11063 entry daha
  • aylardan kasımdı. hava sağlam soğuktu. ara ara kar bile serpiştirmişti. üniversite yıllarımda öğrenciyken ilk ve ortaokul çocuklarına yaratıcı drama dersleri veriyordum. sene sonunda güzel oyunlar çıkarıyorduk. çok idealist, saygı duyduğum yakın bir öğretmen arkadaşım vardı. “köy çocuklarının oynayacağı kısacık bir oyun çıkarabilir miyiz seninle, destek olur musun" dedi bana. “birkaç kere gelsen yeterli” demişti, "sonrasını ben götürürüm." “tabii” dedim.

    yazarlığım iyiydi, çocuklara uygun roller yazıyordum, oldukça özenliydim yani. neyse, köye gittik. çocukların çoğunun paltosu yoktu. hele ön sırada oturan iki öğrenci vardı ki, ayakkabıları delik deşikti. kiminin ceketi bile yoktu. oysa benim her şeyim vardı, iyi kötü. birden anlatılmaz bir utanç kapladı içimi. ben, bu bir kısmı ceketsiz, paltosuz, delik deşik ayakkabılı körpecik çocuklara tiyatro öğretmekle yükümlüydüm. onlara, karnınızın açlığını, üstünüzün başınızın perişanlığını unutacak, can kulağıyla beni dinleyeceksiniz diyecektim ve dinlemeyeni, söylediklerimi öğrenmeyenleri de tatlı tatlı uyaracaktım. böyle bir vaziyette bunun ne önemi vardı ki! ne gülünç bir durumdaydım.

    birkaç hafta daha gittim oraya, çocuklara kendilerine uygun roller yazmıştım. sonra, önümde gözümü rahatsız eden, içime eziklikler, utanmalar salan hiçbir şey kalmamıştı. bir insan kavşağına varmıştım; tatları, acıları, dertleri, sevinçleri ile yirmi küsur yaşımı dolduran, anıları içimde taptaze yaşayan, yaşayacak olan bir sıcak, taze insan kavşağına…. yıllar yılı hisetmediğim türden bir mutluluğu bu kavşakta bulacaktım. öğrencilerle o kısa zamanda bağ kurup ciğerim, kardeşim, yaşıtım, evet, yaşıtım sayıp onların dertleri, sıkıntıları, düşünsel bunalımları ile yakından ilgilendim. velilerden biri “hocam böyle solcu oyunları oynatma bizim çocuklara” diye laf bile çakmıştı bana. solculuk? yoksul insanların, ezilmişlerin, acı çekenlerin yanında, yanı başında olmak mıydı? belki de evet. bunu o zamanki amatör eğitmenliğim zamanında anlamıştım.

    ama en unutamadığım şey, babası hayatta olmayan ve baba figürü eksikliği çektiği her halinden belli olan serkan adında çocukla yaşadığımdı. ona özellikle baskın bir rol vermiştim. inanılmaz başarılı bir ezberi ve rol yapma yeteneği vardı. tiyatroyu sevmişti. tiyatroyu sevdikçe beni de çok sevdiğini fark ediyordum. tüm her şey hazırdı ve temsile hazırlayacak kadar kıvama getirmiştim çocukları. kalan her şeyi arkadaşım artık halledebilecek durumdaydı. çocuklarla hüzünlü bir konuşma yaptım. gülümsedim kendilerine. gitmeden evvel serkan’dan bir ses yükseldi: “seni seviyorum öğretmenim, gitme!” acayip içten, samimi, tam anlamıyla bir çocuk saflığıyla söyledi bunu. o güne dek hiç bilmediğim, o zamandan beri hiç duymadığım bir sessizlik sardı aniden içimi. gülümsedim, “ben de seni…” dedim. o çocuğun içten sevgi sözcüklerini hiç unutmadım. lise yıllarımdan anımsadığım bir şarkı rüzgara karıştı sanki şu an, gaipten bir ses gibi: “bir gün belki hayattan, geçmişteki günlerden…”
  • “ben böyleyim” gibi bir dayatma kabul edilmemelidir, çünkü
    geçinmek isteyen geçinir
    anlaşmak isteyen orta yolu bulabilir
    telafi etmek etmek isteyen eder
    önemseyen gösterir
    iki eli kanda olsa isteyen bi yol bulur.
    yapmıyosa istemiyodur bu kadar basit ama yaşarken idrak etmek yıllara mal olur ve
    ihmal edilen ölür.
  • -ehline denk gelmeyen her şeyin ziyan olması

    -akılda ve kalpte kalan şeylerle hayata veda etmek.
87 entry daha
hesabın var mı? giriş yap