70 entry daha
  • zamanı istenilen uzunlukta eşit parçalara bölebilen aygıta metronom deniyor. hepitopu iki yüz senelik mazisi vardır. mucidi maelzel çok enteresan, çok becerikli, aventürye bir tip. sadece metronom yapmamış. mesela panharmonicon yapmış. nedir o? otomatik orkestra. koca ahşap kutu içerisinde bir sürü düzenek kurmuş. keman, piyano, vurmalılar, üflemeliler vesaire seslendiriliyor. adam bunu 1805’te yapmış. bunun daha gelişmiş, heybetli versiyonları yapılacak daha sonra. orchestrion deniyor onlara.

    video

    pat metheny de çok takmıştı buna bilmem hatırlar mısınız. orchestrion diye bir albüm kaydetti. hatta turneye de çıktı o makinalarla. istanbul’daki konserini izlemiş, dehşete düşmüştüm.

    video

    başka neler yapmış maelzel? “otomat trompetçi”. basbayağı robot gibi bir şeydir bu. insan boyutlarında, kaşı gözü, eli kolu var. geleneksel kostümler giyiyor. konser vereceği mekana göre de kılığını kıyafetini değiştiriyor. prusya kralı onuruna konser vermiş. adamcağız öyle beğenmiş ki bu acayip şeyi, maelzel’i altın madalyayla şereflendirmiş. bu dönemin en ilgi çekici, en sıra dışı icadı ise wolfgang ritten von kempelen’e ait: schachtürke! bir satranç otomatı.

    video

    satranç masasının başına dönemin türk imajına tastamam oturan palabıyıklı, serpuşlu, kaftanlı, esmer bir adam kurulmuş. rakip bu işte. gösteriden evvel kempelen sahneye çıkıyor, kutunun kapaklarını açıp izleyenlere sunuyor. öyle bir düzenek var ki içeride, bakanlar masanın içinde saklanmış oyuncuyu göremiyorlar. kutu hakikaten de boş görünüyor. neyse, bu schachtürke’nin şöhreti afakı tutuyor. prusya kralı’nı, ingiltere kralı’nı, napolyon bonaparte’ı, benjamin franklin’i alt eden türk’ün sırrını kimse çözemiyor. işte bu otomatı da maelzel satın alıyor. gösterilere bir müddet devam ediyor. işin aslı tabii ki kutunun içinde bir insan var. belli ki usta bir oyuncu. neredeyse maç kaybetmiyor. tezgahın üzerindeki satranç taşlarının altında mıknatıslar var. oyuncular taşları oynatınca kutunun içinde bulunan diğer satranç taşları da yerinden oynuyor. sırrı açık eden sürüyle çizim, video falan var. merak eden detayını buralardan öğrensin. yazının konusu bu değil. konumuz şu: 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başındaki otomat merakı. belki buna makine hayranlığı da diyebiliriz. tabii ki bu merak antik çağda da vardı ama bu yüzyıllardaki gibi çılgınlık seviyesinde değildi. ayrıca çok daha mütevazi aygıtlardı. ipini çekince şarkı söyleyen kuş, kuyruk sallayan köpek otomatı falan gibi şeyler. o devirlerin tek istisnası el-cezeri’dir. 12. yüzyıl. müzisyen otomatı, garson otomatı gibi insansı robotlar (humanoid robot) tasarlayan sıra dışı, zehir gibi bir tip. fakat onu gerçekten devrinin anomalisi gibi değerlendirmek gerek çünkü ötesinde berisinde başka kimse yok bu fikre sarılan, bununla heyecanlanan, ardı sıra giden. fakat 18. yüzyıl sonu ile birlikte adeta bir insansı robot enflasyonu görülüyor. mektup yazanı, resim çizeni, halı dokuyanı, tiyatro oynayanı, dans edeni… giyotini de sayabiliriz değil mi? aynı dönemin mahsulü. cellat otomatı! müzisyen robotlar ise ayrı bir başlıkta değerlendirilecek kadar çoklar. nedir bu çılgınlığın sebebi?

    hadi biraz daha sündüreyim yazıyı. askerler ne zamandan beri üniforma giyiyorlardır? 17. yüzyıldan önce tek tip kıyafet hiçbir orduda yok neredeyse. bazı ordular kıyafet tüzüğü falan yazmışlar ama gevşek sınırları olan şeyler bunlar. günümüz üniformasından çok uzak. zaten 17. yüzyıl öncesi resimlere bakınca bir fikir ediniyorsun.

    görsel

    rengarenk kostümler, birbirinden değişik çehreler, eli belinde pozlar… fakat sonra işler değişiyor. tornadan çıkmış gibi yeknesak bir piyon ordusu. dimdik, esnemez bir esas duruş ve bükülmez hareketlerle yapılan tören yürüyüşü. tıpkı bir robot gibi değil mi? dilediğiniz kadar arayın, 17. yüzyıldan evvel böyle karnını içeri çeken, sırtını sopa yutmuş gibi düz tutan, başı dik; emir alana dek pozisyonunu kıpırtısız muhafaza eden bir asker profili bulamazsınız.

