• postmodernizm ile ilgili bir yazı debe'ye girmiş, fakat yazan kişi fizik bilmediği gibi, yarım yamalak bilgisini bakın postmodenizm aslında mantıklı bir süreç, gayet de rasyonel diye yutturmaya çalışmış.

    postmodernizmin özeti budur işte arkadaşlar. size saçmalama özgürlü sunar. bilmeyen insanlara, saçma olan bir şeyi iyi bir şeymiş gibi pazarlar. anlamıyorum, çok karışık, demek ki çok üstün bir bilgi var diye sizi kandırır. doğru bilgi edinme yükümlülüğünden de kurtarır.

    sırayla çürütelim şu debe'ye giren entrydeki saçmalıkları.

    " daha cok continuum mechanics dedigimiz, klasik newton mekanigi prensipleri uzerine kurulan, surekli ortamlar mekanigi. yani mekanik hesaplarin yapilacagi ortam surekli kabul ediliyor. quantum mekaniginde ise bu sureklilik yoktur."

    yanlış elbette. kuantum mekaniğinde parçacıklar aslen kuantum alanlarının uyarılmış halleridir. bunlardan herkesin bildiği alan mesela, elektro-manyetik alan. fotonlar bu alandan ortaya çıkarlar. (kuantum dalgalanmaları denen olgu da bu alanlardan parçacık ortaya çıkıp sonra yok olmasıdır.) bunun gibi başka kuantum alanları da var. neredeyse 50 yıldan fazladır kuantum alan teorisi var. alanlar zaten sürekli yani continious ve her yeri kaplıyor. dolayısıyla kuantum dünyası süreklidir.

    kuantum alan teorisi için türkçe kaynak.
    https://www.kozmikanafor.com/kuantum-alan-teorisi/

    "benzer sekilde elektromanyetik alanlar ve bu alanlar icerisinde hareket eden parcaciklarin hareket prensipleri, enerji hesaplamalari filan newton mekanigi prensipleri icerisinde hala mantikli iken hesaplamalarda bazi eksiklikler oldugu kesfediliyor."

    hayır yanlış. elektromanyetik teori ile newton'un teorisi birbiriyle örtüşmez. newton mekaniği içinde mantıklı falan değildir. ikisinin zaten temelde bu kadar farklı olması nedeniyle fizikçiler arayışlara giriyorlar.

    "heisenberg'in belirsizlik teorisini ortaya koydugu zaman bana kalirsa modernist dunya tamamen bitmisti."

    sana göre bitmiş olabilir fakat fizikçiler için bitmiyor. süreç gayet mantıklı bir şekilde işler. subjektivite yoktur. buradaki bilinmezlik, yani belirsizlik hesaplanabilir ve konuyu bilen için gayet de mantıklı bir sonuçtur.

    burada yaşanılan sıkıntı şu. insan rölativistik hızlarda hareket etmediği için, veya kuantum ölçeğinde ufak olmadığı için, normal newton mekaniğinin işlediği bir ortamda büyüdüğü için beynimiz bu ölçekteki olayları mantıklı bulmakta. diğer durumları mantıksız bulması, o olayların kendilerinin mantıksız olduğu anlamına gelmiyor. sadece o konuda anlayışımızın yetersiz olduğu anlamına geliyor ki buradaki karmaşıklığın eğitimi olmayan insan tarafından anlaşılamaması, postmodernistlerin yağ gibi damlamasını sağlıyor. kendilerine oynayacak alan buluyorlar, oysa olayın alakası yok. doğru bir şekilde hesaplıyorsan, deneylerin tutarlıysa demek ki sana mantıksız gelen şeyin aslında mantıksız olmadığı anlaşılıyor.
    bunu şey gibi düşünün; hayatında hiç elektrik görmemiş bir kabileye veya ortaçağ'da yaşyan bir köye gidin, uzaktan kumandayla ötede bir ağacın üstüne koyduğunuz fenerin ampulünü açıp kapayın. bu süreç oradaki insanlara mantıksız gelecektir. fakat kumandanın nasıl işlediğini ve ampulün nasıl çalıştığını bildiğiniz için size mantıksız gelmiyor, hatta gayet de mantıklı buluyorsunuz. bu arkadaşın kuantum fiziğinin mantıksızlığını iddia etmesi, hayatında elektrik görmemiş o köylünün ağaçtan çıkan ışığı mantıksız bulması gibi.

    "postmodernizmin iddialari ise episteme degil doxadir. doxa denilen sey de en temelde dogrulugu kesinlikle yanlislanamayan turdeki iddialardan olusan bir diyalektige sahip olmasidir."

    hassiktir be rıfat abi... bunu yazanın zerre kadar modern fizikten anlamadığına, sıfır fizik altyapısı olduğuna iddiaya girerim. önüne kuantum fiziği ile ilgili, genel görelilikle veya özel görelilikle ilgili sorular koysam denklem yazıp çözemeyeceğine adım gibi eminim ama gelmiş sallıyor işte. kuantum fiziği ve görelilik teorileri yanlışlanamayan türdeki iddialar koymuyor ortaya. gayet test edilebilir ve rasyonel bir şekilde işliyor şüreç. bu nedenle en basitinden kuantum fiziğini kullanarak transistörleri ve teknolojik aletleri üretiyorsunuz, bu kadar yanlışlanamayan bir şey nasıl oluyor da hep aynı sonucu veriyor ve kuantum fiziğindeki gelişmeler teknolojiyi ilerletiyor acaba. böyle bir şey olabilir mi.

    bu kadar irrasyonel işleyen bir süreç günlük hayatta bu kadar tutarlı bir şekilde kullanılabilir mi? elbette kullanılamaz. ama kullanılıyor işte, çünkü süreç sanıldığı gibi postmodern bir şekilde işlemiyor.

    https://evrimagaci.org/…ak-kullanildigi-5-alan-3155

    hiç bilmediği bir konuyu sırf birkaç popüler bilim kitabı okudu diye müthiş bir özgüvenle gelip sani fizikte uzmanmış gibi anlatmış. ayıp gerçekten. millet de saf, süslü içerik görünce yiyiyor insan doğal olarak.

    aşı karşıtları yüzünden millet ölsün, homeopati gibi sahte bilimler ortalıkta cirit atsın, düz dünyacılar saçmalayıp dursunlar, fakat postmodernizm gerekli diye biri gelsin tatava yapsın. esas bu saçmalıkları doğuranın kendisi postmodernist zihniyet.

    postmodernizmin bilim ile ilişkisi hakkında gerçekten bir şey öğrenmek istiyorsanız, debe'ye giren yazarın saçmalamalarını bir kenara atıp evrim ağacında yazılan şu yazıyı ya baştan sona okuyun, yada 2.1. post-modernizm ve bilim ilişkisi kısmına bakın.

