• zamanı istenilen uzunlukta eşit parçalara bölebilen aygıta metronom deniyor. hepitopu iki yüz senelik mazisi vardır. mucidi maelzel çok enteresan, çok becerikli, aventürye bir tip. sadece metronom yapmamış. mesela panharmonicon yapmış. nedir o? otomatik orkestra. koca ahşap kutu içerisinde bir sürü düzenek kurmuş. keman, piyano, vurmalılar, üflemeliler vesaire seslendiriliyor. adam bunu 1805’te yapmış. bunun daha gelişmiş, heybetli versiyonları yapılacak daha sonra. orchestrion deniyor onlara.

    video

    pat metheny de çok takmıştı buna bilmem hatırlar mısınız. orchestrion diye bir albüm kaydetti. hatta turneye de çıktı o makinalarla. istanbul’daki konserini izlemiş, dehşete düşmüştüm.

    video

    başka neler yapmış maelzel? “otomat trompetçi”. basbayağı robot gibi bir şeydir bu. insan boyutlarında, kaşı gözü, eli kolu var. geleneksel kostümler giyiyor. konser vereceği mekana göre de kılığını kıyafetini değiştiriyor. prusya kralı onuruna konser vermiş. adamcağız öyle beğenmiş ki bu acayip şeyi, maelzel’i altın madalyayla şereflendirmiş. bu dönemin en ilgi çekici, en sıra dışı icadı ise wolfgang ritten von kempelen’e ait: schachtürke! bir satranç otomatı.

    video

    satranç masasının başına dönemin türk imajına tastamam oturan palabıyıklı, serpuşlu, kaftanlı, esmer bir adam kurulmuş. rakip bu işte. gösteriden evvel kempelen sahneye çıkıyor, kutunun kapaklarını açıp izleyenlere sunuyor. öyle bir düzenek var ki içeride, bakanlar masanın içinde saklanmış oyuncuyu göremiyorlar. kutu hakikaten de boş görünüyor. neyse, bu schachtürke’nin şöhreti afakı tutuyor. prusya kralı’nı, ingiltere kralı’nı, napolyon bonaparte’ı, benjamin franklin’i alt eden türk’ün sırrını kimse çözemiyor. işte bu otomatı da maelzel satın alıyor. gösterilere bir müddet devam ediyor. işin aslı tabii ki kutunun içinde bir insan var. belli ki usta bir oyuncu. neredeyse maç kaybetmiyor. tezgahın üzerindeki satranç taşlarının altında mıknatıslar var. oyuncular taşları oynatınca kutunun içinde bulunan diğer satranç taşları da yerinden oynuyor. sırrı açık eden sürüyle çizim, video falan var. merak eden detayını buralardan öğrensin. yazının konusu bu değil. konumuz şu: 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başındaki otomat merakı. belki buna makine hayranlığı da diyebiliriz. tabii ki bu merak antik çağda da vardı ama bu yüzyıllardaki gibi çılgınlık seviyesinde değildi. ayrıca çok daha mütevazi aygıtlardı. ipini çekince şarkı söyleyen kuş, kuyruk sallayan köpek otomatı falan gibi şeyler. o devirlerin tek istisnası el-cezeri’dir. 12. yüzyıl. müzisyen otomatı, garson otomatı gibi insansı robotlar (humanoid robot) tasarlayan sıra dışı, zehir gibi bir tip. fakat onu gerçekten devrinin anomalisi gibi değerlendirmek gerek çünkü ötesinde berisinde başka kimse yok bu fikre sarılan, bununla heyecanlanan, ardı sıra giden. fakat 18. yüzyıl sonu ile birlikte adeta bir insansı robot enflasyonu görülüyor. mektup yazanı, resim çizeni, halı dokuyanı, tiyatro oynayanı, dans edeni… giyotini de sayabiliriz değil mi? aynı dönemin mahsulü. cellat otomatı! müzisyen robotlar ise ayrı bir başlıkta değerlendirilecek kadar çoklar. nedir bu çılgınlığın sebebi?

