2 entry daha
  • 5.

    "ben ninemi yalnızlık sanmıştım bir keresinde.

    o yıllarda söylenceler eşkıya türküleriyle başlardı.
    ninemin sesinden keklik ötüşleriyle çınlayan
    kekik kokulu ormanlar geçmezdi hiç;
    dağlar geçerdi
    geçerse;
    kanlı,
    fermanlı
    ve dumanlı dağlar geçerdi.
    sonra, lor peyniri gibi ufalanan
    kuru bir öksürüğün ardından
    ansızın eşkıyalar basardı ortalığı;
    ya da ninemin bir çift zeytin çekirdeğine
    benzeyen gözlerinden asker kaçakları fırlardı birden,
    başımın üstünden atlayarak
    gölgelerini kanlı bir kaput gibi sürükleye sürükleye
    dağlara çıkarlardı.

    ardından, silah sesleri...
    ninem uykulu gözkapaklarını yüzyılların altında
    ezilen tozlu iki böcek gibi kımıldatıp;
    annen mısır patlatıyor
    derdi ama, ben inanmazdım.
    dağ taş müfrezeydi çünkü; görürdüm
    ve çocuktum
    ki,
    görmek inanmanın en geniş kapısıydı.

    ninem anlatıyı kesip uyuklamaya başlasa da
    müfrezeler susmazdı artık;
    beşparmak'taki mavzer cıvlamaları,
    gök boncuklu tahta beşiklere çarpıp
    öküzlerin göz aynasından seke seke
    gece gündüz sürerdi.
    köylüler kazmayı küreği bırakıp,
    eleği bırakıp
    ve tarhana çorbasını ve arnavutbiberini
    ve zencefil kokusunu ve düşlerini ve seslerini
    ve cesaretlerini bırakıp dağlara bakarlardı durup
    dinlenmeden.

    bacalar dağlara,
    kapılar, avuç içi pencereler
    ve koyunlar mor mor
    ve keçiler gök gök dağlara bakarlardı.
    doğa kendini merak ederdi yani,
    müthiş merak ederdi
    ve benim gözlerim gördüklerimden yaratılmıştı
    o yıllarda,
    ellerim dokunduklarımdan.
    dilimi sormayın,
    konuşamadıklarımdandı
    ve kanlı bir kitap gibi yatıyordu ağzımda.

    o yıllarda,
    henüz ormanlarım bile yoktu içimde
    izimi saklayacak,
    ada bile değildim daha,
    gökyüzünde
    bir gökyüzü bile değildim.
    varım yoğum ninemdi
    (babam kendini ona bırakırdı giderken)
    ve ninemi bilirdim
    adadır diye,
    sonra babadır diye;
    pencereler görüntümü geri kustukça,
    buruştukça bakışlarım görüntümü içerek
    beslenen görüntülerin karmaşasında
    ve uzayarak kısaldıkça boyum,
    ona tutunuyordum.

    yüzünün engebelerinde düşe kalka yürüyordum
    kendime doğru.
    kimi zaman bir sel tuzlu tuzlu sürüklüyordu beni,
    kimi zaman da bir yılın (kim bilir hangi yıldır)
    tırnak izini dere yatağı sanıp
    yamaçlara tırmanıyordum
    - yamaçlar ki,
    benli.

    nice sonra, kanlı eşkıya ölüleri
    yamaçlardan sürüklene sürüklene getirilip
    düşlerimin ortasına bırakılırdı.
    ürperirdim onları görünce (ürperti böyle gelişmiştir
    bende, şimdi bile, ne zaman ürpersem
    bir eşkıya yıkılır içimde).
    ürperirdim, evet
    ve yerde duran yorgun mavzerleri kapıp
    dağlara kaçmak isterdim.

    ama, müfrezeler kocaman bıyıklarını
    (-ki, yüzde taşınan birer devletti bıyıklar)
    oynatarak kovarlardı beni;
    mavzer yerine korkularımı kuşanıp kaçmaya başlardım
    ve gübre kokularının içinden geçerdim
    içimden geçen gübre kokularıyla,
    kuşların içinden geçerdim,
    bir tavuğun kanatları altından,
    bulgur kesesinin dibinden
    ya da
    bir kalburun çivideki duruşunun içinden
    geçerdim de,
    durup arkama bile bakmazdım.

    müfrezelerin peşimde olduğu kaçmamdan belliydi çünkü;
    koşmalıydım ben ve koşardım
    ve bir süre sonra koşa koşa,
    koşmak durmaya benzerdi.
    durmanın dışında koşmak bulamazdım o anda;
    dururdum ve bir uçurum dolanırdı ayak bileklerime.

    yalnızlık, uçurumları giyinmektir biraz da."
59 entry daha
hesabın var mı? giriş yap