    https://evrimagaci.org/…fe-postmodernizm-nedir-8238
  • anlatısal bilginin,en az bilimsel bilgi kadar geçerli olduğunu savunur. bilgi, temelinde bilimselse, modernist; anlatısal bilgi ile işbirliği içinde ise post-moderndir. buna göre, ana britannica "modern" ken, ekşi sözlük "post-modern" dir? midir midir?
  • latince kökenli- modo: tam şimdi
    postmodo: tam simdinin sonrası: 'after just now' (lyotard)

    içeriğine uygun olarak tanımı yapılamayan bir düşünce akımıdır. bu sebepten anlasılabilmesi icin once modernizm ustune okumak gerekir cunku modernizm, postmodernizmin cıkısına sebep olmuştur.

    cok kısaca modernizm oncesinde,-premodernizm- kilisenin tam kontrolü var, her sey net.
    modernizm ise buna tepki olarak doguyor. felsefi anlamda (yani aslında modernite) rasyonellik ve bilimi savunuyor. din baskısından kurtulmak ve varlık olarak insana duyulan inanç temel öğeleridir.
    modernizm sanatta bir cok kalıbı kırdı. görsel sanatlarda, müzik, edebiyat ve dramada eski victorian sanat anlayısını reddeden bir tavır vardır. turler arası gecis başladı. düz yazı, şiir ayrımı netliğini kaybetti. 68'le low art/high art ayrımı kaldırılmak istendi.

    postmodernizm bunu ileri götürür, tum sınırlar kalksın ister. eklektik bir harekettir, bir cok disiplin postmodern olabilir. estetik mimariye ve felsefeye dayanan bir cıkıs noktası vardır.
    postmodern metinler -ve düşünüşün kendisi de- belirsizdir cunku her sey ayrısmıstır, merkez yok, yazar kavramı yok cunku tek bir anlatıcının baskın oldugu bir alan yok. metinde atlama, geriye donme var, içeri girilemezse tumden kaybolunabilinecek bir tür. parcalanmıs soylemler, parcalanmıs karakterler vardır. lineer bir akıs yoktur, anlatım araclarıyla oynanır.

    modernizm ise parcalanmayı trajik bulur. gecmisle baglarını koparıp, kendi bir butun olmak ister. yeniliğin temsilcisidir ve sanatı, hayata anlam bulma aracı olarak kullanır. yani sanat, kurumların yapamadıgını yapacak, anlam yaratacaktır.

    postmodernizm ise köprüdür, bir seyleri birbirine baglar. farklı yaratıcılıgı sever. tutarlılık aramaz ve sanatın bir misyonu olmaması gerektiğini savunur. sanat, hayata anlam katamaz cunku hayat zaten saçmadır. ancak saçmalığa anlam katılabilir. her sey anlıktır. postmodernizm kaos, karman çormanlık gibi kelimeleri sever.

    kısaca 'anything goes'
    kuralları sen koyarsın, kimse seni yargılayıp belli sınırlar koyamaz cunku:

    postmodernizm objektif gercekligi reddeder. derler ki: gerceklik, gorenin zihnindedir.
    insanın özerkligini de * kabul etmez.
    her kültürün kendine ait ahlaki önermeleri ve görme biçimleri vardır ve 'biz kimiz ki başka bir kültürü yanlış yapmakla/olmakla yargılayabilelim? biz de kendi kültürümüzün ve dilimizin kurallarına göre varsayımlara ve sonuçlara ulaşmıyor muyuz?" derler postmodernistler. buna baglı olarak tum kavramları * toplumsal urun olarak gorurler.
    şuna da inanırlar ki, hepimiz dilimizle yani bizim dışımızda belirlenmiş olan bir seyle sınırlıyızdır -'dilimin sınırları düşüncemin sınırlarıdır'- gibi. anlam dilin bir fonksiyonudur. eger ifade edecek kelime olmaz ise, kavram da orada olmaz demektedirler.

    mimaride ise soyle ayırdedilebilir ki; modernist mimari geniş ve kullanışlıdır. postmodern mimari ilk anda cok zıt gorülen seyleri birlikte kullanır. mesela tahta ve metali. new york'taki att binası (bkz: at and t) buna örnektir.

    postmodernizm, grand narrativeleri, yapısalcılıkı reddeder. post structuralismi savunur onlar. kısaca, her ilişki mantıkla açıklanamaz, düşünülemeyecek ilişkiler vardır derler. hedefleri daha ulasılabilirdir, kücük basarılardır.
    mesela bugune bakarsak abd'nin grand narrative'i 1911'e wilson prensiplerine dayanır. o zamandan bu zamana cok sey degisti ama bu degismedi. onların evrensel demokrasi ve adalet getirme anlayısı. simdi afganistan, ırak'a demokrasi servisi yapıyorlar. postmodern anlayıs buna su cevabı verir: "who are we to judge another culture as wrong?" (ama tabii bu cevap icin sadece insan gibi düsünebilmek yeterlidir.)
    abd postmodernizme en yakın duran ulkedir hatta avrupayı modernist olmakla suçlar.
    gunluk yasam da, politika da postmodern olabilir cunku bu bir dusunus şekli.

    baslıca dusunurleri:
    (bkz: jean francois lyotard)
    (bkz: michel foucault)
    (bkz: jean baudrillard)
    (bkz: jaques derrida)

    lytoard, meta(master)-narrative demeyi tercih ediyormus. bunları elestiriyor. nedenlerin, mantıklı olmayan seylerin -duygu, sezi, heyecan- gücünü yadsımıyor. humanizmi ve bilginin ana nesnesi olarak insanı reddediyor. farklılığı ve heterojenliği savunuyor.

    foucault, insanların insan doğası ve toplum hakkında kalıcı ve sürekli olarak kabul ettikleri temel fikirlerin tarih içinde nasıl değiştiğini göstermeye uğraşmıştır.
    marx ve freud'un fikirleriyle mücadele ederken foucault, insanın günlük deneyimlerinin, kendisine bir kimlik yaratmasını ve bilgisini sitematik bir hale sokmasını mümkün kıldıgını soylemistir.
    kendisi postmodernist bir düşünür kabul edilir cunku geleneksel tarihe bakıs anlayısının düzenini bozmustur.

    baudrillard," there is no real world" demiş. recreation of reality'i savunuyor. bu simulation. simulasyonla yaratılmış bir gerçeklik. (bkz: simulacra)
    ona göre görüntü, image dünyasında yasıyoruz, ama bunlar simulasyon. diyor ki; bir cok insan sunu anlayamıyor: " bir çağa girdik... ve bu devirde gerçek -doğruluk- tamamen konsensusun getirdiği değerlerin ürünü. bu dönemde (-özür dileyerek-) 'science' itself is just the name we attach to certain modes of explanation."

    derrida ise, cogunlukla metinlerin parcalanısı ve metinler arası anlam iliskisiyle ilgilenmis.

