• cehenneme övgü'den:

    --- spoiler ---
    ben

    ufaktım. yaşadığım bir şeye yetişkinlerin inanmadığını , annemin de yanılabileceğini fark edince çok şaşırdım. kendimi tutamayıp uzun süre güldüğümü hatırlıyorum.

    dokuz yaşındayken insandan korktum. annemle oturduğumuz evin kapalı kepenklerinin arkasından gizlice gözetlediğimiz 50-60 kişi evimize saldırıp saldırmamaya karar veremiyordu. neyse ki o gün öğretmenimizin sınıfta hepimize bellettiği "kıbrıs türktür" ibaresini bahçede duran otomobilimizin üstüne beyaz tebeşirle yazmıştım. gittiler. başka yerleri yağmaladılar.

    yatılı okula gittikten bir kaç ay sonra kedimin öldüğünü öğrenince anladım yalnızlıktan, sevgisizlikten ölünebileceğini.

    psikoloji bölüm başkanım tezimi öztürkçeleştirmemi istediği zaman, buna karşı koymadım. bir yerlere varabilmek için kabullendiğim ilk otosansür buydu. içindeki kimi kelimelerin ne anlama geldiğini bilmediğim bir "bilimsel" tezim var şimdi. hep de olacak.

    stajyer olarak çalıştığım psikiyatri servisinde yatan oğlunun ceplerini gizlice karıştırırken bulduğu haşhaşı servis şefine titreyen ellerle teslim eden anne, akşam aynı profesörün kendi evinde bize aynı haşhaşı ikram ettiğini görmedi tabiî, ama ben artık meslektaş olmuştum.

    12 eylül darbesinden sonra, üniversitede kalabilmek için kimi sakalını kesti, kimi eski akademik çalışmalarını gizledi. yeni düzene ayak uyduramayanlar teker teker istifa etti. biri de bendim. boğaziçi üniversitesi'nden ayrıldım. "öğrencilerimi" özlüyorum.

    bir kez torpil yaptırdım - oğlum t.c. vatandaşı olabilsin diye. hem de atatürk'ten. londra'daki t.c. başkonsolosluğu'nda bana: "evli değilsin" dediler, "oğluna nüfus kağıdı veremeyiz. üstelik soyadın arapça; soyadı kanunu'na aykırı. nasıl alabildin bu soyadını?" görevliye arkasındaki devasa atatürk portresini işaret ettim: "rahmetli babamın akrabası olur, herhalde onun sayesinde" dedim. akan sular durdu: oğlum t.c. vatandaşı oldu. hakkıydı.

    daha bir kaç yıl önce, uzun uzun düşünüp en zararsız mesleğin itfaiyecilik olduğuna tam kanaat getirmiştim ki, elinizdeki kitabın kapak resmini yapan mehmet nâzım'dan fransa'da kimi itfaiyecilerin kahraman olabilmek için, önce gizlice orman yangını çıkartıp sonra da söndürdüklerini öğrendim.

    son yıllarda pek bir şeye karışmıyorum. ama, olanla da yetinemediğimden, ara sıra yazmaktan alıkoyamıyorum kendimi. bana da sormuş olsalardı, "kapatılan eskişehir cezaevi ne olsun?" diye, "içi boydan boya aynalarla donatılmış bir müze olsun," derdim.
    --- spoiler ---

    fazla söze ne hacet? feyz aldık kendisinden..
  • "..yaşamın anlamı gece duyumsanır ve sorgulanır. kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. yaşam, gecenin konusudur."

