• türkiye'ye aşık olup tarafsız bakamayan insanların hakkında yorum yapmaması gereken ülkedir. cidden. mutluysanız ne ala size, türkiye'de yaşamaya devam edin. ama ne olur mal mal karşılaştırmalar yapıp oradaki sorunları büyütüp buradakileri küçültmeyin. 3000 tl kira veren hiçbir isveçliye rastlamadım şu ana kadar. stockholm'un göbeğinde tam merkezde, her yere yürüme mesafesinde oturan arkadaşım 1700-1800 lira kira veriyor ve bu gayet pahalı olarak görülüyor orada. götünüzden element uydurmayın. bira 26 tl'ye karşılık gelmez, 10-15 gayet normal bir fiyattır ve mekanların %80inde bu fiyattan bulunur.

    halkı insana saygılıdır. işi olmadığı yerde gelip her işe burnunu sokmaz, sokakta insan gibi davranırlar, güleryüzlüdürler, sokakta tanımadığınız kişiler bile size selam verebilir. yüzüne gülümsediğiniz biri "niye gülüyo şimdi bu piç" diye asık suratlı bir şekilde bakmaz.

    hadi bunları geçtim. maaşları yüksek olduğu gibi çalışma şartları da insanidir, köle gibi çalışmazsınız. haftada 40 saat standarttır, eğer bir saat fazla çalışırsanız direk parasını alırsınız. kimse sizi cumartesi de çalıştıramaz (normal haftaiçi çalışılan işler için diyorum tabi bunu, "barda çalışıyolar amaaaa" falan diye gelmeyin sakın). saatlerinizi trafikte harcamazsınız. iş hayatı-özel hayat dengesi denen bişi vardır. sırf size para veriyorlar diye kimse sizin ruhunuzu satın aldığını düşünmez.

    isveç gibi bir ülkeyle türkiye'yi karşılaştırıp "türkiye o kadar da kötü değil" demek için gerçekten farklı kafalarda olmak lazım. o kadar diyorum.

    havanın soğuk olması zaten allah'ın emri, o konuda şikayet edecek biri isveç'te yaşayamaz. isveçliler de en çok havadan şikayet ederler zaten, fırsatını bulunca türkiye'ye, yunanistan'a akın ederler. ama hayatı boyunca türkiye'de yazları sıcaktan bunalmış benim gibi biri için gayet hava hoştur. bu da kişiye bağlı bir olaydır, hava çok soğuk orada yaşanmaz diyorsanız doğrudur, yaşamayınız, türkiye'de güneşin tadını çıkarınız.

    benim gibi takım elbiseden ve giyenlerin kendini bir anda bir bok zannetmesinden nefret eden biri için kot pantolonla ve sakalla mülakata gidip en ufak bir garip bakış, yorum vs. almamak da şahane bir olaydır bence. şekilciliğin amına koyayım. sanki işi kıyafetimiz yapacak.

    8 yil sonra gelen edit: bu entry'nin ilk paragrafi pek iyi yillanmadi, özellikle de kiralarla ilgili olan kismi. 3000tl kira veren isvecliye rastlamadim demisim, stockholm'un göbeginde oturan arkadas 1700-1800 lira kira veriyormus vay arkadas. bunlar hakikaten de dogruydu ama o zamanlar 1 lira 4-5 kron civariydi, simdi 1 lira neredeyse 1 kron, uzerine isvec'te ve özellikle stockholm'de kira fiyatlarinin uctugu da eklenince simdi 1700 liraya aylik park yeri zor kiralarsiniz. 25m2'lik evler eger konumu iyiyse rahat 10-15000 liraya gider.
    bunu not duseyim istedim, sonra bu entry'i okuyanlar "aa isvec ne kadar ucuzmus lan" deyip kötu surprizlerle karsilasmasinlar. isvec'te yasayip calisanlar icin degisen pek birsey olmadi ama turkiye'den geliyorsaniz alim gucunuz bu 8 sene icinde cok dustu.
  • adamların çöpü bittiği için paniklemişler. norveç'ten çöp alıp geri dönüşüme devam edeceklermiş. norveç, isveç çöplerini aldığı için isveç'e bir de para ödeyecekmiş. adamlar hem bedava enerji üretecek hem de üzerine para alacak şu durumda. biz de burada hâlâ düşünce özgürlüğü falan, din min bunlardan konuşalım. bazen diyorum onlar insansa biz neyiz amk.
  • size simdi cok guzel seyler anlatacagim, iyi dinleyin.
    anlatmakla bitmeyecek bir yer benim icin.

    kenya'sindan, guney kore'sine, amerika'sindan, brezilya'sina kadar, portekiz'e, norvec'e, rusya ve nicesini ulke gorup gezip yasamis biri olarak diyorum ki, "isvec dunyanin en guzel ulkesidir."

    ------------------

    göteborg icin konusuyorum bu arada.

    yolu dusen olursa, järntorget'e ugramadan gitmek gibi gaflete kapilmasin. barlar sokagindan ote, barlar semti diyelim. gencler takiliyor genelde, epeyce buyuk ve secenekleri bol bir bolge.

    neyse, once animi anlatayim.. gemiden indik arkadaslarla, elimizde bir harita, gittik bu bahsettigim yere. bir heykel var, daha dogrusu heykeller butunu. sulu mulu falan boyle. ilgimizi de cektigi icin yanastik yanina inceliyoruz. 7 tane kadin var toplam hepsine bakiyoruz, uzerlerinde kiyafetler falan var heykel olarak, yoresel bir seyler var yani anlasiliyor her birinde vs derken ben bi uc dakika falan oldugum yerde incelemeye aldim. 40-50 yaslarinda, kendi halinde bisikletiyle dolanirken kosedeki banklardan birinde oturan bir adam, kalkip yanasti yanima ve:

    adam: turistsiniz sanirim.
    ben: evet turistiz.
    a: peki bu baktigin seyin neyi temsil ettigini, ne anlama geldigini biliyor musunuz?
    iki saniye "ne olabilir ki acaba" diye dusundukten sonra utangac bir tebessum ile:
    b: hayir bilmiyorum, nedir?
    a: anlatayim.. su gordugun 7 tane kadini gel tek tek inceleyelim beraber.
    birinci kadin bir hintli, asya'yi temsil ediyor.
    ikinci kadin bir eskimo, antarktika'yi temsil ediyor.
    ucuncu kadin bir kizilderili, kuzey amerika'yi temsil ediyor.
    dorduncu kadin bir aborijin, avustralya'nin temsilcisi.
    besinci kadin bir siyahi, afrika'yi temsil ediyor.
    altinci kadin bir yunan, avrupa'yi temsil ediyor.
    yedinci kadin da bir (hatirlayamadim), güney amerika'yi temsil ediyor.
    bu gordugun sular da, okyanuslari temsil ediyor. hepsinin toplaminda neyi anlatmaya calistigi ise, sizin yorumunuza kalmis bir sey. isvec'in tadini cikarin, iyi gunler.