    bir de fredric jameson var. kapitalizmin olusum evrelerini incelemiş. üç evre var diyor.
    1-piyasa kapitalizmi
    2-tekel kapitalizmi
    3-tüketici kapitalizmi (multinational and consumer capitalism) iste bu (icinde bulundugumuz ama neresinde oldugumuzu kestiremedigimiz durum) postmodern bakışı yaratan evre.

    postmodern toplumda bireyin egitimli olması degil, egitimi nasıl kullandıgı onemlidir. faydacı bir bakış yani, önemli olan: nasıl kullanacaksın, neye yarayacak? entelektuel birikim degil, o an o isi yapabiliyor mu o önemli. kaosa anlam katmak onemli. bu bakımdan mesela borsacılık postmodernizme cok uygun bir meslek.
    aynı mantıgı farklı yerlere uygulamak bunu anlamayı kolaylastıracaktır. postmodernizm* pek bir seyi elestirmez, varolanı nasıl kullanacagını dusunur. pragmatik bilgi, uzmanlık ister, bugünle ilgilenir.

    postmodernizmi çağa sınırlamamak lazım, duruşla ilgili. zaten başı sonu vardır demek kendisine ters olur.

    büyük hikayelere inanıyor muyum? 'tüket ve varol' diğer her şeyi yedi mi? biliyormuş gibi davranmak işe yarar mı? marx'ı bilmesem de olur mu, hic anlamasam da önemi yok mu? ben bir sey kaybetmis olmaz mıyım peki? diye sormak gerek.

    artık modernizmi aştık, postmodernizme gectik. her sey gecerli olabilir-miş.
  • modernizm / postmodernizm

    form(kapalı) - antiform(açık)
    amaç - oyun
    romantisizm - sembolizm
    tasarı - sans
    hiyerarşi - anarşi
    yorulma - sessizlik
    uzaklık - katılım
    proses - performans
    bütünleme - yeniden yapılandırma
    sentez - antitez
    varlık - yokluk
    seçim - kombinasyon
    kök - derinlik
    okunabilirlik - yazılabilirlik
    ortalamak - dağıtmak
    çeşit - sınır
    anlamsal - retorik
    örnek - sözgelimi
    metafor - metonomi
    açıklama - yanlış okuma
    tip - mutant
    polimorfoz - androjen
    paranoya - şizofreni
    kaynak - sebep
    metafizik - ironi
    insanüstü - heryerde olan
    harici - dahili
    ifade edilen - ifade eden
  • bazı düşünürlere göre 21. yüzyılın entelektüel vebası. yüzyılımızın düşünce sistemini ve eğitim kurumlarını ele geçirmiş bir salgın. neden böyle düşündüklerine dair, jordan peterson'ın söylediklerinden birkaç toparlama:

    postmodernizme göre hakikat özneldir. bu sebeple de bir değer sistemi yoktur. bir değer sistemi yoktur, çünkü ahlak sistemleri de hep görelidir. bu durumda nietzsche örneğin, insanın kendi içinden çıkan üstün bir ahlak anlayışını, üstinsan'ın ahlakını öngörmüştü. postmodernistler ise ahlakın varlığını temelden reddederler. her şey yorumlamadır (interpretation).

    marksizm'in daha önce ortaya attığı işçi sınıfı vs. burjuvazi kavgası, postmodernizm'de oppressed (ezilen) vs. oppressor (ezen) kavgasına genişletilmiştir. tabii ilk başta mantıklı gibi görünse de üzerine düşünülünce ezen vs. ezilen kavgasının bir dipsiz kuyu olduğu anlaşılır: herkes bir ya da birkaç yönüyle "diğerlerinden" geridedir. bu da o kişinin kendisini bir şekilde ezilen sınıfına sokabilmesini meşru kılar. örneğin, zeki olmayanlar, boyu kısa olanlar, ılımlı müslümanlar, lgbtq community'den olanlar vesaire vesaire. bu tasnifin sonu yok. bir kişi kendisini onlarca yönden ezilen ve başka onlarca yönden ezen sınıfına sokabilir. fakat gözümüze sokulan hep mağduriyetler olduğu için, böyle bir durumda herkes "ben de mağdurum ulan!" diye bağırır durur. evet birader, sen de mağdursun. dur iki dakka.

    nihayetinde postmodernizm bireyselliğe de inanmaz, çünkü her bir birey, ezilmiş bir komunitenin üyesi konumundadır onun için. "kimsin?" sorusunun cevabı, bir lgbtq sempatizanı olmak, bir siyahi olmak, bir kadın olmaktır. bir birey olmak değildir.

    postmodernizm entelektüel açıdan çekicidir, ama fikirsel olarak kuruluşunda payı olan mantık'ı da reddeder. ona göre mantık, güçlü olan sınıfın güçsüz olan sınıf üzerinde hegemonyasını güçlü kılmak üzere yarattığı bir oluşumdur. bizim alıştığımız üzere nesnel doğruya ulaştıran bir kavram değildir yani. zaten postmodernizm'de nesnel doğru yoktur demiştik, di mi? başka ne yok peki? diyalog da yok. diyalog kelimesi logos köküne sahip olup (mantık, yani logic de aynı kökten gelir) iki kişinin birbiriyle konuşup fikir alışverişinde bulunarak doğruyu bulabileceğini öngörür. postmodernizm bunu da reddeder!

    bir de, topluma "you cannot refer to me with that pronoun" yahut "did you just assume my gender?" gibi kanser kalıpların girişinin sorumlusu da postmodernist ideolojidir. postmodernizme göre gender identity(cinsiyet kimliği) özneldir. haydaaa, bu da mı? öyle. nitekim, karşınızdaki bir kadına her ve she kullanarak hitap etmek, batıda marjinalize olmuş bir kesim tarafından linç edilme sebebi olma yolunda emin adımlarla gidiyor. ısrarla "bana ze ile yahut xe ile hitap edeceksin" diyen bir güruh türedi. hatta sadece türemekle kalmadı, kanada'da bill c16 sayesinde artık eğer bir kişi size "bana şu pronoun ile hitap edeceksin" derse, o pronoun'u kullanmazsanız hukuken suç işliyorsunuz. daha önce, insanın konuşmasına figürsel bir zorunluluk getiren buna benzer bir yasa gelmemişti. jordan peterson bu yasanın ifade özgürlüğünü kısıtladığını düşünüyor. ona göre, böyle bir yasanın varlığı, önleyici ('bana şöyle hitap edemezsin') olacaksa mümkündür ama zorlayıcı ("bana şöyle hitap etmek zorundasın") olacaksa mümkün olmamalıdır. hele hele, bu türetilmiş (neologism) saçma sapan kelimelerin bu ideolojiye sahip olmayan birisine söyletilmesinin zorunlu kılınması hiç mümkün olmamalıdır!