    hadi biraz daha sündüreyim yazıyı. askerler ne zamandan beri üniforma giyiyorlardır? 17. yüzyıldan önce tek tip kıyafet hiçbir orduda yok neredeyse. bazı ordular kıyafet tüzüğü falan yazmışlar ama gevşek sınırları olan şeyler bunlar. günümüz üniformasından çok uzak. zaten 17. yüzyıl öncesi resimlere bakınca bir fikir ediniyorsun.

    görsel

    rengarenk kostümler, birbirinden değişik çehreler, eli belinde pozlar… fakat sonra işler değişiyor. tornadan çıkmış gibi yeknesak bir piyon ordusu. dimdik, esnemez bir esas duruş ve bükülmez hareketlerle yapılan tören yürüyüşü. tıpkı bir robot gibi değil mi? dilediğiniz kadar arayın, 17. yüzyıldan evvel böyle karnını içeri çeken, sırtını sopa yutmuş gibi düz tutan, başı dik; emir alana dek pozisyonunu kıpırtısız muhafaza eden bir asker profili bulamazsınız.

    görsel

    insan bedeni terbiye edilecek, yoğrulacak bir iktidar sahası olarak keşfedilmiştir. büyük bir keşiftir bu. devrin tipik figürlerinden la mettrie “insan kendi zembereği etrafında dönen karmaşık bir makinedir” diyor. yani insan bedenini geliştirilebilen, kullanılabilen bir şey olarak tasavvur ediyor. dolayısıyla bu insansı otomatları salt birer oyuncak yahut gösteri malzemesi değil; iktidarların minyatür modelleri olarak da görmek gerekir. tabii ki insan bedeni bundan evvel de denetleniyor, işleniyor, zorlanıyordu. bedeni tahakküm altına alma bin yıllardan beri var fakat tahakküm (domination) ile disiplin (discipline) birbirinden farklı şeyler. bedenin kime tabi olduğu yaratıyor farkı değil mi? kendine hakim olmaya disiplin, başkasına hakim olmaya tahakküm deniyor. 16. yüzyıldan önce disiplin eğitim görme, terbiye alma, çıraklık etme gibi tedrisat nevinden bir şeydi. ekseninde beden yoktu. bedeni merkeze koyanlar çilecilerdi. islam’da zühd deniyor. “dünya nimetlerinden vazgeçme”. burada esas olan yoklukla terbiye etmektir, bedenin kapasitesini arttırmak değil. 17. yüzyıl ile birlikte doğan disiplin anlayışında bedenin (ve zihnin) kapasitesini arttırmak da amaçlanır. fakat ne için? insan neden kapasitesini arttırmak ister? cevap: birileriyle yarışıyorsa. olimpiyat yarışları örnek olabilir. fakat burada akranla yarış vardır, kendinden evvelki kuşakla değil. idman, talim, temrin, egzersiz, antrenman, pratik… etimolojilerine bakarsanız kolayca fark edilen bir ortaklık bulursunuz. bu ortaklığın nefis bir türkçe karşılığı var: alıştırma. temrinin de anlamı aşağı yukarı budur; yumuşatma, esnetme, alıştırma. insan kapasitesini, hudutlarını bilir ve herkes gibi o da zamanı geldiğinde olgunlaşır, kendi kabını doldurur. idmanlar olgunlaşma provalarından başka bir şey değildir. olgunlaşma vakti gelince gücü muhafaza etme çabasına dönüşürler. hiçbir zaman kendinden önceki kuşağı aşma gayreti yoktur (ve bahsi geçen kelimeler de bu gayreti tarif etmezler) çünkü insan bin yıllardan beri aynı insandır. fiziki kapasitesinde değişiklik olmamıştır. aynı şekilde tilkinin ve güvercinin de fiziki kapasiteleri muhtemelen değişmeden kalmıştır. niye değişsin ki? her sürümünde daha az kusurlu hale gelen, daha çok gelişen ve kapasitesini arttıran şey makinedir. haliyle “insansı robot enflasyonu”nu makineye öykünme olarak izah etmek abes olmayacak. insan yeni sürümlerle sürekli güncellenen, yedek parçalar marifetiyle tamir edilebilen, becerilerine hudut çizilemeyen makineler karşısında adeta mahcubiyet duyuyor. ne oluyor mesela? ölüm korkusunun yerini yaşlılık korkusu alıyor. insanoğlu var olduğundan beri ölümden korkar, ölümsüzlük peşinden koşar ama ölmeyi istememekle sonsuza kadar yaşamayı istemek aslında aynı şey değildir. hem aynı şeydir hem de değildir desek daha doğru olacak gibi. biraz daha açayım. ölmek istemeyen biri yaşlanmaya devam edeceğine göre 3000 yaşında bir ihtiyar olarak hayatta kalmayı da arzuluyor diyebilir miyiz? sanmıyorum. insan zihni bunu tasavvur etmekte bile zorlanır. o sadece ölmek istemiyor. fakat şimdi yaşlanma korkusu galebe çaldı. işte tüm bu arzular insansı robotlarda tecelli etmiştir. metronom da, öykünülen müzisyen otomatlara ulaşma çabasına yaverlik eden mekanik bir kılavuzdur. daha önce hiçbir müzisyene bir aygıt rehberlik etmemiştir. işte varmak istediğim yer burası; metronom ile kulplu beygir arasındaki fark.