    (bkz: geceye övgü)

    (bkz: gündüz vassaf)
  • politik olaylar yüzünden boğaziçi üniversitesi'nden uzaklaştırılan bir öğretim üyesinin amerika'da iken yazdığı prisoners of ourselves adlı kitabın cehenneme övgü adıyla dilimize kazandırılıp, tekrar boğaziçi üniversitesi'nde türk dili dersinde okutturulması da yaman çelişkidir. ama zorla değil, keyifle okunası, ders alınası bir düşünür ve yazardır.
  • "psikiyatriste giden kişi, yeniden yarış pistine çıkmadan önce yağlama servisinde teknik bakım gören bir yarış arabasına benzer. yarışın kendisi asla sorgulanmaz. tersine, yarışı sorgulayanlar psikiyatrist tarafından sorgulanırlar." vecizesinin sahibi
  • cehenneme ovgu
    ve
    cennetin dibi

    gibi kitaplariyla bugun uzerinde dusunmeyi yuk saydigimiz kavramlar uzerinde denemeler yazmis muhalif bir beyin

    su an radikal'de bir kosesi mevcut
  • bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti klişesi istediği kadar yaka silktirsin, benim hayatım için o kitabın yazarıdır gündüz vassaf.

    cehenneme övgü'yü okuduğumda 17 - 18 yaşlarındaydım herhalde ve hayata bakışımı tamamen değiştirmişti - ve belki de bir bakış açısı kazandırmıştı bana. onun kadar, ona yakın, ondan çok, ondan az, onla başa baş giden pek çok başka kitap vardır sevdiğim ama... mesela şimdi bir kitap tavsiye edilmesi istense benden, onu tavsiye etmek isterim, onu tavsiye edesim gelir, onu tavsiye ederim. yani ki gündüz vassaf'ın etkisi büyüktür hayatımda, onun bundan hiç mi hiç haberi olmasa da...
  • bu dusunce yoksulu ulkedeki en buyuk dusunurlerden biri
  • en çok cehenneme övgü'den etkilendim sanırım.
    ismi felsefe tarihinde çok geçmeyen bir kadın var, hannah arendt. o da totalitarizmin kaynakları isminde bir kitap yazmıştı. totaliterlik insanların zihinlerini ve oradan da toplumun bütününü ele geçirir ana konulu. nihai amacın insanları gereksiz hale getirmek olduğunu, insan spontaneliğini ve bireyselliğini yok ederek bunu yaparlar diye tezini savunmuştu. yani modernliğin yıkıcı eğilimlerine teslim oluyoruz, bu kavram insan varlığına yönelik bir tehdit ve üstü örtülüyor gibi bir savı vardı. kitabın konusunu ve akışını bu fikre benzettim.

    kitap; “papa'nın cennetine inanmayan giordano bruno'nun anısına!” epigrafı ile başlıyor..
    elbette bir tesadüf değil, hristiyanlığa ve kiliseye başkaldıran, felsefi alanda çalışmalar yapan, sonsuz evren teorisini savunan bruno dönemin engizisyon mahkemesinin idamına karar verdiği bir düşünce adamıydı.
    savunmasında fikirlerinden vazgeçmedi.
    kilisenin fanatik eğilimlerine karşı olduğunu, felsefesini doğru bulduğunu, dünya ile ilgili teorilerinde haklı olduğunu savundu. kilise tarafından yapılan yargılaması sonunda roma'da çiçekciler meydanı'nda bugün heykelinin olduğu yerde yakılmıştı. galileo'de de gördük, o da dönemin katı sistemi, düşüncelerini açıkça ifade etmesine izin vermediğinden susmayı ve yanıldım demeyi seçmişti. ne yazık ki bruno, bugün galileo'ye kıyasla çok az kişinin hatırasında yer alır.
    gündüz vassaf'da özgürlük ve özgür düşünce alanında katledilen nice insanın aslında geçmişte kalmadığını, hepimizin totaliter yapıların hükmü altında aslında hiç de özgür olmadığımızı anlatıyor. biraz sarsıcı, biraz gerçekliğiyle sinir bozucu açıkçası.. çünkü giderek totaliterleşen devletlere, hakkımızda depoladıkları bilgilerle hayatımızın her girdi çıktısından bizi kontrol eden bir mekanizmanın şekillendirdiği hayatlarımızı özgürlük veya aidiyet sandıklarımıza mahirce küçük küçük dokunuyor. kendi elimizle yarattığımız bir cehennem var ve biz bu cehenneme tutsağız, gayet istekli köleler olmuşken üstüne bu cehenneme övgüler yağdırıyoruz diyor. kaldı ki totaliter rejimler anlamanın yerine, kayıtsız şartsız itaati isterler bildiğimiz üzere. haliyle itaat eden de sorgulama veya anlama gereksinimi hissetmez. işte ezbere yaşadığımız hiç sorgulamadığımız toplumsal kavramları felsefi anlamda bir psikolog gözüyle şaşırtıcı ve sarsıcı bir şekilde ele almış.