    dedi ve uzaklasti yanimdan. adamin ozveri ile bir seyleri ifade etmesine mi sasirayim, bu onumdeki yapinin temsil ettigi anlama hayranlik mi duyayim bilemedim o an ve diger arkadaslara da anlattim yanimdaki.
    bahsi gecen heykeller butunu bu iste, cekmistim fotografini: http://i.imgur.com/2gmh3cf.jpg

    ------------
    biraz da fotograflar sunayim size:
    ------------

    bu heykelin hemen sol tarafinda the bishops arms diye bir pub var. yemekleri harika, biralar lezzetli; ama biranin en kotusu 75-80 kron. yani 8-9 euro. yani 20-25 tl. ve 40cl hem de. anlayacaginiz biraz tuzlu gelebilir. bir schnitzel menu yedim, ucer beser tane de bira ictik, muhabbet falan derken herkes kendi hesabini odedi. tam hatirlayamiyorum ama yaklasik bi 50 euro falan odemistim orada.

    mutlaka ama mutlaka bir birasini icin derim. sosyal bir iciciyim, her biranin, alkolun tadina asinayim. tadimlik sarap da icmisligim var gargara yaparak, kana kana bira icmisligim de. dunyada ictigim en guzel birayi, ben burada ictim ve baska hicbir yerde de denk gelemedim. o bira da budur efendim. onu da kareledim: http://i.imgur.com/fgg9lri.jpg
    budejovicky budvar bir çek birasi..
    bkz: http://www.budvar.cz/
    bu da bahsettigim mekanin facebook sayfasi: https://www.facebook.com/…opsarmsjarntorgetgoteborg

    diger bir onerecegim mekan ise, canli muzikleri ve yine sahane biralari ile (isvec'in kendine ozgu siyah birasi var. ondan icin mutlaka. cok degisik ve guzel bir deneyim olacaktir) gayet tercih edilebilir bir mekan. adi da cok ilginc.. 9ans ölhall diye tuhaf bir isim. bu da onun facebook sayfasi: https://www.facebook.com/…ns-ölhall/197093720325663

    ----------------

    boruyu alip eve goturesim gelecek kadar hosuma gitmisti:
    http://i.imgur.com/negmp4z.jpg

    italya sokak festivali duzenlemisti sansimiza, yoresel kiyafetler ve lezzetler sergileniyordu:
    1) http://i.imgur.com/hdnoy41.jpg
    2) http://i.imgur.com/xo2r4m6.jpg

    sokaklari sahane, biraz reklam olacak gibi kendim icin ama neyse, siz sokaga bakin, bana degil:*
    (edit: fotografi kaldirdim cunku bariz ifsa olacagim net bi pozdu)

    orada bu yukarida bahsettigim publardan ikincisinde arkadasla iciyoruz. lavaboya kalktim, kafalarimiz da hos olmus ince ince. adamin biri isvec dilince biseyler saydi saydi saydi. sonra dedim ki isvecce bilmiyorum. ingilizce konusun lutfen. ingilizce'ye gecip "o kadar konustum niye basta soylemiyorsun" dedi. gulustuk, tanistik falan. biz bi bes dk tuvalette muhabbet ettik, sonra masamiza davet ettim adami. o da arkadasiyla gelmis. adamlar tam bi ataturk hayrani cikmasin mi? allahin isvec'inde ataturk hayrani insanlarin, ataturk hakkinda bizden daha cok bilgileri olduguna taniklik ettik.

    hesap da epey yuklu gelecekken, adamlar ortadan bi kayboldu, yarim saat gelmediler. neyse dedik biz de kalkalim artik giren girdi adamlar iteledi ataturk ayagina bize hesabi diye soyleniyorduk. kasaya gittik hesap icin. garson kiz "arkadaslariniz masanin tum hesabini odeyip gittiler" dedi. bizde bi utanma ve saskinlik oldu haliyle.

    bari bi hoscakal deseydiniz lan, adetleri mi acaba hoscakal dememek?*
    neyse, o anin da karesini almistim. ben kendimi sansurleyeyim de, reklam olmasin cocuklar:
    (edit: fotografi kaldirdim cunku bariz ifsa olacagim net bi pozdu)

    biliyorsunuz isvec'in atalari vikingler oluyor. orada iste ne bileyim bizim osmanli'nin dogum yilini kutlamak gibi, tarihlerini andiklari bir doneme denk gelmistik. herkes viking kostumleri ile o salonda dolaniyor falan, eglenceli bir geceydi. bu da oradan bir kare:
    (edit: fotografi kaldirdim cunku bariz ifsa olacagim net bi pozdu)

    turk, dunyanin her yerinde karsilasmasi mumkun olan bir sey:*
    http://i.imgur.com/o8nle6e.jpg

    bisikletin, hayatlarinda cok onemli bir yeri var, her yerde bisikletciler:
    http://i.imgur.com/oyb3rz9.jpg (camdan da yansimisim yahu, hic fotografcilik bilmiyorum, puh bana)

    halk icin sanatin ne kadar elzem oldugunu, bu tiyatro salonu ile belli oluyordu zaten:
    http://i.imgur.com/dornpvq.jpg

    denk geldigimiz taksici turk cikmisti sansimiza; ama bayagi bi dindardi galiba. "nereye goturebilirsin abi bizi icmeye eglenmeye falan" dedik, "cok guzel bi camii var oraya gidelim once, sonrasina bakariz" dedi ve ciddiydi: *
    http://i.imgur.com/u2bqyns.jpg

    buna cok gulmustum. bir suru dilden "hos geldiniz" yaziyordu gumruk kapisinda. bizden once gelen turkler yapmis olacak ki, turkce yazmadigini gorunce "hos geldiniz" yazmislar kendi elleriyle: *
    http://i.imgur.com/0k7pf2x.jpg

    audi sevdalisi bir arkadasim bmw nefretini bu sekilde dile getirmis olmasi da epey guldurmustu beni:
    http://i.imgur.com/qnbyw8z.jpg

    ----------

    son olarak cok onemli bir not: isvec'in kizlarina asla ama asla ikinci defa bakmayin. arkadasim bu hatayi yapti ve hala unutamiyor. birini, ikisini, ucunu degil, hepsini hem de. birkac ay gecti gideli ama hala kendine gelemedi zavallicik.*

    ---------

    benden simdilik bu kadar.
    daha devami gelecek zamanla diger ulkeler icin.

    sevgiler.
  • ortalama isveç insanının yaşam tarzından bahsetmek istiyorum.

    isveç'te ortalama bir insan büyük ihtimalle mavi yakalıdır. fabrika işçisi, belediye işçisi, devlet memuru, polis, öğretmen, itfaiye, hemşire vs.

    bunların eğitim düzeyi çok büyük ihtimalle gymnasienivå olarak geçer. yani 18 19 yaşına kadar okumuştur bunlar. meslek yüksek okulu (bkz: gymnasiet) bitirmişlerdir. isveç'in meslek okulları çok yaygındır. nüfusun büyük kısmı buralardan mezundur. üniversiteli sayısı ise azdır.

    mavi yakalı, işçi falan dediğime bakmayınız. burada inşaat amelesi bile ekskavatör, dozer, silindir, skylift vs aklınıza gelen her makineyi kullanacak yeterliliğe sahiptir. bizde bunların operatörü farklı, amele farklı oluyor genelde. tabi yeterliliğiniz olduğu için maaşınız da ona göre oluyor.