    görsel

    insan bedeni terbiye edilecek, yoğrulacak bir iktidar sahası olarak keşfedilmiştir. büyük bir keşiftir bu. devrin tipik figürlerinden la mettrie “insan kendi zembereği etrafında dönen karmaşık bir makinedir” diyor. yani insan bedenini geliştirilebilen, kullanılabilen bir şey olarak tasavvur ediyor. dolayısıyla bu insansı otomatları salt birer oyuncak yahut gösteri malzemesi değil; iktidarların minyatür modelleri olarak da görmek gerekir. tabii ki insan bedeni bundan evvel de denetleniyor, işleniyor, zorlanıyordu. bedeni tahakküm altına alma bin yıllardan beri var fakat tahakküm (domination) ile disiplin (discipline) birbirinden farklı şeyler. bedenin kime tabi olduğu yaratıyor farkı değil mi? kendine hakim olmaya disiplin, başkasına hakim olmaya tahakküm deniyor. 16. yüzyıldan önce disiplin eğitim görme, terbiye alma, çıraklık etme gibi tedrisat nevinden bir şeydi. ekseninde beden yoktu. bedeni merkeze koyanlar çilecilerdi. islam’da zühd deniyor. “dünya nimetlerinden vazgeçme”. burada esas olan yoklukla terbiye etmektir, bedenin kapasitesini arttırmak değil. 17. yüzyıl ile birlikte doğan disiplin anlayışında bedenin (ve zihnin) kapasitesini arttırmak da amaçlanır. fakat ne için? insan neden kapasitesini arttırmak ister? cevap: birileriyle yarışıyorsa. olimpiyat yarışları örnek olabilir. fakat burada akranla yarış vardır, kendinden evvelki kuşakla değil. idman, talim, temrin, egzersiz, antrenman, pratik… etimolojilerine bakarsanız kolayca fark edilen bir ortaklık bulursunuz. bu ortaklığın nefis bir türkçe karşılığı var: alıştırma. temrinin de anlamı aşağı yukarı budur; yumuşatma, esnetme, alıştırma. insan kapasitesini, hudutlarını bilir ve herkes gibi o da zamanı geldiğinde olgunlaşır, kendi kabını doldurur. idmanlar olgunlaşma provalarından başka bir şey değildir. olgunlaşma vakti gelince gücü muhafaza etme çabasına dönüşürler. hiçbir zaman kendinden önceki kuşağı aşma gayreti yoktur (ve bahsi geçen kelimeler de bu gayreti tarif etmezler) çünkü insan bin yıllardan beri aynı insandır. fiziki kapasitesinde değişiklik olmamıştır. aynı şekilde tilkinin ve güvercinin de fiziki kapasiteleri muhtemelen değişmeden kalmıştır. niye değişsin ki? her sürümünde daha az kusurlu hale gelen, daha çok gelişen ve kapasitesini arttıran şey makinedir. haliyle “insansı robot enflasyonu”nu makineye öykünme olarak izah etmek abes olmayacak. insan yeni sürümlerle sürekli güncellenen, yedek parçalar marifetiyle tamir edilebilen, becerilerine hudut çizilemeyen makineler karşısında adeta mahcubiyet duyuyor. ne oluyor mesela? ölüm korkusunun yerini yaşlılık korkusu alıyor. insanoğlu var olduğundan beri ölümden korkar, ölümsüzlük peşinden koşar ama ölmeyi istememekle sonsuza kadar yaşamayı istemek aslında aynı şey değildir. hem aynı şeydir hem de değildir desek daha doğru olacak gibi. biraz daha açayım. ölmek istemeyen biri yaşlanmaya devam edeceğine göre 3000 yaşında bir ihtiyar olarak hayatta kalmayı da arzuluyor diyebilir miyiz? sanmıyorum. insan zihni bunu tasavvur etmekte bile zorlanır. o sadece ölmek istemiyor. fakat şimdi yaşlanma korkusu galebe çaldı. işte tüm bu arzular insansı robotlarda tecelli etmiştir. metronom da, öykünülen müzisyen otomatlara ulaşma çabasına yaverlik eden mekanik bir kılavuzdur. daha önce hiçbir müzisyene bir aygıt rehberlik etmemiştir. işte varmak istediğim yer burası; metronom ile kulplu beygir arasındaki fark.

    kulplu beygir rehber değil yaverdir. metronom ise rehberdir. müzisyenin gayreti metronoma eklemlenmektir. tökezlediği zaman ‘kendine’ gelir. hatta beceriksizliğinden ötürü mahcubiyet duyar. çünkü kusursuz çalışan aygıta eklemlenememiştir. bir makine olarak bedenin keşfi ve metronomun icadıyla birlikte to play’in yerini to perform alır. çünkü akranlarla yarışma, yerini makinelere eklemlenmeye bırakır. zorlama bir çıkarım olduğunu mu düşünüyorsunuz? 7-8 asırlık mazisinde sayısız form barındıran avrupa sanat müziği’nde daha evvelden etüde karşılık gelir bir form olmamasını nasıl izah edeceğiz peki? etüdün tedrisat materyali olmaktan çıkıp sanat müziği formuna dönüşmesinin 18. yüzyıla denk gelmesi tesadüf olmasa gerek. ilk örneği domenico scarlatti; essercizi per gravicembalo. 1738.

    19.yüzyılda chopin ve liszt ile birlikte bu form şaşılacak bir şöhrete kavuştu biliyorsunuz. işte bu insansı robotları, etüt formunu, metronomu doğuran şeyin ardında makineye öykünme vardır. bu öykünme şüphesiz insan bedeninin kapasitesini muazzam ölçüde genişletti fakat bir yandan da insanı (ve müzisyeni) kendi özel performansına takılı bir fazlalığa dönüştürdü.

    metronom da böyle.
4 entry daha
hesabın var mı? giriş yap