    şu da sevdiğim bir bölüm oldu.
    “ama geceler bizi yeniden aşık eder, bize
    seni seviyorum dedirtir. gündüzleri söylenen seni seviyorumlar geceye gönderme yapar.” diyor bir bölümde..
    gündüzlerin totaliter, kuralcı, sistematik, hayatta kalmaya çalıştığımız bir alanken gecenin ise kendimize geldiğimiz, anlamını duyumsadığımız bir zaman olarak anlatıyor.
    dünyaya kendimizden uzaklaşarak bakabilmeyi becerebildiğimiz tek alan diyor geceler için..

    bana katılın, hak verin de demiyor, sadece düşünün, kollektivist sistemlere, normalimiz haline gelen her yapının diğer yüzlerine bir de diğer tarafa geçip bakın diyor.

    bir podcast yayınında da samuel beckett'ın, izlemesi bence zor ve fakat şart, godot'yu beklerken'den estragon'un bir sözüne atıfta bulunmuştu.
    “hepimiz deli doğarız, bazılarımız öyle kalır!”
    şöyle yorumlamıştı; düzen yaratıcılığımızı, farklı davranmamızı, soru sormamızı büyüdükçe elimizden alıyor. sonunda “uyumlu” oluyoruz. haklı olabilir, standart, sıkıcı, renksiz insanlara dönüşüyoruz pek çoğumuz. belki biraz tercih, belki konforlu bir alan, belki mecburiyet. bilemiyorum..

    ayrıca bu kelimeyi de ondan öğrenip, bayılmıştım.. bilenler vardır eminim.
    “onsra” hindistan'da unutulmaya yüz tutmuş, ruh halinin çeşitliliğini gösteren şiirsel bir dil olan boro dilinde lûgat anlamı “son kez aşık olmak, bir daha aşık olamayacağını bilmek” anlamında tek kelime.
    gündüz hoca'nın tanımı ise bence en şahanesi;
    “bir daha aşık olmamak üzere aşık olmak!” yani onsra, aşka küsmek, ya da artık sevmeyeceğim arabeskliğinde bir şey değil. ilk bakışta aşk diye bir klişe vardır ya ve walter benjamin bunun karşısına "son bakışta aşk" mefhumuyla çıkmıştı ona benzer sanırım. zaten dil bilimci wharf; dile anlamı, nasıl algıladığımızı duygular belirler der. bazı soyut kavramlar, içinde doğup büyüdüğü kültüre göre anlam kazanır ya onun gibi galiba. ben gündüz vassaf'ın tanımını daha çok sevdim.
    sonsuz mutluluk vaadi gibi çok tatlı..

