• polanski'nin özyaşamöyküsel filmlerinden. modern şehirdeki yabancılaşma ve yabancı düşmanlığı, iletişimsizlik, yalnızlık, bastırılmış eşcinsellik gibi elzem temaları korku filmi, kara film, thriller üçgeninde betimleyen önemli bir yapıttır. cannes'da ilk gösterildiğinde eleştirmenler tarafından abartılı bulunduğu söylenir. bununla birlikte, birkaç kez izlendiğinde değişik yan-temalar keşfedilebilir.

    edit: imla
  • - polonya gocmeni yahudi'dir trelkovksy. film boyunca etrafta david'in yildizlarini goruruz.
    - kendi hayatinin oyuncusu degildir trelkovsky. garsondan martini ister brandy gelir; kahve ister, sicak cikolata gelir-- hayir diyemez.
    - kendine uzaktan bakabilen bir insandir trelkovsky. yalniz, otel odasinda yataginin ustunde oturup dusunebilen bir insandir trelkovsky; ve ayni zamanda intihar etmek icun silah almaya calisirken dayak yemek uzere olan bir insandir.
    - hrundi bakshi'nin fransa gormusudur trelkovsky.
    - polanski'nin sizofreniyi, kimliksizligi, kisiliksizligi yuceltmesidir bu film.

    amen
  • filmin ilk bölümünde trelkovsky daireyi kiralarken verilen "tuvalet koridorun sonunda" bilgisi, filmin başında gösterilen silah klişesi misali, gayet manidardır. zira trelkovsky ancak filmin sonunda tuvalete gider ve anlarız ki, gördüğü tüm halüsinasyonlar ve yaşadığı panik ataklar kakasını tutmasından ileri gelmektedir. sevgili polanski, "her sabah tuvaletinize gidiniz kakanızı yapınız" gibi anarşist bir alt metin yerleştirmiştir filmine... ama dikkatli gözlerden kaçar mı, kaçmaz !
  • "yabanci misiniz?"
    "evet. ama fransız vatandaşıyım..."

    yabancı olmak, yabancı hissetmek, dışlanmak bu filmin alt metninde bir gölge gibi gezinir. izleyicinin kendi hayalgücünün açık büfesinden tıkındığı oranda etkisi artan ve haklı olarak serbetçe çekilmiş etkileyici bir deneyimdir. cüretkar bir kafka yorumu olarak da görülebilir.
  • şimdiye kadar hiç bu kadar kafkaesk bi şey izlememiştim.

    ancak şöyle bi pragraf açayım;filmin psikanalatik bi okuması da yapılabilir pekela.filmde kahramanın yaşadığı her şey bi sanrı olabilir.bu anlamda karakter paranoyak şizofrendir.freud paranoyanın esas sebebinin bastırılmış eşcinsel arzu olduğunu söyler metinlerinde.o halde apartmandaki komşuların aşırı kastre edici davranışları aslında kahramanın düşlemlerinden başka bir şey değil.bu düşlemler kahramanın arzusunu açığa çıkarmaya yardımcı oluyor.zira ölüm/intihar düşlemleri ne kadar yıkıcı olsa da trelkovsky kadın kılığına giriyor.üstelik bunu da kendimi korumak için yapıyorum diyerek olayı rasyonalize ediyor.komşuların hepsinin üstbenliği temsil ettiğini söylememe gerek yok sanırım.

    ben filmin bu okumasını sevmedim,zaten sinemada insanın patalojisini psikanalatik göndermeler yaparak anlatan filmleri kısır bulurum.film/oyuncular ne kadar başarılı olursa olsun.(la pianiste,we need to talk about kevin vs.)

    diğer yandan filmi izlediğimde aklıma kafka'nın dava kitabı geldi.burda da apartman bir yer olmaktan ziyade bi olgu olarak karşımıza çıkıyor.kahraman aynen kafka'nın karakterleri gibi çaresiz.apartmandaki komşuları aşırı irrasyonel davranıyorlar.kahraman affallıyor,ne yapacağını bilemiyor.apartmandaki tiplerin her biri dehümanize tipler,yaşadıkları evren sanki gerçek değil,kurallara sıkı sıkıya bağlılar,aynı zamanda oldukca saldırgan tipler.her birinin şiddet eylemine tanık oluyoruz nerdeyse;kimisi sürekli adamı evden kovmakla tehdit ediyor,kimisi zorla imza almaya çalışıyor,kimisi kapıların önüne sıçıyor.kahraman bu katı evrende küçüldükce küçülüyor.çaresizleştikce çaresizleşiyor.aynı kafka'nın kahramanları gibi.

    filmi buraya bağlarsak eğer modernizmin örtük faşizmi içinde insanın yalnızlaşmasını,çaresizleşmesini izliyor olabiliriz.ha tam da şimdi aklıma adamın soyguna ugradıktan sonra ev sahibi tarafından polise gitmesinin engellenmesi geldi.yasayı(paradigmayı) bozacak herşey yok sayılır.tıpkı modernizmde olduğu gibi.

    apartman üçlemesinin en güzeli.
  • roman polanski'nin apartman üçlemesinin son filmi. 1976 cannes film festivalinde altın palmiyeye aday gösterildi ama ödülü travis bickle'a kaptırdı. stella'nın trelkovsky'i yatağa attığı sırada şöyle bir diyalog daha doğrusu monolog vuku bulur.