    #70338017'de de söylendiği gibi, feministler ve social justice warrior'lar bu ideolojinin eseridir. bunu başımıza saldıkları için jacques derrida, jacques lacan, michel foucault ve gilles deleuze'e teşekkürü borç biliriz*
  • yıllar önce, teoriler üzerine bir doktora dersinde hocam “tamam post-modernizm eleştirel anlamda iyi; yapısalcılığın da, realizmin de, modernizmin de deliklerini buluyor; yeri geliyor milliyetçiliğin yeri geliyor sosyalizmin yeri geliyor feminizmin eksiğini gediğini ortaya döküyor. da… tüm bunlardan sonra ortalığı dağıtıp bıraktığıyla kalıyor. insanlara ihtiyaç duyacakları bir çerçeve vermiyor. bir şeyin eksiğini gösteriyor da, 'e tamam, gel sen tam yap' deyince sırtını dönüp giden insan gibi…” demişti.

    evet, doğrusu tam da böyle. postmodernizmin “yapmak”la işi yok, yapılanı eleştirmekle, eksiğini yanlışını tespit etmekle işi var. ha bu az mı değerli? değil tabii. ama tek başına “postmodernist” olmak bir işe yaramaz, çünkü kendisi bir “kurucu teori” değildir. pratik anlamda, size ancak sizin bir ideolojiniz, fikriniz, teoriniz varsa onu daha iyi hale getirmek için yardımcı olabilir. fakat tüm sorunları, eksikleri yüzde yüz gideremeyiz, onu da baştan kabul etmek lazım. amaç, teoride en mükemmeli yakalamak değil, pratiğe gözünü kapatmayan, hayatın örneklerine bakarak kendini dönüştürebilen ve bunu gerektiğinde tekrarlayan, donmamış, kalıplaşmamış bir düşünce çerçevesi yaratmak olmalı.

    yani en temelde benim bir fikrim, ideolojim, akımım olacak, postmodern düşünme sistemi de bana yanıldığımda, eksik yaptığımda bulabilmem için bir yardımcı görevi görecek. benim postmodernizmi algılayışım, düşünsel ilişkim bu minvalde. şahsen faydasını da gördüğümü düşünüyorum. yeni felsefeciler okumak, başka zihinlerin düşünce sistemlerini tanımak, yeni eleştiriler duymak, yeni sorular sormak zaten nasıl faydalı olmayabilir ki, hepsi değilse de eninde sonunda kafanı açacak bir açı gösterir sana birisi. ama, tıpkı postmodernizmin diğer akımlara yaptığı eleştiriyi hatırlatırcasına, postmodernizmin kendisinin de putlaştırılmamasının gerektiği açık. tanımlamak sınırlandırmaktır, doğru; adlandırmanın kendisi bir iktidardır, * doğru; fakat bu her şeyi ucu açık, muğlak, belirsiz ve tamamen akışkan hale getirmek zorunda olduğumuz anlamına da gelmiyor.

    eyyorlamam bu kadar.

    *bir de, aslında bence gereksiz, ama kullanımına bakınca maalesef gerekli bir not: birinin hoşlanmadığı her akıma hakaret eder gibi “postmodern”, hoşlanmadığı insanlara hakaret niyetine “postmodernist” demesi, sadece felsefeyle hiçbir alakası olmayan, yüzeysel ve bilgisiz biri olduğunu gösterir. zira her yapısökümcü postmodern olmayabilir ya da tıpkı neo-rasyonalistler gibi her modernizmi eleştiren de postmodern değildir. hayatında oturup felsefeyle de teoriyle de doğru düzgün ilgilenmemiş, şu saydıklarım hakkında muhtemelen üçer makale bile okumamış insanların postmodernizm gibi kavramları ağzına sakız etmesi, anlamını muğlaklaştırması, içeriği belirsiz bir alaya dönüştürmesi aslına bakarsanız o alaya almaya çalıştıklarına çok uygun biçimde postmodern bir davranış! *
  • sorgular, kendince çözer, yeniden söyler, geriye döner.

    m.ö. 2000...... al bu otu ye.
    m.s. 1000...... o ot kötü, gel bu duayı oku.
    m.s. 1250...... o dua batıl inanç, al bu iksiri iç.
    m.s. 1500...... o iksirin ne faydası var, al bu hapı yut.
    m.s. 1750...... o hap etkisiz, al bu antibiyotiği iç.
    m.s. 2000...... o antibiyotik kimyasal, al bu otu ye.
  • insanlar bazen kavramlara fazla bel bağlıyor ya da anlam yüklüyor. postmodernizm de bu kavramlardan biri. temel olarak postmodernizm bir toplumsal hareket vb. değil ve belli bir prensipler manzumesi de yok (ki zaten olsaydı postmodernizm değil modernizm çerçevesinde kalırdı). postmodernizm esasen bir tespittir, bir değişim sürecinin adıdır, kendisi değil. o nedenle postmodernizme bir kavram olarak ateş püskürenleri anlayamıyorum zira postmodernizm tam olarak üretilmiş bir düşünce akımı değil, zaten dolaşıma girmiş bir değişimin adının konmasıdır. bu değişim de 19. ve 20. yy. ve insanlığın yaşadıkları ile doğrudan ilgilidir.

    terim olarak literatüre ilk ne zaman girdiğine dair kısır tartışmaları ve sanat sepetle ilgili faslı bir kenara bırakıp toplumsal alana ve siyasete etkisine bakılınca, postmodernizm diye adlandırılan değişim, esasen modernizmin temel prensiplerinin ve getirdiği mutlakçı bakış açısının yarattığı tepkiyle ilişkili. hikaye; akıl çağına (aydınlanma çağı), sömürgeciliğe, hammadde savaşlarına, kapitalizmin yerleşmesine, east india company'lere, sanayi devrimine, fabrika ve işçi sınıfının çıkışına, seri üretime, şehirleşme hareketine, kahvehanelere, nihayetinde şehirli bir sınıfın oluşmasına, birarada yaşam ve hayat tarzı ile ilgili kurallara falan filana kadar gider. buralardan yola çıkmadığımız zaman da postmodernizmi anlayamayız çünkü postmodernizm, bu sayılan modernizm kalıplarının dar gelmesiyle başlayan değişime verilen isimdir.