    ülkedeki en boktan iş kolu fastfood restoran elemanı, tezgahtarlık, kasiyerliktir. amelelik, çöpçülük, şoförlük bunlardan iyidir. belediyede çöpçü dediğiniz insan aslında o araçların eğitimli operatörüdür zira.

    mesela vatandaşımız göteborg'da otobüs şoförlüğü yapan bir insan olsun. muhtemelen borås'ta falan yani göteborg'un dışında bir banliyöde oturuyordur. ideal bir apartman dairesi veya villası(müstakil evi) vardır. bunun ve arabasının kredisini ödemekle meşgüldür. karısı da o bölgede bir fabrikada işçisidir veya yarı zamanlı öğretmenlik falan yapıyordur. genelde evli çocuklu insanlar müstakil evlerde otururlar.

    bunlar hafta sonlarını evlerinin bakımını yaparak geçirirler. çok çalışkan insanlardır. çok yürürler, spor yaparlar, hobileri vardır. isveç kültürü genellikle çalışmak ve keyif yapmak arasında bir denge kurmak üzerine kuruludur.

    hafta içi saat 9 civarında 15 dakika kadar mola verirler. kahvaltıda 2 adet tam tahıllı knäckebröd üstüne bregott tereyağı sürüp, üstüne ham veya port salut peynir koyup yerler. yanında da kahve içerler.

    sonrasında saat 11 gibi (bkz: fika) molasıdır. 2 tane cookie alıp bir kupa kahve daha içerler.

    saat 1 civarında öğle yemeği molası başlar. insanların yarısı donmuş yemek getirir, onu mikrodalgada ısıtıp yerler. kalan yarısı da pasta bolognese, haşlanmış patates ve isveç köftesi vs. gibi basit bir yemek hazırlamıştır onu ısıtır yer. bunlar haftada bir pizza falan söylerler. arada gevşemek iyidir derler. her iş yerinin mola alanında mikrodalga, tabak çanak, bulaşık makinesi, kahve makinesi vs mevcuttur. neyse akşam 4 gibi eve giderler. hemen bir fika daha patlatırlar. sonra çıkar yürürler dışarda. gelirken alışveriş yaparlar. kiosktan zalando'dan, boozt'tan siparişini verdikleri kıyafeti falan alırlar. akşama güzel bir yemek hazırlarlar. sonra oturur tv izlerler veya netflix falan takılırlar ve 10-11 gibi yatar uyurlar.

    hafta sonu cuma günü başlar. genellikle cuma günü yarım gün çalışılır. kalan yarım gün şehir merkezinde alışveriş, piknik, mangal, barda takılmaca vs sosyal işlerle geçirirler. cuma gecesi ise parti gecesidir. arkadaşlarıyla içerler, dans ederler, tepinirler, o ciddi isveçli'den eser yoktur cuma gecesi. sonra eve gelir kusarsa kusar, duş alır, yatar uyurlar.

    cumartesi günü kalkar yine alışveriş, spor, yürüyüş ve hobilerini yaparlar. pikniğe giderler gene. bir kafede oturur fika yaparlar, çimleri keser, çalılarını biçerler. pazar günü ise kimse hiçbir şey yapmaz. bol bol uyurlar. alışveriş pek yapılmaz pazarları zaten her yer kapalıdır. kitap okurlar, film izlerler, spor yaparlar, ormanda yürürler, bisiklet sürerler uzun bisiklet yollarında.

    sıkıcıdır ama stabildir isveçli yaşamı. her şeyden biraz biraz vardır. herkes her şeyini kendisi yapar. herkes yemek pişirmeyi, temizlik yapmayı, çamaşır yıkamayı, tamir tadilat yapmayı bilir genelde. çalışan kesim bu işleri kendisi yapmayanlarla kendi aralarında dalga geçerler çok havalı oldukları için.

    small chat denen sohbetlerin konusu fikstir. her zaman havadan konuşurlar çünkü yağmur yağar, dolu yağar, kar yağar, yağaroğlu yağar yani. bazen fırtına olur hatta. bununla birlikte genel dünya gündemini konuşurlar. trump böyle demiş diye dalga geçerler. hepsi trump karşıtıdır. çoğu sosyal demokrat olsa dahi bol bol hükümeti eleştirirler. hayat pahalılığından şikayet ederler. seyahat ettikleri yerleri birbirine anlatırlar. seneye italya'ya gideceksen roma'dan başlamalısın, şurada şunu bunu yaptık geçen sene gibisinden. yeni açılan mekanları falan sorarlar birbirlerine. çoğu futbol izler ama oynamaz. golf, tenis falan çok yaygındır. kimisi avcılık sever kimisi kamp sever. bazısı binicilik yapar. herkesin birkaç hobisi vardır. hepsi masaja gider bunların. akupunktur, ayak bakımı, thai masajı, cilt bakımı vs çok düşkünlerdir bu tip şeylere.

    acınası halde olanlar genelde tayland'a seks yapmaya giderler. sonra buldukları ilk hayat kadınını buraya getirirler evlenirler falan. vardır böyle mallıkları.

    kadınlar genelde çok seçicidir erkek konusunda. cömert, kibar ve eğlenceli olması gerekir bir erkeğin. genellikle hayalleri bir abd'li zengin bulup abd'de yaşamaktır. böyle tv programları bile var burada.

    çoğu isveçli, diğer isveçlileri sevmez. eleştirir onları. sıkıcı bulur. ama kendisi de sıkıcıdır. önyargılı olmakla beraber çoğu ilginç bulur yabancı ülke insanını. çok masumane biçimde ilgi çekici görürler doğu kültürünü. ama son zamanlarda gelen hamam böceği kılıklılar yüzünden bu durum bozuluyor.

    avrupa'nın en amerikan kültürünü içselleştirmiş ülkelerinden birisidir. ingiltere'den daha çok amerikan kültürüne aşinalardır. bir sürü muscle car, harley vs süren insan vardır. öte yandan amerikalıları pek sevmezler. onları kaba, gürültülü, servet düşkünü, arrogant insanlar olarak değerlendirirler. isveçliler daha sol görüşlüdür.

    hepsi hristiyandır ama hepsi ateisttir aynı zamanda. din burada kültür ve gelenekten ibarettir. yaşlandığınızda psikolojik destek olarak vardır. kimse günah diye bir şeylerden sakınmaz.