    kulplu beygir rehber değil yaverdir. metronom ise rehberdir. müzisyenin gayreti metronoma eklemlenmektir. tökezlediği zaman ‘kendine’ gelir. hatta beceriksizliğinden ötürü mahcubiyet duyar. çünkü kusursuz çalışan aygıta eklemlenememiştir. bir makine olarak bedenin keşfi ve metronomun icadıyla birlikte to play’in yerini to perform alır. çünkü akranlarla yarışma, yerini makinelere eklemlenmeye bırakır. zorlama bir çıkarım olduğunu mu düşünüyorsunuz? 7-8 asırlık mazisinde sayısız form barındıran avrupa sanat müziği’nde daha evvelden etüde karşılık gelir bir form olmamasını nasıl izah edeceğiz peki? etüdün tedrisat materyali olmaktan çıkıp sanat müziği formuna dönüşmesinin 18. yüzyıla denk gelmesi tesadüf olmasa gerek. ilk örneği domenico scarlatti; essercizi per gravicembalo. 1738.

    19.yüzyılda chopin ve liszt ile birlikte bu form şaşılacak bir şöhrete kavuştu biliyorsunuz. işte bu insansı robotları, etüt formunu, metronomu doğuran şeyin ardında makineye öykünme vardır. bu öykünme şüphesiz insan bedeninin kapasitesini muazzam ölçüde genişletti fakat bir yandan da insanı (ve müzisyeni) kendi özel performansına takılı bir fazlalığa dönüştürdü.

    metronom da böyle.
  • metronomda bpm değerleri şöyledir:

    larghissimo — çok çok yavaş........................... (20 bpm ve altı)
    lento — çok yavaş ...........................................(40–60 bpm)
    largo — çok yavaş, lento'ya benzer..................(40–60 bpm)
    larghetto — daha geniş................................... (60–66 bpm)
    grave — yavaş ve ağır
    adagio — yavaş ve heybetli ............................(66–76 bpm)
    adagietto — nisbeten yavaş ...........................(70–80 bpm)
    andante— yürüyüş adımı................................ (76–108 bpm)
    andante moderato — andante'den çok az hızlı
    andantino – andante'den biraz hızlı
    moderato — ılımlı .............................................(101-110 bpm)
    allegretto — hızlı ılımlı (ama allegro'dan az)
    allegro moderato — süratli ılımlı....................... (112–124 bpm)
    allegro — hızlı, süratli ve neşeli ........................(120–139 bpm)
    vivace — canlı ve hızlı (allegro'dan hızlı)............(˜140 bpm)
    vivacissimo — çok hızlı ve canlı
    allegrissimo — çok hızlı
    presto— çook hızlı............................................ (168–200 bpm)
    prestissimo — aşırı hızlı.................................... (200bpm'den fazla)