    özü itibariyle postmodernizm; modernizmin tektipçiliğini, her şeyi bilirimci insanların kuralları ve koşulları belirlemesini, pozitivizmin hakimiyetini, belli bir hayat tarzının norm olarak kabul edilip toplumu oluşturan bireylerin bu norma göre şekillendirilmesini de içeren bir toplum mühendisliğini falanı filanı içine alan çok geniş bir alanda yapılan eleştiriler bütünüdür. bundan nasibini almayan modern kurum, kuruluş, fikir akımı, şu bu kalmamıştır. toplumsal açıdan bardağı taşıran damla, ikinci dünya savaşı ve sonrasında oluşan yıkımdır dersem yanılmış olmam sanırım. modernizmin öne sürdüğü bazı mutlak bakış açılarının temelden sorgulanmaya başlanması ve büyük anlatı denen ve dünyayı, insanlığı, doğayı, zamanı, tarihi, toplumu vb. açıklama iddiasında olan hemen her tür fikayalı görüşün fiyakasının sarsılması bu savaş sonrası döneme denk gelir. işin özü bir eleştiri akımının başlaması ve 1950'lerde uyanmaya başlayan savaş sonrası kuşağın tepkilerinin 1960'larda artan refahın da etkisiyle hayatta kalmaya çalışmaktan başka konulara vakit ayırabilecek bir ortamın oluşmasıyla sistematik bir sorgulama haline dönüşmesi, daha sonra postmodernizm denen süreci başlattı. bütün bunların esasen batı toplumu dediğimiz gelişmiş ve sanayileşmiş ve ikinci dünya savaşı'nın yıkımını yaşamış ülkelerde olduğunu da unutmayalım.

    postmodernizm esasen, modernizm sürecinden geçmiş toplumlarla ilgili bir durumken, dünyanın geri kalanı da zamanla bundan payını almıştır. bu toplumlarda daha sonra tepki çeken neydi de insanlar yüzyıllık anlatılara şüpheyle bakmaya başladılar? her şeyden önce modernizmin bir tür kurallar ve açıklamalar bütünü sunduğunu hatırlamak lazım. marx'ın bakış açısı çok nettir: insanoğlu tarihsel süreç içinde sınıfsal bir çatışma içinde olagelmiştir ve geldiğimiz noktada üretim araçlarının kontrolü toplumun kontrolü demektir ve asıl üreten işçiyken, artı değeri yaratan işçiyken, malı kapitalist burjuva götürmektedir. sınıfsal çatışma eninde sonunda bir proletarya diktatörlüğü ve sonrasında evrensel, sınıfsız bir toplum yaratılıp herkesin üretim ve tüketimde eşit olacağı bir ideal düzene geçilecektir falan. marx önündeki en gelişmiş örnek olan ingiltere toplumuna bakarak fikirlerini temellendiriyordu elbette ama hayatın akışı pek de o yöne gitmiyordu, sscb deneyimi dünyaya pek de umut saçmıyordu. elbette aynı durum kapitalizm için de geçerliydi ve sonuçta ideolojilere ve siyasi sistemlere duyulan güven kökünden sarsıldı. yahut teknolojinin insanın mutluluğuna ve ilerlemesine hizmet edeceği şeklindeki iddialar atom bombasının ve uçaklarla şehirlerin dümdüz edilmesinin yarattığı dehşetle yerini sorgulamaya bıraktı. newton'dan beri hayranlıkla izlenen icatların ve bilimsel keşiflerin büyülü dünyası yerini, radyasyona maruz kalmış insanların üç kuşak boyunca sakat bebek dünyaya getireceğinin anlaşılmasıyla distopik dünya tasvirlerine bıraktı. ikinci dünya savaşı'nın gerçek yıkımının ve dünya çapında bilançosunun ortaya çıkışı uzun sürdüğü için insanlar anca 1950'lerin sonunda ve 1960'larda ne bok yendiğini tam olarak kavrayabildi. benzer şekilde, insan doğası ve toplum yapısıyla ilgili kesin görüşlerle güdülmüş toplum, freud'un eleştirilmesiyle, sosyolojik fikirlerin kurcalanmasıyla şüpheciliğe meyletmeye başladı. nasıl etmesin? giyim kuşamdan, düşünme biçimlerine kadar modern toplumsal yapı mutlak doğrular ve kurallar etrafında şekillenmişti. en basitinden dönem fotoğraflarına bakmak bile yeterli. 1960'lara kadar saç kesiminden giyim kuşama herkes bir örnekken 1960'larda kültür devriminin başlamasıyla saçın sakalın koyverildiği, herkesin kafasına göre giyinip süslendiği, katı ilişki kurallarından sıyrılan toplumların cinselliği yeniden keşfiyle önceki dönemlere nanik yapıp dayatılan toplumsal kurallara karşı geldiği bir değişim süreci başlamış oldu. genç insanlar için yer yer uzak doğu mistisizminin rasyonalitenin yerini alabilmesi, kurumsal dini yapıların önemini yitirmesi, geleneksel siyasetçilerin reddedilmesi falan derken bir kuşak boyunca nerdeyse sorgulanmayan kavram kalmadı.

    bu sorgulamanın temelinde elbette bir karşı çıkış vardı. büyük anlatıların aslında herhengi bir cevap ya da açıklama sunmadıkları ve bu anlatıların esasen "ben böyle düşünüyorum ve gerçek benim dediğimdir" diyen birkaç insanın akıl yürütmesinden ibaret olduğu fark edildi. (aslında çok ironik bir durum. daha sonra akademinin post-pozitivizm çerçevesinde getirdiği yanlışlanabilirlik kriteri bu saçma duruma karşı bir önlemdir. "hiçbir sav mutlak açıklama içeremez ve fenomenleri evrensel düzeyde açıklayamaz" şeklinde bir bakış yerleşti.) dahası, üretilen herhangi bir metnin mutlak anlam içermesinin mümkün olmadığı şeklinde bir görüş ortaya çıktı. bunun ne kadar güçlü bir görüş olduğunu anlatmayı beceremeyeceğim ama şu kadarını söyleyeyim: önce yeryüzünden mevcut metinlerin tamamını düşünelim ve şimdi de bunların her bir okuyucuya göre farklı bir anlama gelebileceğini düşünelim. dini metinlerden, romanlara, kanun maddelerinden gazete haberlerine kadar ne kadar metin varsa bu kapsama sokulabilir. günlük hayatta biz fark etmesek de yazılı metinler hayatlarımız üzerinde korkutucu bir etkiye sahiptir, düşünce yapımızdan özgürlük alanımızın tarif edilmesine kadar çok büyük bir etki alanında işlev sahibidirler ve nihayetinde metinlerin en az bir yazarı vardır ancak en az bir de okuyucusu vardır ve roland barthes'in pek isabetli buyurduğu üzre okuyucunun varlığı yazarı yok etmektedir çünkü bir metnin yaşamına nasıl devam edeceğini belirleyen okuyucunun yorumudur. hele de çokanlamlılığa uygun metinlerden bahsediyorsak durum iyice karmaşıklaşır. bir metnin kesin ve sorgulanamaz tek bir anlamı olması gerektiğine dair kabul yıkılınca, toplumlara hap gibi yutturulacak öğretilerin de sonu gelmiş demektir. postmodernizmin getirdiği en önemli sonuç sanırım bu durum olmuştur: mutlak anlam esasen yoktur, anlam bağlama ve yorumlayana göre değişim ve dönüşüm geçiren bir muğlaklıktan ibarettir. bu konuda bundan sonrası için biraz derrida kurcalamak lazım ama onu yeri burası değil.