    ve aslında bir yazara, bir kişiye, yazdıklarına hayranlık duyma kısmına imtina ederim, ucu açıktır çünkü hayal kırıklığına açıklıktır gibi hissederim. ilham almak belki daha kabul edilebilir. hatta alakasız bir konu ama spinoza buna “yüksüz duygular” der. “gerçek anlamıyla duygu olmayan durumlar" diye açıklamış. hayranlık bunlardan biri. bunlar "emeksiz" beliren duygular ve bütün diğer duygulara bir zemin hazırlar diye bahsetmişti -spinoza ve aşkın diyalektiği'nde- ulus baker.
    ama gündüz hoca'yı çok kıymetli buluyorum, çok seviyorum. keşke benim arkadaşım olsaydı :)
    yozlaşan, düşünce fakiri günümüzde iyi bir değer. tabii harvard mezunu annesinin payını da unutmamak lazım. annesinin biyografisini yazdığı annem belkıs'ı da okumuştum. on üç yıl süreyle annesinin anlattıklarını kayda almayla başlayan bir yolculuk aslında. belkıs hanım'ın doğduğu yer olan ustrumca'yı anlatarak başlamıştı, balkanların genel bir hitap tarzı olan, içinde saygıyı da barındıran şirin ama geleneksel hali ile ifade şekli çok çok güzeldi. iki dünya savaşı, bir imparatorluğun yıkılışı, göçler, cumhuriyetin kuruluşu, kadının yerini ve bakışını, amerika'yı daha pek çok şeyi kendi dilinden yazmıştı. iyi ki yazmış annesini çünkü çok güçlü, dimdik duran bir anne hatırası bırakmış bize, öyle ki özellikle genç arkadaşların okumasını çok isterim. çünkü dârülmuallimat'ta başlayan columbia ve harvard üniversiteleriyle devam eden bir eğitim hayatı ve yıl 1920'ler. insanın yapamayacağı, başaramayacağı şeylerin sınırı yokturu, bazen çok hüzünlü bazen çok coşkulu anlatmıştı. hatta okuduktan sonra gündüz vassaf'ın yazın hayatını da, kendisini de annesi belkıs hanım'dan ayırmak pek mümkün değil gibi gelmişti. yetişimimizde kullanılan sözcükler, hitaplar, yaşadığımız, büyüdüğümüz mekânlar, yakın çevre ilişkilerimiz, annemiz, babamız bütün bunlar insanın varoluşunda, sonrasında da hayatta duruşunda ne kadar etkiliyi tekrar düşünmüştüm.
    son kitabı ressamın isyanı'nı da merak ediyorum biraz karıştırdım, dogmalara, düşünce kalıplarına sert, keskin göndermeler var. zaten caravaggio, bir sanatçı olarak kimliğine paralel bir şekilde oldukça tartışmalı bir figürdür. yani salt metinsel bir okuma yapılamaz gibi geldi, aynı zamanda sanat tarihiyle de çeşitli bağlantılar var.
    hatta biraz 16. yüzyıl sanatına, barok ressamlarına, o dönemin anlayışına bakmak lazım, çok temelsiz okunamaz sanırım.
    ezcümle; yazarı sevebiliriz, sevmeyebiliriz, fikirlerine katılırız veya katılmayız, anlaşılabilir. ama bir şeyler üzerine düşünmek, düşünmeye gayret etmek önemli bir eylem, ben o yüzden önemsiyorum gündüz vassaf'ı..
    “kimlerle beraber olduğumuz çok önemli ve kimlerle beraber olmadığımız da!” demişti.
    haklı, çok haklı..
  • alışverişe çıkarken yaptığı alınacaklar listesini bulsam onu bile heyecanla okurum. adamın her cümlesinde ufkum iki katına çıkıyor.

    burayı okuduğunu biliyorum, 2-3 seneliğine beni evlatlık alır mısın gündüz abi? söz veriyorum ben öyle her şeye uyum sağlayan uslu bir çocuk olmuycam.
  • "uyuyamayan, uykusuzluk hastalığı çeken kişiler, karanlığın getirdiği sınırsız özgürlük ve gerçeklikle baş edemeyen kişilerdir aynı zamanda. bu insanlar, gün boyunca, her şeyi izlemekle oyalanırlar. oysa gece artık izlenecek bir şey yoktur. sadece, yaşamın o belirgin sesi duyulur içten içe. gündüzden soyutlanıp, kurtulmuş olan anlamsızlık, artık saklı değildir. hayatta olma bilinci kendini daha güçlü bir şekilde hissettirir geceleri, ölümün varlığı da öyle. "yaşamın anlamı" gece duyumsanır ve sorgulanır. kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. yaşam, gecenin konusudur."
hesabın var mı? giriş yap