    http://bestmetronome.com/
  • kendileri ile yapılan çok ilginç bir deney var: http://io9.com/…ve-synchrony-in-a-matter-of-minutes

    32 adet metronom bir araya eşit aralıklarla konulup, rastlantısal olarak çalıştırılıyor, bu cihazlar dakikalar içerisinde birbirlerinden etkilenip aynı düzende çalışmaya başlıyor, gerçekten ilginç.
  • muzisyenlerin olmazsa olmaz araclarindandir.
    calinan parcanin belli bir hizla girip ayni hizla bitirilmesi gerektiginden dolayi bu konu bir muzisyen icin cok onemlidir.

    metronom ile etud yapmayan bir muzisyen calinan bir parcanin belirlenmis hizinin disina cikacaktir. her ne kadar konser gibi canli performanslarda bu aksaklik anlasilir derecede belirgin olmasa da kayitlarda bariz derecede belli olur ve parcanin yapisinin degismesine neden olur. kayitlarda duruma kulakligin bir tarafindan pilot kayit digerinden metronom ya da her ikisinden sadece metronom geldigi icin aliskin olmayan bir insanin ambale olmasina neden olur.

    ozellikle davulcularin bu konuda cok hassas olmalari gerekir. nitekim davul muzikte metronom gorevini de ustlenir.

    ilgili olarak ;
    (bkz: kosmak)
    (bkz: cekmek)
  • fazla muhatap oldugunuzda otobuse binen insanlarin adimlarini metronoma uygun mu gidiyor diye dinlemenize, musluktan akan damlalari 2 ve 4 olarak duymaniza, ust kattakiler cekicle bir seyler tamir ettiginde acaba bu kac metronoma denk geliyordur diye dusunmenize sebep olabilen bir alet.
  • yunanca metron* ve nomos* sözcüklerinin birleşmesinden türetilmiştir.
  • metronom deyip geçme. benim bu ülkeden bir halt olmayacağını anlamamı sağlamış bir şeydir kendisi. şimdi hepimiz ilkokuldan itibaren lise son sınıfa kadar flüt çalmış bir nesiliz. yeni nesil biraz daha piyasası olan enstrümanlar ile yetişiyor, gitar, keman gibi. bizim zamanımızda da bunlar vardı ama okulda bize çaldırılan ana enstrüman hep flüttü. şimdi buna itirazım yok, sonuçta burası fakir bir ülke ki bırakın gitarı bir flütü bile alamayacak ailelerin varlığını ibrahim tatlıses' in o unutulmaz ''kaç para ulan bir flüt'' repliğiyle görmüştük. yani amacım flütü küçümsemek değil, ama öğrettiğin enstrümanı bari doğru düzgün öğret değil mi?
    ilk okuldan, üniversiteye kadar hemen hemen her müzik dersinde ayağımı yere vurup flüte üfledim. daha ilk okulda kafama takılmıştı bana bu satırları yazdıran soru ama cesaret edip soramamıştım ve onun yerine hocanın ayağına bakmayı tercih etmiştim. o soru şuydu: ''ulan ayağımızı yere vuracağız ama hangi hızla!?''
    evet sevgili okur, hadi ilkokulu geç ama ortaokuldan itibaren branş hocası tarafından verilmeye başlanan müzik daha doğrusu flüt dersinde istiklal marşını okumaktan, zorla şarkı söylemeye varana kadar ileride travmatik etkileri olacak gereksiz bir sürü şey yaptırıldı da metronomun ne olduğu anlatılmadı.
    sen bir insana 8 yaşından 17 yaşına kadar 9 sene boyunca her sene flüt çaldırıp müzik dersi adı altında haftada bir saat ders yaptırıp da o insana metronomun tanımını dahi öğretemediysen senden bir halt olmaz. bu kadar genelleme olur mu diyorsanız? olur lan!
  • “hatasız“ müzik yapabilmek için gerekli fakat en nihayetinde duyguları öldüren bir cihazdır. insani özellikleri törpüleyen, bizi mekanikleştiren bir araç olduğu kanaatindeyim.