    çok uzattım ama postmodernizm, anca bu çok kaba süreç incelenirse anlaşılabilecek bir süreçtir. bugün geldiğimiz noktada, modernizmin didik didik edilmeyen bir yanı kalmadı sanırım. işin saçma tarafı, postmodernist eleştirilerin bir kısmının öfke ve duygusal bir tepkisellikle yapılıyor oluşu. bir tür hınçla yapılması. postmodern eleştiriye getirilen yıkıcılık eleştirisi bu yönüyle çok haklı bir eleştiridir. ancak orda da sorun postmodernizmde değil, postmodernist eleştiriyi yapanlardadır. gerçeğin kavranamaz oluşu ve mutlak anlamın ve normun olamayacağı, yeryüzünde edilen her sözün bir inşa, yani insan yapımı olduğu ve dolayısıyla mutlak otoriteye sahip olamayacağı alt yapısı üstüne bol keseden yapılan eleştirilerle kendi kendimizi bir köşeye sıkıştırmaya başladık. postmodernist eleştirinin bizi getirdiği yer şüphe ve güvensizlik ile şekillenmiş dünya görüşlerinin korkutucu bir yaygınlığa ulaşması. yıkılanların yerine bir şey konamadı ve yıkılan fikirlere de geri dönülemedi. nihayetinde, bir noktadan sonra bu boşluğu, sözde bilginin dolaşımını kontrol etmeye gücü yetenler doldurmaya başladı. bugün geleneksel fikir üretme ve yayma yöntemlerinin yanı sıra istihbarat kurumlarından çokuluslu şirketlere, hükümetler eliyle kontrol edilen medya gruplarından gerizekalılıklarını topluca yaşamak isteyen organize cehalet gruplarına kadar çok çeşitli ve birbirinden farklı gruplar yıkılan fikirlerin yerine kendi bakış açılarını koymaya çalışıyor. bilgi bombardımanı altında artık makul ve güvenilir bilgi hangisidir bilmek mümkün değil. kurumlara ve kişilere güven azaldıkça, yönlendirici ve saptırıcı bilgi kirliliğine kapılmak çok olası ki birtakım siyasi ve ekonomik gayelerle bu amaç için çabalayan çok sayıda ülke, hükümet, siyasetçi, lider falan filan da var. bu şekilde gözümüzün içine baka baka yalan söylemek, olanı çarpıtmak, hatta hemen herkesin şahit olduğu bir olayı işine geldiği gibi değiştirmek bile çok sıradanlaştı. geldiğimiz noktada gerçeğin ne olduğu değil, söylenen sözün ne kadar ikna edici olduğu önemli oldu ki bunun ne kadar dehşete düşürücü olduğu aşikâr.

    bizimki gibi fikir hayatı çölden hallice hale gelmiş ya da getirilmiş ülkelerde, parayı ve gücü kontrol edenlerce içi boş ve yüzeysel fikirlerin dolaşımda tutulması son derece politik bir durum. rasyonalite-kapitalizm-sanayileşme-şehirleşme-ideolojik çatışma gibi modernist süreçleri tamamlamadan postmodernist sürece geçmiş ve etki altında kalmış ülkemizde bu yıkıcı eleştiriden fayda sağlamış ve toplumsal hiyerarşide üste çıkmış iki grup var ki zaten el ele tutuşup bir süre mutlu mutlu yaşadılar. sonradan olma neoliberaller ve zaman içinde parayla ve güçle ilişkileri derinleştikçe kabuk değiştirip popülist ve faydacı hale gelen siyasal islamcılar. yarım porsiyon okumuşlarla cehaletin yeryüzündeki müstesna örneği olan eski islamcılar hep beraber tüm emniyet sübaplarını kırıp postmodern bir diktatörlük yarattı. bu yanıyla türkiye, postmodernizmin modern süreçlerden geçmeyen toplumlar üzerindeki etkisine iyi bir örnektir. ancak burada postmodernizm suçlanacak bir varlık değil, yaşanan sürecin adıdır. suçlu arayacaksak, kanlı canlı insanlara ve topluma bakmamız lazım.
  • batının, fazla tevazu gösterip, doğudan nasihat dinlemesine yol açan illettir.

    doğunun durumu da, cemil meriç'in benzetmesiyle, efendisinin ilacını çalıp şifa bulmayı ümit eden uşağın durumu oluyor. cemil meriç'e kalsa o ilaç tümden zararlı zaten, bizim kekiğimiz var sirkemiz var ama faydalarını saklıyorlar hep bizden, sülüğümüz hacamatımız var kıymetini bilmiyoruz.

    modern ahlakı ve hukuku, batı medeniyeti üretti. on binlerce yıla yayılmış trilyon tane parametre sonucu, bu bilince ilk batı coğrafyasında ulaştı insanlık. günümüz ahlakına ve hukukuna temel teşkil eden vicdan da bu bilinçten türedi. conscious ve conscience kelimelerinin aynı kökten gelmesi boşuna değil. vicdan dediğimiz şey, eşyanın hakikatine daha fazla vakıf olmanın bir yan ürünüdür. ama bilmenin yarattığı güç önce gelir, vicdan arkasından gelişir; sağlık bilimlerinin ve teknolojisinin gelişiminin, savaş biliminin ve teknolojisinin gelişiminden daha sonra gelmesi gibi.

    batı kendi bilişsel üstünlüğü ile dünyanın geri kalanına hakim olduğunu fark ettiği zaman önce ırkçı bir antropoloji ile bunu meşrulaştırma yoluna gitti mesela, ama daha sonra bir yandan da o bilinç bir vicdan üretti ve kendi eleştirisine girişti, hala da kendi içinde boğuşmaya devam ediyor. her türlü totalitarizme kapıyı kapatmak gayesiyle, ortalığı epistemolojik göreliliğe boğarak varılan yolun da matah bir yere çıkmadığını yeni yeni idrak ediyoruz. batının kuantum bilinçaltı temizliğine ihtiyacı var artık.

    tabii biz bütün bunları pencereden izledik, ve bütün aşağılık kompleksimizi aşmak için ihtiyaç duyduğumuz teorik temelleri, yine batının kendi eleştirisinde bulduk. "onun arabası var ama onun ruhu yok", "onlar daha güçlü ama biz daha vicdanlıyız" diye kendimizi avutmaya çalışıyoruz ne zamandır.