    ---spoilerımsı---

    - söyle bakalım, bir kişi hangi noktada olduğunu sandığı kişi olmayı bırakır?

    stella: bilirsin, karmaşık sorulardan hoşlanmam.

    - diyelim kolumu kestin. şöyle derim, 'ben ve kolum.' öteki kolumu da kestin. şöyle derim, 'ben ve iki kolum.' diyelim midemi söküp çıkardın, böbreklerimi, diyelim ki mümkün bu... şöyle derim, 'ben ve iç organlarım.' anlıyor musun? ve şimdi de, kafamı kestin... 'ben ve kafam' mı derim yoksa 'ben ve vücudum' mu? kafamın kendine ben demeye ne hakkı var?

    stella: ...

    ---spoilerımsı---
  • o kadar kasvetli, rutubetli bir film ki insanın içi küfleniyor. ve bu vermek istediğini verebiliyor oluşundan kaynaklanıyor. kötü olduğundan değil.

    yalnız polanski'nin steve carell'e olan benzerliği yüzünden garip bir hissiyatla izledim bütün filmi. sanki her ciddi andan, sessizlikten sonra "that's what she said" deyip yan gözle hınzırca kameraya bakarken mpppfs* yapacakmış gibi...

    --- spoiler ---

    şimdi teoriye gelirsek dairenin ilk sahibi ölen ablanın beyni, hastanede başında bizim trel'i gördüğü anda bir çıkış kapısı bulduğunu sanıp atlıyor olabilir. nasıl olabilir ? şöyle :

    şimdi beyin ölmekte olduğunu farkında, durumun gerçekliğinden kaçmak hatta durumu değiştirmek istiyor. hastahanede aslında tanımadığımız, evi tutmak istiyor olabilecek alelade bir abi olan adam geliyor, bizim deli kadının arkadaşı da geliyor. bizimki gözünü açıyor ve adamı gördüğü anda beyin tamam diyor çıkış kapım bu. direk olarak başlıyor yazmaya, "bakın ben camdan atlayan kadın değilim, hatta ben kadın bile değilim. bakın bakın kadınlarla sevişiyorum bile yani çünkü erkeğim camdan atlayan kadınla alakam yok." der gibi. fakat diğer bir kısım da "hayır sen osun işte. bak marlboro, bak sıcak çikolata. marlboro var bir tek, ve kahve makinası bozuk" vs. bunu güçlendiren bir diğer nokta da trelkovski'nin kaldığı evin, bu ablanın eski evi olması. e bu kadın bu evde yaşıyordu. burdan daha farklı bir evi hayal edip de kafasında kuramayacağı için buradan devam etti. trelkovski'nin arkadaşları da bizim kadının eski arkadaşları, sevgilisi bizimkinin yakın arkadaşı. bildiği yerden yürüyor beyin yani. yalnız trel'in daha önceki hayatından tanıdığı bir grup vardır ki, onları da kızımız alelade bir yerlerden tanıyor olabilir. hatta o komşusuna müziğin sesini kısmayacağını söyleyen adam; kızımızın en azından bir sefer buluşup çıktığı bir adam olabilir. zira trel'in bu arkadaşa misafir olduğu sahnede baya baya buluşmadan sonra sonra eve gidip sevişecek çift sahnesi atmoseri vardı.

    film boyunca trelkovski'nin her fırsatta fransız vatandaşı olduğunu belirtmek durumunda kalması da bir aitlik ihtiyacından kaynaklandığı kesin. e teorik olarak içinde bulunduğu durumda, beyinin buna ihtiyaç duyması çok normal. falanlar filanlar derken, mantıklı taraf daha baskın geliyor ve zamanla kızımız kendini arıyorken olmaktan korktuğu yere geliyor, tekrar kendi olmaya çok yakınken tam da ipin ucunu bırakmadan mücadeleden vazgeçiyor. bu sırada vücut daha fazla dayanamıyor artık ölmek üzere çünkü. trel camdan atlıyor. beyin, bu hayalde kendini bir şekilde bir an önce öldürmek zorunda çünkü vücut buna diretiyor. ne yapıyor o da hayalinde kalkıyor, sürünüyor vs. tekrar cama çıkıp tekrar atlıyor. ve beyin olarak da vücut olarak da mücadeleyi bırakmış oluyor. kısa süre sonra da vücudurn uyarısı gerçekleşiyor ve kızımız ölüyor zaten.

    ve filmdeki birçok havada kalan gerçeküstü ile ya da delilik ile açıklanabilecek noktaları da "bilinçaltı işte" deyip geçebiliyoruz bu şekilde.

    ya da occam'ın bıçağı olarak, trelkovski isimli ibne kafayı yiyip kendini öldürüyor.