    burada kibarlık ve etik değerler öğretilir genelde. genç nesil cidden kibardır. teşekkür etmeyi, özür dilemeyi vs bilir. buna çok defa şahit oldum. mesela internetten ikinci el alışveriş yaparken çoğu zaman güvenebilirsiniz satıcıya. paranızı alıp uçmaz pek. çünkü ihtiyacı yoktur 50 100 euro'ya. ikinci el işi de baya gelişmiştir. insanlar çocuklarına çoğu zaman kullanılmış kıyafet alırlar. çocuk sürekli büyüdüğü için masraf etmek istemezler. tutumlu insanlardır bir çok konuda. ama bazı durumlarda da para saçabilirler. mesela kaliteli bir şey satın alacaklarsa acımazlar. hobisi için binlerce euro harcayan çok isveçli gördüm.

    süreklilik, sürdürülebilirlik, sustainability, hållbarhet bu laf esastır burada iş hayatında. her şey planlıdır. plansız iş yapılmaz. 3 ay sonra taşınacağın bellidir. 5 ay sonra işe başlayacağın yer bellidir. 4 ay sonra hangi görevleri yapacağınız bellidir. size geniş bir zaman verirler o zaman içinde o iş zaten yapılır yaya yaya. ama kaliteli yapmanız esastır. insanlar size işinizde bir defalık güvenirler. güvenlerini suistimal etmediğiniz sürece size güvenmeye devam ederler. herkes bu güvenin değerini bilerek yaşar.

    hediye vermek almak baya bir yaygındır burada. her yıl iş yeri noel hediyesi verir. her çalışana doğumgünü hediyesi alınır. aile arasında da özel günlerde hediye verilir alınır. hediye konsepti de genellikle almaktan imtina edeceğiniz kadar pahalı ama küçük şeylerdir. mesela paranız vardır ama asla 20 euro vermezsiniz bir 70 gramlık çikolataya, işte o çikolata hediyeliktir. veya iittala bir porselen kupa. 25 euro etmez bir kahve kupası ama hediye edildiğinde sevindirir. böyle hediyeler yaygındır.

    resmiyeti baya gevşektir. kimse takım elbise kravat takılmaz burada. kimse kimseye bey hanım vs demez. herkes herkese ismiyle hitap eder. hiyerarşi vardır iş yerinde ancak bizdeki gibi değildir. müdür karar alırken üstündür ama onun haricinde odaya girdiğinde ayağa kalkmalar falan olmaz. müdür oturur hademeyle işçiyle kahve içer muhabbet eder molalarda, odasının kapısı biriyle özel konuşmayacaksa hep açıktır. kimse kimseye patron, şef, müdürüm vs demez. böyle üstten bakan patron tiplerini hiç sevmezler. kendini ederinden fazla güçlü, iyi, zengin vs. göstermek genellikle ayıplanır burada. birisini övdüğünüzde mesela genellikle off puff yapar utanır sıkılır. insan değeri konusunda eşitliğe önem verirler. mesela yemek verilecek lüks bir restoranı kapatırlar işçiler, yöneticiler hepsi bir arada noel yemeği yerler. öyle ayırmazlar işçi yönetici vs diye.

    böyle bir yer işte burası da.
  • alım gücü hakkında kendi tecrübemi anlatayım.

    dün uzun süredir yapmayı planladığım bir şey yaptım ve mobilyaları değiştirdim. henüz değiştirmedim ancak siparişi verdim yakında gelecekler. velhasıl 2 ayrı yatak, 1 kanepe, yataklar için büyük bir matres(adı her neyse), ışığı kesen yazlık perdeler(yazın hep aydınlık), kitaplık, yatağın yanına 2 adet sehpa vs aldım.

    şimdi fiyatlarını yazıp da görgüsüzlük etmek istemiyorum. ben burada orta-alt gelir grubuna dahilim. açar bakarsınız isveç'te yıllık kişibaşı ortalama gelire, onun altında yani maaşım. bu durum beni isveç'te fakir sınıfa sokuyor. tüm ürünleri de ikea'dan aldım, buradaki ucuz sınıfa giren bir mağaza ikea. ürünler de ikea'nın en pahalı ürünleri değil, orta fiyat bandına dahil ürünler. peki neden anlatıyorum bunu?

    bütün bunları taksit falan yapmadan aldım. bir maaşım bile gitmedi bütün bunlara. türkiye'de ortalama gelir grubunda bir insandım 5 sene önce. o zaman ev dizmiştik türkiye'de ve ihtiyaç kredisi çekmiştik bunu yapmak için. yatak hariç her şeyi de ikinci el almıştık:)

    ben türkiye'de asgari ücretle çalışan biri olsam işi gücü bırakır suça meylederim. o derece boktan bir gelir adaletsizliği var. bir yanda ufak bir azınlık parayı harcayacak yer bulamıyor, bir yanda milyonlar her ay sonu götü tutuşarak yaşıyor, kot -2. katta oturup zengin orospu çocuklarının gittiği mağazada tezgahtarlık yapıyor, yer siliyor, restoranda masa topluyor. ve en kötüsü de o orospu çocuğu patronları bu insanlara işiniz var daha ne istiyorsunuz ayağı çekiyor. yemeyin bunu. başkaldırıp isyan etmiyorsunuz tamam bari ilk seçimde gerekeni yapın amk. tamam bir isveç kadar zengin değil türkiye ve belki hiçbir zaman da olamayacak ancak bu kadar da garip gureba olacak bir ülke değil. sahra altı afrikası değiliz. yemeyin bu fakir edebiyatını, 2020'de böyle bir yokluk olamaz.
  • türkiye'de belli bir hayat standardının üzerinde olup, ciddi ciddi buraya yerleşmek isteyen insanlar için sıkıntılı bir ülkedir.

    baştan söyleyeyim, elbette yerleşen, şansı yaver giden veya çok iyi şartlarda gelen bir teklifle göçüp rahat eden vardır. bunun yanında, yurtdışında yaşama arzusu insanlık onurundan daha yüksekte olan kişiler de vardır. hepsine saygım sonsuz, kimse kimsenin hayatına da tercihine de karışamaz.

    dünyada çok sayıda ülkeyi görme, deneyimleme imkanım vardı, sonuna kadar kullandım. kimisinde çalıştım, kimisinde okudum, kimisinde sadece boş boş gezdim. sokaklarda, tren garlarında evsizlerle sabahladığım da oldu, favelalarda öğretmenlik yaptığım da, 5 yıldızlı otellerde, deniz kenarı villalarda kaldığım da.

