi.

    kız çok güzeldi. kireç gibi yüzünü iki yandan çepeçevre saran saçları sol gözünün önüne düşmüş olurdu hep. ellili yılların gençlik filmlerindeki kadınlar gibi giyiniyordu. ingilizcesi çat pattı ama birbirimizi çok iyi anlayabiliyorduk. beni her gün ziyarete geliyordu. yattığım yerden ona durmadan bir şeyler anlatıyordum. onu etkilemek için bildiğim tüm numaraları sergiliyordum. bir gün elinde bir şiirle çıkageldi. kâğıttaki heyecanlı el yazısına baktım ama tek sözcük bile anlamadım tabi. o da anlatamadı.

    “şiiri çok sevdiğimi biliyorum.” dedim ona. “yüzlercesini okumuş olmam lazım ama tek bir mısra dahi aklımda değil.” gözlerime dikti gözlerini. “sana bir şiir okumayı çok isterdim.” dedim. gülümsedi.

    uyanışımdan on gün sonra tekerlekli sandalye ile hastane bahçesinde dolaşmama müsaade ettiler. ağaçların arasından sızan ay ışığının aydınlattığı bir köşe buldum. bir akşam kızı oraya götürdüm. o yine çok sessizdi. genelde ben anlatıyordum, o dinliyordu zaten. normalde konuşkan biri olmadığıma emindim.

    “neden beni her gün görmeye geliyorsun?” diye sordum.
    “yaralı ruhlara zaafım var galiba. umutsuz olana ya da.”
    “başıma gelenin tam bir trajedi, benimse bir mağdur olduğumu düşünüyorsun.”
    “kendini o kadar ciddiye alma.”
    “bu gözler…” dedim. “çok tanıdık. huzurlu.”

    elini tuttum. kalp atışlarının hızlandığını hissediyordum. kucağımda bir serçe gibi titrerken öptüm onu. o da “seni seviyorum.” diyerek sarıldı bana. daha doğrusu şöyle söyledi: “i love you.”

    sonra kız gitti. gitti ve bir daha geri gelmedi. hiçbir açıklama yapmadan gitti. ondan geriye kalan tek şey şiiri oldu. günlerce bekledim. yataktan kalkamaz oldum. nefes alışlarım zorlaştı tekrar. sonunda dayanamadım ve çok yakın arkadaşım olduğunu söyleyen birine sordum:

    “kimdi o?” cevabını bildiğim halde sordum. “kimdi o kız?”

    “o kız,” dedi, “sevdiğin kızdı. aylarca peşinden koştuğun. ama o seni hiç sevmedi. başkasına âşıktı, aynı senin gibi platonik işte.”

    yattığım yerde pencereye, binaların arasından görebildiğim minik gökyüzü parçasına diktim gözlerimi.

    “çok salaktın.” dedi arkadaşım. “hem de korkak. aylar geçti ama ne elini tutacak ne de onu öpecek cesaretin hiç olmadı.”
    “nereden biliyorsun?”
    “sen anlattın. hepsini anlattın. beraber geçirdiğiniz zamanları, gezdiğiniz parkları, onun için yaptığın minik hediyeleri. onunla beş dakika sigara içebilmek için işten kaçtığını…
    “sigara mı içiyordum ben?”
    “ilginç olan, sen aylardır yapamadıklarını,” dedi, “on günde fazlasıyla yaptın. kız direnemedi bile. sendeki değişim inanılmaz.”

    masanın üzerindeki şiire baktım.

    “ama terk edip gitti işte. geriye tek kalan da bu kâğıt parçası.”

    arkadaşım oturduğu yerden kalktı, pencerenin önünde durdu. artık tek görebildiğim adamın sırtıydı. yüzüme bakmadan konuştu.

    “o şiiri ona sen yazmıştın. o senin el yazın.”

    üç gün sonra tekrar komaya girdim. beyin fonksiyonlarım teker teker durdu. iki ay sonra doktorlar yapacak bir şeyin kalmadığını, üzgün olduklarını söyleyip fişimi çektiler. ben de öldüm.
94 entry daha
hesabın var mı? giriş yap