    --- spoiler ---
  • roman polanski ’nin, repulsion ile başlayıp, rosemary’s baby ile doruğa çıkan üçlemesinin son halkası.
    üçlemenin ortak teması, apartman, yalnızlık ve yabancı olma hissi, bu filmde de ziyadesiyle kendini gösteriyor. yalnız ve yabancı adamı, sanki rol yapmıyor gibi bir gerçeklikle roman polanski oynuyor.
    sessiz, sakin, kibar, iki lafından biri özür dilerim veya teşekkür ederim olan, kimliğini belki hiç bulamadığından olsa gerek çok kolay kaybeden bir adam, trelkovsky. bir gün bir daireye taşınıyor ve tüm hayatı değişiyor. zaten çok kaygan bir zemini olan bu hayat, bu eski apartman dairesinde sallanıp, dağılıyor.
    film ise sonuçtan çok, bu sallantı süreci üstüne… beni ben mi delirttim*dercesine, bay trelkovsky’nin değişimine ve delirmesine neden olan sebepleri izliyoruz. polanski, yönetmenliğinin yanında oyunculuğu ile de muhteşem bir iş çıkarıyor.

    başrol oyuncusunu polanski ’nin canlandırması, onun geçmişini bilen izleyiciler için ilginç gelebilir. rosemary’s baby filmi sonrasında, roman polanski ’nin eşi sharon tate ve doğmamış bebekleri, charles manson çetesi tarafından katledilmişti. vahşi ve kanlı bir kıyımdı bu. hatta polanski, tesadüf eseri evde olmadığı için ölümden kurtulmuştu.

    --- spoiler ---
    filme dönersek, trelkovsky, birden fazla kere fransız vatandaşı olduğunu söyleme gereği duymuş ve yabancı olduğu için işlemediğini düşündüğü bir suç için bile özür dilemek zorunda kalmıştı. istenmiyordu. diğer apartman sakinleriyle aynı haklara sahip olamadığını düşünüyordu. ve herkesin onu intihara sürüklediği saplantısına kapılmış, nihayetinde de kendini camdan aşağı bırakmıştı. ama ölemedi. ve şu replikler döküldü dudaklarından;

    -you gang of killers! i'll show you some blood. you wanted a clean death, didn't you?

    -it's going to be dirty. unforgettable. it was better last time, wasn't it? well, i'm not simone choule. i'm trelkovsky. trelkovsky.

    izlerken sanki bunu polanski söylüyor gibi hissettim ben. yabancıydı, istenmiyordu, kimlik sorunu yaşıyordu. yahudi olması sebebiyle zamanında çok acılar çekmiş ve nihayetinden diyetini defalarca ödemişti (daha çocuk yaşta toplama kampında annesini kaybetmişti. sonrasında, karısı ve çocuğu katledilmişti)
    başka biri görünürken, adını haykırarak, o apartman dairesinden ikinci kere atlaması bana bunu anlatıyor. yeniden, daha kanlı, daha temiz bir ölüm.
    --- spoiler ---
  • filmin en güzel ve kendimi bulduğum sahnesi şuydu sanırım. lanet olası zırlayan çocuklar.

    https://www.youtube.com/watch?v=jrrrssemx0i
  • intiharı bir kurtuluş ve sığınma aracı olarak öne çıkaran bir film. trelkovsky simone olmaya başladıkça, aslında çoktan öldürülmüş olduğunu anlmaya başlıyor. zira apartman sakinleri trelkosky'e simone gibi davrandıkça, onun trliklerini, nun içeceğini, onun sigarsını içirdikçe, artık geriy bir tek elbise giymek kalıyor. böylece çoktandır kendisi olamayan trelkovsky simone'de olmak istemiyor ve intihar ederek kendi izini bırakmaya çalışıyor.

    filmde evin içinde tuvalet olmaması çok dikkat çekici. trelkovsky film boyunca bir kez tuvalete gidiyor, o da hasta iken. arkaaşı gibi de asi birisi değil, ya da "polis tanıdığı yok". bu yüzden mutfaktaki lavaboya da işeyemiyor. ancak mikail bakhtin'in dediği gibi dışkılama da bir karnavalizasyon aracıdır. insani eylemlerden birisidir ve bu tür insanilik sistem tarafından olumlu karşılanmaz. insanı insa vasfından koparıp bir araç haline getirmek isteyenler onu temel ihtiyaçlarından mahrum bırakırlar. trelkovsky'de ancak hasta iken tuvalete gidiyor. sıkıştırılmış, bir yönüyle hadım edilmiş biçimde gizemin içine dalıyor. simone'nin kim olduğunun bir anlamı yok, simone toplumun bize olmak konusunda rol model olarak sunduğu kişi. biz simone olamayınca zareyi onu öldürmekte buluyoruz.

    http://sinemasaldunya.com/roman-polanski-kiraci/
hesabın var mı? giriş yap