    üniversiteyi bitirirken aceleci davrandım. final projemi bitirmeden, hatta araya belki bir deneyim kazanma senesi koymadan master başvurularımı yaptım.

    uluslararası ilişkiler ve tarih bölümlerini türkiye'nin en üst seviye üniversitelerinden birinde, iki bölümde de ilk üçte dereceyle bitirdim. üniversite yıllarında isteğim rusya uzmanı olmaktı. bölümlerime göre akademide güncel türk-rus siyaseti ve tarihsel türk-sovyet ilişkileri konularında çalışmak istedim. rusça öğrenmeye başladım, rusya'ya gidip uzun bir dönem kaldım.

    derken rus uçağı vuruldu, moskova'dan türk öğrencilerin dayak yediği söylentileri gelmeye başladı, planlanmış bir ziyaretim, alınmış uçak biletlerim vardı, konsolosluğu arayıp sorduğumda muhtemelen rusya'ya giriş yapamazsın dediklerinde, yöneldiğim alandan vazgeçme sürecim başladı. üniversitenin sonuna doğru, yönelim alanımı güncel siyasette popülizm olarak belirleyip sıfırdan başlamak zorunda kaldım.

    tüm bu karmaşada biraz psikolojik olarak çöktüm, daha az çalışmaya başladım. seçtiğim yeni alana yeterince eğilmedim. master başvurularımı yaparken, aceleci davranmanın yanı sıra iyi bir seçenekler stratejisi izlemedim. oxford, cambridge, king's college, toronto gibi üst düzey okullara başvurdum, kimisinde çalışmalarımın yetersizliğinden reddedildim, kimisinden de popülizmde seçtiğim spesifik alanda hocalarının olmayacağı sebebiyle başvurumu yenilememi istediler, yedek seçeneğim isveç'te dünyada ilk 100'de bir üniversiteydi, yurtdışına bir an önce gitme sevdam ağır bastı, isveç'ten direkt kabul aldığım için orayı seçtim.

    hem biraz iç dökmek için, hem de "ayak uyduramaman senin problemin" diyecekler için bu kadar detayıyla anlattım.

    bütün bu olan biten beni oldukça yıprattı, vücudumda iltihaplar çıkmaya başladı, uzun bir süre de devam etti. en son isveç'te master'a başlamadan önce ufak bir operasyon geçirdim. iltihap aksın diye açık bırakılan 5 cm'lik neşter kesiği kanaya kanaya isveç'te kalacağım yere gittim. valizimi bırakır bırakmaz en yakın sağlık merkezine koştum. durumu anlattım, randevun yoksa alamayız dediler. 10-15 doktorun ve bir o kadar hemşirenin çalıştığı, devlete ait bir klinikte, yalvar yakar kanamayı durdurmaları için ikna ettim. sağolsunlar içlerinde bir tane insan (!) varmış, yaptı.

    birkaç gün sonra tekrar yoğun kanamam oldu, aynı yere tekrar gittim. maalesef yardım edemeyiz, şehrin dışında bir hastane var, randevusuz ancak oraya gidebilirsin dediler. taksi çağırdım, kaldığım yurda gittim. mecburen evde kendi kendime durdurdum. isveç maceram böyle başladı.

    gittiğimde kur çok yükselmişti, maddi durumum da çok parlak değildi. iş bakmaya başladım. sıfır eğitimli türk/kürt pizzacı ve dönerci piyasasına bulaşmadan temiz temiz isveç'teki şirketlere başvurdum. master'dan oldukça güzel bir vakit kalıyordu, getir götür kafasında, uluslararası öğrencilerin başvurularına açık, düşük statüde ofis işlerine yaptığım belki yüz başvurunun hepsi olumsuz sonuçlandı.

    kafaya takmadım, nispeten düzgün, kürt bir abinin işlettiği bir kafe buldum, garsonluk için başvurmaya gittim. bizim memleketten değilsen iş yok mesajını net bir biçimde alınca, üstelemedim.

    üniversitenin start-up merkezine daldım, tanışma/buluşma toplantılarına katılmaya başladım. yeni gelmiş biri olarak isveççe bilmiyordum, çoğundan reddedildim. bir tane start-up kurucusuna grafik tasarımı yapabiliyorum diye numaramı bırakmıştım, 2 ay sonra aradı. birkaç ufak iş aldım, akmasa da damladı.

    daha fazla kazandıracak bir şeye ihtiyacım vardı. kaldığım üniversite yurdunun aslında kocaman bir parti mekanı olduğunu, perşembeden pazara herkesin sabahlara kadar partilediğini, binlerce bira tenekesinin de bu akşamlarda çöp odasında geri dönüşüm kutusuna atıldığını gördüm. geceleri çöp odasına girip, tenekeleri geri dönüşüm otomatlarına götürmeye başladım. tanesi 3-5 krondan makineye atıp, karşılığında yereldeki süpermarketten alışveriş kuponları alıp, en azından eve aldığım yiyeceği içeceği kazandım. elimdeki parayla da beraber geçimimi sağladı.

    para konusunu nispeten çözdükten sonra, biraz sosyal hayata karışayım dedim. isveçlilerin böyle bir kavramının olmadığını gördüm. benim gibi başka ülkelerden gelen insanlarla takıldım. isveç'te temel yaşam ucuzdu. markete gidip makarna, süt, şampuan falan gibi şeyleri alırken, bugünkü kurlarla bile çok pahalı olduğunu söyleyemem. ama işin içerisine en ufak bir "lüks" girsin, mesela oturup bir yerde kahve içmek isteyin, birinin size hizmet verdiği herhangi bir aksiyon içerisinde olun, fiyatlar bir anda katlanmaya başlıyor. zaten isveçliler de öyle ingilizler, hollandalılar gibi akşam iş çıkışı barları kafeleri hınca hınç doldurup sohbet eden, gülen eğlenen tipler değiller. belki stockholm'de vardır, bilemem. ama malmö'de durum bu değildi.

    benim tecrübem pandemiden önceydi ama sosyal mesafeyle isveç'te tanıştım. buradan otobüs durağında birbirine uzak uzak sıralanan insanların fotoğraflarına bakıp ne güzel herkes birbirine yaşam alanı bırakıyor demesi kolay. bütün ülkenin sosyal anksiyete semptomları gösterdiğini, iletişimde ürkek ve aşırı mesafeli olduklarını anlayınca durum değişiyor.

    kafamda türkiye ile değil, avrupa ile kıyaslayarak yazıyorum. evet, türk insanı kalabalık sever, temas sever, kim ne yapmış ne demiş duymayı sever. standart bir orta/kuzey avrupalıda bunlar çok bulunabilecek özellikler değil. kıyaslamayı hollanda, danimarka, belçika gibi ülkelerle yapıyorum. hollanda'da yoldan geçen herhangi birini, standart bir isveçliyle karşı karşıya getirsek hollandalı bildiğin marmaris zırtlanı kalır.

    neyse sorun değil, söylediğim gibi, uluslararası öğrencilerle arkadaş olurum, ne olacak. kafeler 5'te 6'da kapatıyor, kahve pahalı. bu da sıkıntı değil, bara gideriz. yahu alman arkadaşlar bile ikinci biradan sonra üç defa düşünüyor pahalılıktan. kulübe gideriz, kapıda sıra var. neymiş, dans pisti olan mekanlarda yangın yönetmeliğinden dolayı içeri sınırlı sayıda kişi alınıyormuş. tamam mantık güzel, ama mekan boş. kocaman alanda 40-50 kişi ya var ya yok ama kulübün kapısındaki sıra sokaktan taşıyor.