    "onların bilim dediği de yine metafizik önkabullere dayanıyor, sen bakma, metafizik olmasa hiçbir şey üretemezler" gibi zırvalıklar da yine batının kendi modernizmini ve pozitivizmini eleştirirken ürettiği ironilerden ibaret. batı, kendi eleştirisini yapacak entelektüelleri de kendi yetiştirdi, çünkü elbette doğunun bunu yapabilecek donanımı yoktu. kapitalizmi eleştirecek marx'ı da, oryantalizmi eleştirecek edward said'i de, pozitivizmi eleştirecek thomas kuhn'u da, bilumum postmodernist zırvalıklarla on yıllardır bütün entelektüel alemi terörize eden fransızları da batı yetiştirdi. bizimki gibi ezikliğine, aşağılık kompleksine derman arayan memleketlerin üç kitap okumuşları da, bu adamların yazdıklarına hevesle atlayarak "bak adamın gol diyor" diye koala gibi sarıldı. "hadi beni siktir et, peki ya fuko?"

    hala kalkmış, "bilim milim diyorsunuz da onun da temelinde metafizik var" filan diye tutunduğu tuğlayı rab bellemeye çalışıyor doğu. binyıllar içinde geliştirilmiş çok sıkı usul kurallarıyla yapılan deneylerle, gözlemlerle, binlerce, milyonlarca bilim insanının ayrı ayrı çalışarak ve gah birbirinden güç alıp, gah birbiriyle tartışarak adım adım inşa ettiği, ilgili herkesin ulaşabileceği makaleler yazarak elde ettiği sonuçları paylaştığı, isteyen herkesin kontrol edebileceği, test edip onaylayabileceği, sürekli yanlışlanmaya ve güncellenmeye açık bilgi üretimi ile; en ufak bir nesnel veriye dayanmayan korkunç abartılı iddialar ileri sürüp, yüzyıllardır nesilleri doğduğu andan itibaren tahakküm altına alarak zorla belletilen bir kulaktan kulağa oyunu ile bugüne gelebilmiş dinleri aynı kefeye koymak, olsa olsa insan aklına ve mantığına edilmiş koca bir küfürden ibarettir.

    hepsinin temelinde de, confirmation bias var. ceza muhakemesi kanunumuzda da yer alır; savcı, sanığın sadece aleyhine olan delilleri değil, lehine olan delilleri de toplamak zorundadır. tabii, hukukta bunu ne kadar uyguluyorsak, bilimde de o kadar uyguluyoruz anca. yani uygulamıyoruz. baştan verdiğimiz kararı, kurduğumuz hipotezi onaylatacak deliller arama gayesiyle bakıyoruz tüm dünyaya, işimize gelenleri görüp, diğerlerini göz ardı ediyoruz.

    bilimsel yöntem, kendi başarısını test ettirip bütün insanlığa onaylattı, öyle ki, bugün dünyadaki en radikal, en selefi cihatçı bile, aslına bakarsanız 500 yıl önce yaşayan ortalama herhangi bir müslüman kadar bile inançlı değil. cihat ayetlerinden tut cariyelere kadar kuran'ın her hükmünü birebir uygulamaya, birebir muhammed ve ashabı gibi yaşamaya azmetmiş bir ışid'li bile, emin olun 500 yıl önceki müslümanlara göre tarihselci kalıyor aslında. çünkü bu dünyaya dair çok daha az şeyi dinsel bilgi ile açıklıyor, çok daha fazla konuda bilimsel bilgiye, bilimsel yönteme iman etmiş durumda. çünkü bilimsel bilginin kümülatif birikimi sayesinde 500 yıl önceki müslümanlara göre dünyaya dair çok daha fazla şey biliyor, çok daha az hurafeye inanıyor. bugün bir ışid'li de, çırılçıplak bağıra bağıra sokakta koşan birini gördüğü zaman, içine bir cin kaçtığını düşünmüyor artık, ilk aklına gelen şey bu insanın psikolojik bir problem yaşadığı oluyor. ve tutup da kafasına bir delik açıp, çeşitli dualarla cin çıkarmaya çalışmıyorlar. yani artık tüm inançlılar kaçınılmaz olarak tarihselcilik spektrumu üzerinde yer alıyor aslında, hayatta karşılaştıkları problemleri daha az dinle, daha fazla bilimle çözme arayışına giriyorlar.

    yani kendi bilincini ve vicdanını da 1400 yıl öncesine hapsetmeye çalışsan da, aslında tam olarak hapsedemiyorsun asla, çünkü bir şeyler sürekli değişiyor ve sen istesen de istemesen de adapte oluyorsun, inandığını yaşadığına uydurmak zorunda kalıyorsun. 1700 yılında yaşayan bir müslüman ile 700 yılında yaşayan bir müslüman arasında çok da muazzam bir fark yoktu, ama bugünün ortalama müslümanıyla 1700 yılında yaşayan bir müslüman arasında inanılmaz bir fark var artık; ayrı dünyayı geçtim, ayrı galaksilerin insanları resmen. bugünün türkiye'sinde ışid'i reddeden ortalama bir sünni, bir ışid militanı ile arasındaki farkın, 1400 yıl önceki sahabilerle arasındaki farktan daha az olduğunun farkında değil.

    postmodern eleştirinin anlamı ve işlevi, olsa olsa, daha sağlıklı bir modernizm üretmek olmalıydı, premodern saçmalıklara can suyu vermek değil. hele ki bu ülkeden din veya alt right komplo teorilerine zemin arayanların anlaması gereken şey ise, bütün bunların henüz bizim tartışmalarımız olmadığı. daha doğal sayıları anlamadan integrale geçmeye kalkınca böyle oluyor tabii. hayırlısı.
  • şimdi hazır bu kadar saçmalanmış, malum ağanın eli tutulmaz, aslında başka bir yeri de tutulmaz, o yüzden bu cümlenin sonunu da doğru düzgün getirmeyerek hem sizin hevesinizi kursağınızda bırakma, hem de maluma ayak uydurma yolunda bir kapı kapatayım. tek parti döneminin ünlü valisi nevzat tandoğan'ın dediği gibi, ulan öküz alt-right, postmodernizm senin neyine? bu ülkede postmodernizm eleştirilecekse onu da biz eleştiririz elhamdüllillah.

    ha dersen ki savunan da saçmalıyor, işte orada zaten madalyonun iki yüzü var, ama madalyon sahte olduğu için ikisinin de bir anlamı yok. bu mesela konsepte çok uydu. bugün biraz system justification theory okudum, asabım bozuldu. bir de idari tarih okuyordum, çok efkarlandım. misal eski türk siyaset felsefesindeki kut kavramına gittim. yalnız bu arada derrida'nın anasına küfretmişsiniz, o olmamış, sizin ananıza bacınıza yapılsa hoşunuza gider mi?