    insanlardaki ritim duygusunun vücutlarındaki iç organların işleyiş ritminden geldiğini düşünüyorum. bu yüzden herhangi bir ritim tempo tutarak basitçe dışa vurulduğunda bu iç işleyişle bir uyum yarattığı için motive edici bir etkisi oluyor. alkış tutmak, bir şarkının temposuna göre dans etme isteği, hatta topluca söylenen sloganlar bunlara örnek olabilir. yeri gelmişken steve reich'ın da vücudun iç mekanizmasını anlatmak istediği bir müzik albümü vardır. (bkz: music for 18 musicians)

    gel gelelim iç organlarımızın ritmi hep aynı değildir. nabzımız her dakika aynı değeri göstermez hatta sağlıklı insanlarda bile her dakika farklı değeri gösterir. bu yüzden içimizdeki bu ritmi dışa vurduğumuzda da küçük “hatalarla“ çalarız, standart bir düzende uyumlu çalamayız. çünkü insani özellikler buna programlı değildir. çalarken dışardan düzenli ve uyumlu gelen ritimler metronom referans alındığında oldukça rahatsız edici bir hale bürünecektir. böyle çalabilmek için metronom ile çalışmamız ve metronomsuzken standart çalabilmek için beynimiz o standardı refleks haline getirene kadar metronom ile çalışmamız gerekir. bu özelliği koruyabilmek için ise hayatımız boyunca metronoma devam etmemiz şarttır. çünkü dediğim gibi yaradılışımız metronoma uyumlu değildir ve ara verirsek yeniden insani özellikler baskın gelmeye başlar.

    başka bir açıdan ise, nasıl iç organların ritmi her insanda farklı ise, bir enstrümanı çalarkenki ritim algıları da farklıdır. doğaçlama sırasında, birbirlerini dinlerlerken ne kadar bu farklılıkları törpüleyerek aynı çizgi de gidiyor olsalar da aslında hafif hafif çizginin dışına çıkıp giren bir enstrümanlar bütünü vardır. bu küçük çıkış girişler de dışarıdan dinlenirken anlaşılmaz fakat metronom devreye girdiğinde ortaya çıkarlar. yani enstrümanların stabil şekilde aynı çizgide çalınabilmesi için metronom gerekir yine veya çalanların metronomize beyinlere sahip olması.

    kısacası insanların kendini veya başka bir insanı referans alarak “hatasız“ müzik yapabilmesi mümkün değildir ve bunun için insani olmayan bir cihaza ihtiyaç duyar. insanı tarafını törpülemek istemeyen müzisyenlerin metronom ile çalamıyor diye küçümsenmesi de mekanikleşmiş beyinlerin bir ürünüdür.

    metronom ile çalmayı çok seviyorum diyen bir müzisyen bulamazsınız. standardizasyon için bir zorunluluktur. metronom ile çalışarak ritim ve boşluk algısı geliştirilmeye çalışılır. fakat bunun bir gelişim olduğu bakış açısına göre değişecek bir söylem.
  • 1812 yılında dietrich nikolaus winkler tarafından icat edilmiş, daha sonra amsterdam'da johann nepomuk maelzel tarafından ölçeklendirilerek geliştirilmiştir. bugünkü klasik (mekanik) metronoma maelzel metronom adı verilir.
hesabın var mı? giriş yap