    bunu da bir kenara bıraktık. evde/yurtta muhabbet edelim, takılalım dedik. bir tane bira almak için devletin belirlediği ve küçük şehirlerde öyle her köşe başında falan bulunmayan, üç dört noktada satış yapan systembolaget diye bir dükkan var. biranı gidip oradan alıyorsun, saat 5'te 6'da falan kapatıyor. ya oraya gideceksin, ya da evinde oturup kahveni içeceksin bu kadar.

    sosyalleşmek, muhabbet etmek, insanlarla iki görüşüp aktivite yapmak bu kadar emek gerektirmemeli ama tamam, peki. daha az sosyalleşirim, okulumu okur oradan başka bir ülkeye doktoraya falan giderim, sorun yok.

    master'a başlayacağım, ilk hafta dersler iptal oldu. üniversite'de benim bölümün bağlı bulunduğu araştırma merkezinde organizasyonel bir sıkıntı varmış. ulan sanki anadolu meslek lisesi. her gününe krona krona para ödeniyor, telafi dersi yok bir şey yok, organizasyonel sorun deyip ilk haftayı iptal etmişler.

    neyse, bir hafta keyfime bakıyorum, program başlıyor. bölüm orta doğu ile ilgili, siyasetten sosyolojiye, dilden kültüre bir ton farklı alanı bütünleştiriyor. sabah derse giriyorum, hoca lübnanlı. öğlen bir başka derse giriyorum, hoca lübnanlı. akşam başka bir derse daha giriyorum, hoca yine lübnanlı. derste başlıyoruz suriyeden, ürdün'den, çıkıyoruz mısır'dan, ırak'tan. haftalar geçiyor, bir iki kere türkiye falan lafı geçiyor, 2 gün sağolsunlar iran'a ayırıyorlar.

    allah allah diyorum, bölümü seçerken hocalarda yunan'ı da vardı, türk'ü de, fars'ı da... başvuruda şu hocayla şöyle çalışmak isterim, bu hocanın araştırmaları böyle bana yardımcı olur falan dediğim kim varsa, ya bir seneliğine ders vermeyip araştırma görevine geçmiş, ya araştırma izni alıp gitmiş, ya da sadece tez süpervizyonu kabul edip ders mers vermiyor.

    lübnanlıların anlattığı da ders değil, indoktrinasyon. yahu ben bölgenin tarihini biliyorum, dereceyle bitirmiş gelmişim, osmanlıcam var. orta doğu tarihi anlatıp osmanlı'dan nasıl bahsetmezsin? hadi buna da tamam, koskoca iran'da sadece bir islam devrimi mi oldu? nerede iran tarihi, kültürü?

    eyvallah ediyorum, farklı bir bakış açısı kazanırım diyorum, sesimi çıkarmıyorum. makale ödevleri geliyor, perspektif katıyorum, literatür tartışıyorum; halil inalcık'a referans veriyorum, pat kağıt üzerine kırmızı çarpı. neymiş, ders materyali dışında kaynak kullanmamalıymışım. leslie peirce'ı kaynak veriyorum, pat kırmızı çarpı... makale tenkidi, incelemesi ödevi geliyor; hocanın verdiği okunup incelemesi yapılacak makalede mantığıma oturmayan bir kavram kullanımı görüyorum, bakıyorum makalede kavramın kökeni iran olarak verilmiş. izini sürüyorum, başka bir ton literatürde kavramın kökeni hindistan'a dayandırılıyor. kaynakları tarayıp referansını verip, alıntılarımı ingilizceye çevirip, anotasyonunu düşüp eleştirisini yapıyorum; pat kırmızı çarpı. neymiş, verdiğim referans ingilizce bir makaleden değilmiş.

    diyorum ben üniversitemi olabilecek en iyi şekilde çift bölüm okuyarak bitirmişim. hollanda'da yan dal yapıp programı tez yazarak tamamlamış, tezimle onur öğrencisi seçilip rektörün falan katıldığı 500 kişilik bir konferansta sunmuşum. neyi nasıl yazacağımı falan biliyorum. bu mabattan icat, akademiye ve bilime ters saçmalıklarla lübnanlı hocalar göz göre göre hakkımı yiyor. derken, aynı hocalardan biri haftasına kıbrıs türkü bir arkadaşı aşağılıyor. sonra diğer hocalara, öğrencilere falan sorup soruşturup bir öğreniyorum ki bölümü 4-5 kişilik, aynı bölge ve üniversiteden çıkma hoca grubu babasının çiftliği gibi yönetiyor.

    iyice kapatıyorum kendimi, arada bir kopenhag'a geçip insanlığımı hatırlıyorum. 20 kilometre ötede, danimarka'da insanlar çok daha sıcak, hayat çok daha canlı.

    isveç'te bir iki restorancıyla daha muhabbetim oluyor. yurttan daha ucuz bir ev arıyorum. malmö'de isveçlilerin "no go zone" dedikleri göçmen mahallesini söylüyorlar. gidiyorum üç beş kişiyle konuşuyorum, aman allahım. merak ediyorum nedir ne değildir diye, isveçli, türk tanıdıklarıma falan soruyorum. sordukça daha çok çıkıyor, adamlar bütün barış elçilerini, hümanizm uğrunda kafa kesenleri doldurmuş ülkeye.

    tamam diyorum, yurdumda oturup planımı yapıyorum. iki sene master yapacağım, ilk seneyi bitirip yazın türkiye'ye dönerim. ikinci sene de tez araştırması için de istanbul'da kalır, tez savunması için isveç'e gider tamamlarım. bu arada soğuklar basmış, deniz rüzgarıyla da beraber nemli nemli vuruyor. 5 dakika alt kata çamaşır yıkamaya iniyorum, dönünce yarım saat suratımda mimiklerin geri gelmesini bekliyorum.

    odayı ısıtayım, sıcak sıcak oturup film izleyip zaman geçireyim bari diyorum, yok. termostat 20 dereceye geliyor, pat. kaloriferler kapanıyor. ertesi gün yurt merkezini arıyorum, tamirci gerekiyor diyorum. kurala göre diyor, enerji tasarrufu için diyor, devlete ait bir binada odanı 20 dereceden fazla ısıtamazsın. iyi de, ev hiçbir zaman 20 dereceyi bulmuyor ki! 20'ye gelince ısıtma sistemi kapanıyor, tekrar açılması yarım saat sürüyor. içeride de sıcaklık 10-15 derecelerde gidip geliyor. yeni zelandalı bir de oda arkadaşım var, herif odasında botla, gocukla takılıyor. ısınmak için evdeki fırını 200 dereceye getirip, kapağını açık bırakıyorum.

    fırının önüne oturduğumda yaşadıklarım gözümün önüne geldi. bugüne kadar yaptığım şeylerde başarılı olmuşum, elbette yukarıda bahsettiğim gibi hatalarım da olmuş, bedelini de ödemişim. gittiğim herhangi bir ülkeye, koşula, duruma da bir şekilde ayak uydurmuşum.