    ne diyordum, kut diyordum. orta asya türklerinde de, hemen her yerde olduğu gibi, hükümranlığın kaynağı da, meşruiyeti de tanrıda bulunuyordu. kut, devletin tepesindeki hakana tanrı tarafından bahşedilen bir şeydi, bahşedilmiş olduğunun delili, hakanın hakan olmasıydı. kendisine tanrı tarafından kut bahşedilmişti ki hakan olmuştu, yoksa zaten olamazdı. ha diyelim ki iktidarı kaybetti, bu durumda cici kut uçmuş olurdu, mesela hakanın kardeşi onu öldürüp yerine geçtiyse, kut bu sefer ona bahşedilmiş demekti. her durumda, iktidarın sahibine çalışan bir meşruiyet membaı, öyle ki, bir aile eline geçirip uzun süre tutmayı başarırsa, tek tek kişilerden ziyade hanedanın ortak mülkü olarak kutsanıyor devlet, yeteri kadar efsaneleşirse başlı başına bir meşruiyet kaynağı haline geliyor hanedan, misal osmanoğulları da soylarını oğuz han'a dayandırmaya çalışıyorlar ısrarla, yine aynı şekilde timur'dan giraylara kadar pek çokları da şeceresini cengiz han'a dayandırmaya çalışıyor.

    başına devlet kutu konan hakan, bunu hak edecek bir şeyler yapmış olmalıdır tabi, yani kutun tesadüfi bir şey olduğu düşünülmez elbette, ancak bir şeyler yapmış olduğunun sağlaması da yine kut üzerinden yapılır, yani yapmış olmasaydı kut ona verilmezdi, verilmiş ki yapmış, yapmış ki verilmiş. bu sürekli kendine referans veren kısırdöngü üzerinden iktidara sonsuz bir meşruiyet zemini açılması, bunun mitleşerek asırlar boyu nesillerin zihnine hükmedebilmesi, hanedanın ortak malı olduğu için erkekler arasında paylaşılan ülke toprakları, derken dağılan ülkeler, sonra selçuklulardaki bitmez tükenmez kardeş kavgaları, derken osmanoğulları, sonra fetret devrinden ve bütün geçmişten ders çıkaran fatih'in kardeş katlini meşrulaştırması ve tahta çıkar çıkmaz altı aylık mı sekiz aylık mı olduğu üzerinde tartışma bulunan kardeşi ahmet'i boğdurması... tamam tamam sustum.

    hakana iktidarın tanrı tarafından bahşedildiğini nereden biliyoruz? çünkü öyle görünüyor. yani çünkü neden sen ben değil de o? tanrı bahşetmese nasıl olacak bu işler benim ağam babam? bahşedilmiş ki adam hakan olmuş, yoksa nasıl olacak? bu "öyle görünüyor" meselesi de çok ilginç aslında, dedim diye aklıma geldi bak, wittgenstein bir gün derste öğrencilerine sormuş, insanlar kopernik'e kadar neden güneşin dünya etrafında döndüğünü düşündüler? cevap gelmiş, çünkü öyle gibi görünüyor. bunun üzerine wittgenstein o öldürücü soruyu sormuş: peki dünya güneşin etrafında dönüyor "gibi" görünseydi nasıl görünürdü?

    elbette, cevap açık, exactly the same. hakan tanrı'nın lütfuyla değil de, kendi iradesiyle iktidarı elde etmiş olsaydı nasıl görünürdü? peki öyleyse niçin carl schmitt siyasal ilahiyat kitabında, modern devlet teorisinin bütün kavramlarının, dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramları olduğunu söylüyor da; ilahiyatın tüm kavramları, uhrevileştirilmiş siyaset kavramlarıdır demiyor? bak bunu tartışmak güzel olurdu.

    her halükarda, iktidar hanedanın malıdır, bu öylesine benimsenmiştir ki, yıldırım timur'a esir düştükten sonra mesela, 10 sene kaos var, kardeşler birbirini yiyor, ama kimse kalkıp da osmanoğulları dışında taht için bir alternatif düşünemiyor. devlet bir ona, bir buna gülümsüyor, arsızca göz kırpıyor, cilveli cilveli bakarak, gerdan kırarak baştan çıkarıyor. kemal gözler, arapça "devle"den gelen devlet kelimesi ile latince "status" kökünden gelen state arasındaki farklara dair etimolojik bir tartışma yürütmüştü bir makalesinde; devle, tedavül ile aynı kökten, elden ele geçen şey anlamında, kuş misali bir ona bir buna konan, ele avuca sığmayan bir şey gibi. status ise bilakis, hal, durum anlamında, bir sabitliğe referans veriyor; sağlamca duran, hareketsiz duran bir şey. buralara gitmeyecektim aslında bak, ben system justification theory'den sonra da başka alakasız bir şeylerden bahsedecektim, çok metinlerarası olduysa affımı niyaz ederim. ama bu vesileyle, alakasız da olsa kafamda bir şeyler çakıştı, bir şeyler netlik kazandı, neden bahsettiğimi bir kez daha yazarak anladım, allah sizden razı olsun, başınıza kut sıçsın.

    iktidar, onu meşrulaştırmak için tanrıları bile istihdam ettirenlerin hikayesidir hep; böylelikle hakikati, o basit gündelik insan ilişkilerindeki en somut, en maddi pratikleri bile bir sis perdesinin hafifçe aralık kanallarından sızan güneş ışığına nazire yaparcasına, aşkın aşkın tüllerle sarıp sarmalar. sonra biri çıkar da hükümranlığınıza tükürmeye kalkarsa, oturup daha rasyonel bir ahlak üzerine düşünmek yerine, uçup giden kuşunuzun ardından gözü yaşlı bakakalırsınız. kuş ötüyor mu kuş? where are my dragons! ben ki, zillullahı fil arzeyn, akdeniz ve rumeli'nin, yedi krallığın hükümdarı, ejderhaların biricik annesi, sen ki kuzey vilayetinin kralı küçük jon. duydum ki benden yardım istemişsin. hele bir cigara ver.

    ben bir şeylere cevap verecektim sanki üşendim. uykum da geldi. ama çok orijinal saçmalayanlar var, onu da es geçmemek lazım. herif kadınları, eşcinselleri vs. rahat rahat aşağılama özgürlüğünün postmodernizm tarafından elinden alındığını düşünüyor, başımıza ne geldiyse bunlardan geldi diyor. yahu sen düz sığırsın, emin ol senin başına ne gelirse sığırlığından gelir, başka bir şeyden gelmez. ha yine de uçuruma mı bakacaksın, kırbacını unutma. ayrıcalığa yeteri kadar alıştıysanız, eşitlik zulüm gibi gelir. bir de, "ehli olmayana güzelliği göstermek zulümdür" diye bir laf vardı, o yüzden birileri güneşi tutarken çıplak gözle bakmayın. deleuze'ün dediği gibi, modernden post, sığırdan tost olmaz.
hesabın var mı? giriş yap