    dünyada ilk 100'de, saygın akademisyenlerin çalıştığını düşünerek geldiğim okul bayağı bildiğin tırt. geceleri çöp toplayıp para kazanmaya çalışıyorum, ki en az dert ettiğim nokta bu. çöp toplamak onurumla, gururumla yapabileceğim bir iş.

    sosyal hayatlar eve tıkılıp yaşanıyor, ülkenin de yarısı asosyal. kendi odamı kaç derecede ısıtacağıma bile karar veremiyorum. orta doğu'da bile barınamayacak tipler kendilerine mahalleler kurmuş, bir karton bardakta kahveye bile hasret kalmışım. ülkesini de, okulunu da deyip 1 hafta sonrasına biletimi aldım. okulla ilişiğimi kesip, oturma izni kartımı güle oynaya teslim ettim.

    isveç'ten hiçbir şeye eyvallahı olmayan, depresyonda, saçma sapan bir halde döndüm. kişiliğim, karakterim değişti.

    türkiye'ye geldim. tarihle, siyasetle uğraşmayı, akademi peşinde koşmayı salıp medya sektöründe şirket kurdum. oturttum, kar etmeye başladım, araya pandemi girdi, kapattım. isveç'in üzerinden 3 yıl geçti, daha kendimi yeni toparlayabiliyorum.

    bana sorarsanız; ikea'dan, volvo'dan falan teklif aldıysanız, gidin. size onurlu bir yaşam ve kazanç vaat eden başka bir mesleğiniz, yeteneğiniz varsa, yukarıda saydığım şeylerin hiçbir şekilde problem olmayacağı bir kazancınız, güvenceniz mevcutsa gidin.

    türkiye'den ve orta doğunun kalanından yasa dışı örgüt artıklarıyla aynı mahallede yaşamak zorunda kalacağınız, veya bu şartlarda yaşamamak için benim gibi dişinizden tırnağınızdan arttırıp tüm paranızı kalacak yere vereceğiniz bir durumdaysanız gitmeyin.

    öğrenci olacaksanız, avrupa'da gideceğiniz herhangi bir üniversiteyi 2 kez kontrol edecekseniz, buradaki bir üniversiteyi 10 kez kontrol edin. hatta burs falan vermiyorlarsa da gitmeyin, başka bir yerde okuyun daha iyi.

    çok gitmek istiyorsanız da herkesin kendi tercihi, yolunuz ve bahtınız açık olsun.

    debe editi: 6 senelik sözlük yazarlığı maceramda ilk defa bir entry'm debe'ye girdi. gerçekten hayatımda geçirdiğim en zor dönemlerden birini anlattığım bir entry'nin böyle güzel bir olaya vesile olması çok sevindirici. onlarca geçmiş olsun mesajı aldım, herkese çok teşekkür ederim.

    bugün türkiye'de yaşıyorum, gelen mesajlardan da görüyorum, hissediyorum ki bu ülkede hala güzel insanlar var ve sayıları da az değil. iyi ki varsınız, buradasınız.
  • bugünkü debe'den anlaşılıyor ki tüm dünyada olduğu gibi burada da kadınlar üst düzey şirketlerin yöneticisi olma konusunda eşitlik bekliyorlar.

    hiçbir madende, petrol kuyusunda, savaş alanında, çöp toplamada fırsat eşitliği arayan kadın göremiyoruz. nedense hep üst düzey, janti, çılgın para getiren işlerde bir eşitlik isteği var.
  • isveç’in sosyal gelişmişlik ve bireye verilen değer olarak dünyada nasıl bir noktada olduğunu en net anlayabileceğimiz örneği bilmiyorum, buraya anlayamayacağımız örneği vermeye geldim. en azından benim kafam bunu almakta zorlanıyor. 10 senedir isveç'te yaşadığımı, asimilenin kıralını olup, ılık götlü sjw isveç köpeği olarak etiketlendiğimi belirteyim de oradan hesap yapın.

    isveç’te doğum yapacaklara birkaç hafta öncesinde izletilen, 55 dakikalık, 1979 yapımı bir video var. adı födelsen*. bu videoda bir kadını hastanede doğumdan birkaç saat öncesinden itibaren izlemeye başlıyoruz. annenin ve babanın geçirdiği süreç, doktorla olan iletişim, rahim ağzının saat saat açılması, sancılar ve finalde doğumun kendisi. anne-babayı sürece ve vücutta olacak değişimlere hazırlamak amacıyla çekilmiş. doğal olarak da ciddi kısmı bir kadının bacak arasında geçiyor. izlemesi pek kolay değil, ben de bu entri öncesi bakayım dedim ama izleyemedim. ileride çocuğum olursa mecburen izleyeceğim diyerek kenara salladım. araştırırsanız internette bulabilirsiniz.

    şimdi esas konuya gelelim. bu doğal doğum süreci filme çekilen ve en mahremini paylaşmayı kabul eden kadının adı gudrun schyman. herhangi birinden bahsetmiyoruz. bu filmi çektikten 14 yıl sonra 1993’te sosyalist sol partinin* başına geçiyor. geldiğinde %6 oy oranına sahip olan parti, schyman liderliğinde tarihinin en yüksek rakamına, %12'ye yükseliyor. 2003’te partiden ayrılarak feminist parti’yi (fi) kuruyor. günümüzde hala bu partinin sözcülüğünü sürdürmekte ve födelsen filmi hala çocuk bekleyen ebeveynlere seyrettirilmekte.

    burada sosyal gelişmişlikten kastımın, ne kadar sıradışı olsa da, kadının hayatı/kariyeri olmadığının altını çizmek istiyorum. evet meral akşener, canan kaftancıoğlu, angela merkel, hillary clinton'a bunu uyarlamayı düşünmeye başlayamıyorum bile. lakin buradaki daha şaşırtıcı detay bu ülkeyi yıllarca yönetmiş gelenekselci moderaterna partisinin, ülkenin hıristiyanının, hıristiyan demokratının, hatta yehova şahidinin, sayıca azımsanmayacak islamcı göçmeninin, neo nazi ırkçısının dahi bu konuda ağzını açıp 1 kelime etmemiş olmasıdır. evet, ülkeyi kasıp kavuran en hararetli tartışmalarda dahi.

    isveç, dünyada sosyal gelişimin tepesindeyse gudrun schyman bu filmi çekebildiği için değil, bunu yapıp politikanın en önemli figürlerinden biri olabildiği için dahi değil, bunun ülkedeni en sağ, en gelenekselci insan tarafından dahi doğal karşılanması nedeniyledir. en azından bu bireysel alanı ona bırakacak bana malum başka bir toplum bulunmuyor.
  • biz 1 haftalık turist vizesi istediğimizde dedemin ilkokul öğretmeninin tapu sicil kayıtlarına kadar evrak isteyip, "kafa kesmek isterük, kadın dövmek isterük, barları yakmak isterük" diyen ne kadar afrika, ortadoğu çomarı varsa mülteci ve oturma izni verip maaş bağlayan avrupa ülkelerinden bir tanesi.

    sıradan bir durum.
  • bugün debe olan entry'i üzülerek okurken, yazarın, süslü cümlelerle ve sistematik bir şekilde, türkiye ve türkler hakkında alaycı ve aşağılayıcı entryler giren 'daimat' olduğunu fark ettim ve bunun altını çizerek entrye başlamak istedim.

    yeri gelir, türkiye'yi ve sistemindeki çarpıklıkları ben de yerden yere vururum. fakat, benim eleştrilerimin kaynağı o ülkeye duyduğum sevgidendir. rasyonel olmaktan çıktıkları için, nefretten kaynaklı eleştrilerin ayrımını yapmakta zorlanmıyorum. bu ikisi arasındaki ince çizginin ayrımına varılmış olsaydı, o entry debe olmazdı diye düşünüyorum.

    yazar, ısrarla, isveçlilerin, nato üyeliği hedeflerini bile riske atarak, sadece insan haklarına olan bağlılıkları nedeniyle kürtlere destek olduklarından bahsetmiş ve hatta isveçlilerin, isveç'te yaşayanların, türk olup olmadıklarına bile bakmayacak kadar hümanist bir toplum olduklarını iddia etmiş. özetle "isveçliler ne yapıyorsa hümanizm ve insan hakları adına yapıyor, siz paranoyak türkler bunu anlamayacak kadar gerisiniz" mesajını vermiş. ya da ben bu mesajı aldım.

    gerçekten öyle mi? aksine, türkler, isveçlilerin gerçek yüzleriyle henüz çok yeni tanışıyorlar ve halen, isveçlilere karşı, isveçlilerin hiç hak etmedikleri bir hayranlık besliyorlar.

    isveçli arkadaşlarla ne zaman siyasi konuları tartışsak, önüme, türkiye'nin nato üyleliğini getirirlerdi. meali: "siz savaşçı ve barbar bir millet olmasanız nato'ya üye olmazdınız"

    en çok övündükleri konulardan biri de "tarafsız!" "dünyanın barış elçisi!" isveç'in nato'ya üye olmamasıydı.
    keser döndü, sap döndü, dolayısıyla hesap da dönünce, isveç nato kapısına dayandı.

    peki, isveç, gerçekten de dünyanın barış elçisi mi?

    200 küsür yıldır hiçbir savaşa dahil olmamış, kuzeyin güvenli coğrafyasında sınır güvenliği bir kez olsun tehdit altın girmemiş (rusya ile sorunlar başlamadan önce) buna rağmen 2021 yılında, 20 milyar kronluk silah ticareti yapmış bir ülkenin, sadece insan hakları ve hümanizm amaçlı kürtleri sahiplendiğini iddia etmek gerçeklerden çok kopuk bir yaklaşım.

    görsel

    isveç'in silah üretiminde ne kadar gelişmiş bir ülke olduğuyla ilgili yüzlerce kaynak var.

    "sweden is one of the world’s largest exporters of weapons. in 2014, it was the third largest weapons exporter per capita at $53.1 per capita, behind only israel at $97.7 and russia at $57.7"
    kaynak:
    https://brief.bismarckanalysis.com/…h-arms-industry

    silah üreten isveç firmalarının listesi (isveççe):
    https://www.svenskafreds.se/…enindustrin-i-sverige/

    "isveçliler sizin türk olup olmadığınıza bakmaz! "

    gerçekten öyle mi?

    tam da bu yüzden ,yani, bu algının çok yanlış olduğunu anlatabilmek için, geçenlerde, isveçlilerin dillerine yerleşmiş olan, türkler hakkındaki kalıplaşmış küfürleri buraya yazmıştım.
    #145936936

    isveç ve isveçlilerle ilgili entrynin debe olmasının ardından, bugün, şöyle bir başlığın gündem olması da çok manidar oldu:
    (bkz: turk ogrencinin basvurusunu reddeden isvecli prof)stockholm üniversitesi, bir dönem, ırkçılık ve ayrımcılığa uğrayan göçmen öğrencilerden o kadar çok şikayet aldı ki, yıllar önce, "sınav kağıtlarına isim yazılmayıp, sadece sıra numarası yazılacak" kararı aldı.

    bu kararla aslında şu mesajı verdiler; "bakın, biz, koca koca proflarımıza ırçılığın yanlış bir şey olduğunu öğretemedik fakat sizin şikayetlerinizden de bıktık. sınav kağıtlarına isminizi yazmayacaksınız ama biz, okul binasının girişindeki kocaman panolara isminizi ve sıra numaranızı yazacağız. isteyen prof. bu panolara bakıp, size yine ırkçılık yapabilecek ama sizin şikayetleriniz bu sayede geçersiz olacak"

    isveç'te yaşadığım dönemlerde didik didik gazete ve köşe yazıları okuyarak gündemi takip ederdim ve türkiye hakkında, her gün, mutlaka bir haber olurdu.

    bu haber başlıklarındaki temsili fotoğraf da, genellikle, cami önünden geçen kara çarşaflı bir kadını içerirdi.

    isveçlilerin bana sordukları "türkiye'ye gidince türban takıyor musun?" "tr'de sokaklarda kadın var mı?" sorularının temelinde de, medyanın türkiye hakkındaki algı yönetiminin var olduğunu anlamıştım.

    yine bir gün gazete okurken, isveçli bir muhabirin doğu karadeniz'de yaşayan laz bir vatandaşla yaptığı röportaja denk geldim.

    röportajın özeti şuydu:
    muhabir, dönüp dolaşıp laz adama "türkiye'de yaşamaktan memnun musun?" sorusunu soruyor

    laz adam "burası benim ülkem, vatanım. ben ülkemi seviyorum" diyor.
    muhabir yine soruyor "iyi ama, sen bir laz olarak türklerle eşit haklara sahip misin gerçekten? lazca konuşman serbest mi?
    laz adam bıkmadan, usanmadan, "evet, burası benim vatanım. ülkemi seviyorum. lazca da konuşuyorum, sorun yaşamıyorum. atatürk benim liderim vs." diyor.

    bu röportajı okurken, isveçlilerin nifak sokma konusunda ne kadar usta bir millet olduklarını düşünüp, gerilmiştim.

    ben, kürtler hiçbir haksızlığa uğramadılar, hiçbir konuda mağdur olmadılar demiyorum. aksine, türkiye'ye duydukları kırgınlık ve kızgınlıkların bir çoğunda haklı olduklarını düşünüyorum. fakat bu sorunları, isveçlileri arkalarına alıp, türklere karşı nefretlerini büyüterek çözemeyeceklerinin, acı reçeteler ödemeden farkına varmaları için dua ediyorum

    son olarak, ben artık o ülkede yaşamadığım için mutluyum.
    keşke bir gün, adil ve yaşanılır bir türkiye inşa edebilsek de, tek bir tane türk ve kürt avrupa'da, avrupalıların kibrine maruz kalarak yaşamak zorunda kalmasa.
hesabın var mı? giriş yap