• stevie wonder ile ilgili bir baska kotu -hatta adi- espri de sudur: stevie wonder'a gozlerinin gormemesinden uzuntu duyup duymadigini sormuslar, "hic onemi yok, zenci de olabilirdim" demis.
  • kor olmasina ragmen george bush un el salladigi muzisyen
  • efendim kendisiyle ilgili bir ingiliz bar sarkicisindan duydugum hikayeyi sozluge aktarmayi borc bilirim.

    stevie wonder bir gun japonya'da konser vermektedir. seyircilerden bir japon "stevie! play a jazz chord! play a jazz chord!"* diye istekte bulunur, stevie wonder da bunun uzerine bir sure dogaclama takilir. biraz sonra ayni japon yine "play a jazz chord" diye seslenir, stevie bu sefer farkli gamlardan takilmaya devam eder. ayni herif bir kez daha jazz chord isteyince stevie de patlar tabi "e caliyoruz ya lan" diye. bunun uzerine caponumuz su cevabi verir:
    "no no no. a jazz chord, to say, i looveee youuu"
    (bkz: ahhhh)
  • - sayın obama, biz amerika'lı sanatçılar olarak dünya barışı için...
    - lan olm, gözlerin görmüyor ama sana iş vermişiz
    - o değil de, dünya barışı...
    - bak hala...
  • tüm zamanların en iyi sarkıcısı/yorumcusu...iyi sarkı söleyen diger vokallerin nerdeyse tamamının ilham kaynagı stevie wonder olmustur...yaptıgı sarkılar,caldıgı enstrumanlar olaya bambaska bir boyut kazandırır.kimse ile kıyaslanamaz/karsılastırılamaz...en iyidir...otesi olmamıstır...olmicaktır...
  • pastime paradise adlı harikulade şarkının bestecisi, sesi sıtma görmemiş müzisyen. gözü de görmemiş.
  • ne zaman denk gelsem, sevgisiyle beni ağlamaklı eden adam... bizim eve gelse, elini öpüp başıma götürsem. baş köşeye oturtsak onu. anamlar da bizde olsa, anam etli ekmek yapsa. sofraya otursak beraberce. o anlatsa biz dinlesek. ben mandalina soyup ellerimle yedirsem ona. "geç oldu, ben kalkayım artık" diye doğrulduğunda, "dünyada bırakmayız" diye ısrar etsek. bizde kalsa stevie abi. o gece kombinin derecesini düşürmesek, hatta ben bi ara kalkıp baksam stevie abimin üstü açılmış mı diye. odadan gelen horultusunu dinleyerek mutlu mutlu uykuya dalsam. ah stevie abicim, şunu yaşasak senle, yeminle yine doymam seni sevmelere...
  • müzikte dâhi diye isimlendirilmeyi en çok hak eden insanlardan biri, gerçekten de tam bir müzisyen. yalnızca nefis sesiyle şarkı söylemekle kalmayarak hem söz yazıp hem beste yapabilen, hem albümlerinin yapımcılığını üstlenip hem de çok küçük yaşlardan itibâren pek çok çalgıyı ustalıkla çalabilen ve albümlerinde bunlara yer veren bir müzik insanı. sayısız isimle birlikte çalışıp gerek vokali, gerek başta mızıka olmak üzere çalgılarıyla onlara eşlik etmiş, billboard listelerinde büyük başarılar yakalamış ve kamyon dolusu ödülü de her birini çatır çatır hak ederek kazanmıştır. yılın albümü grammy'sini frank sinatra ve paul simon ile birlikte en çok (3) kazanan isimdir. diğer dallara değinmiyorum bile.

    müziğe "little stevie" ismiyle 12 yaşında başladığı '60'ların ve özellikle de şirketi motown'ın gelenekleri uyarınca stevie wonder'ın ilk albümlerinde caz ve cover'lar üzerinden yürümesi sürpriz değil, hele de kendisiyle aynı şirkete bağlı marvin gaye ağabeyi ve columbia* kıyılarının kraliçesi aretha franklin örnekleri varken ve motown küçük stevie'den ısrarla yeni bir ray charles yaratmak isterken (bkz: tribute to uncle ray). işin ilginç yani, ilk albümü the jazz soul of little stevie'de vokaliyle hiç yer almayıp her şarkıyı piyanodan mızıkaya, davuldan bongoya sürü sepet çalgıyla icrâ etmiş olması. yaşının yalnızca 12 olduğunu yeniden belirtiyorum burada, ki ismini tersten verdiği* 18 yaş albümünde de virtüözlüğünün tek albümlük ya da çocukluk dönemine özgü olmadığını kanıtlamak istercesine bunu yinelemiştir. yine dönem koşullarına uygun olarak arka arkaya patlattığı ergenlik albümleri her ne kadar yavaştan oturan sesini göstermek için güzel fırsatlar yaratsa da bir yerden sonra tekdüzeleşmeye başlayınca ve küçük stevie yavaştan yetişkinliğe doğru yol aldıkça albümlerinde soul ve r&b içeriğini de git gide arttırıyor.

    '70'ler ile birlikte bu kaçınılmaz tarz değişikliği daha da belirgin bir hal alıyor. müziğinde funk öğeleri git gide daha çok yer alırken wonder dönemin yeni akımlarına yine kayıtsız kalamıyor: 2-3 dakikalık kısacık şarkılarının yerini 7-8 dakikalık, uzun girişli ve uzun enstrümental bölümlü, bol yinelemeli şarkılar alırken albümlerini de konsept kalıplar ile oluşturmaya başlıyor. ayrıca gelişen teknoloji ile paralel olarak synthesizer da dönemin diğer isimleri gibi wonder'ın müziğinde de yerini almaya başlıyor. wonder'ın üretim ve başarı açısından doruk noktası olan bu dönem, superstition, sir duke, you are the sunshine of my life, signed, sealed, delivered i'm yours, i wish, pastime paradise gibi klasiklerini üretirken bahsi geçen üç adet yılın albümü grammy'sinin de gökten başına düştüğü ve wonder'ın kendisinin de klasik çağı olarak nitelemekten çekinmediği bir dönem aynı zamanda.

    arka arkaya üç albümüyle birden yılın albümü grammy'sini kazanan tek sanatçı olan wonder'ın bahsi geçen albümleri innervisions, fulfillingness' first finale ve songs in the key of life'ta marvin gaye'in bu albümlerden hemen önce çıkmış olan what's going on'unun etkisini fark etmemek olanaksızdır. sözlerinde gözle görülür bir politik eleştiri dozu artışı görülen wonder, özellikle de ilk iki albümde açık açık dönemin başkanı richard nixon'ı eleştirmektedir. (bkz: he's misstra know-it-all) (bkz: you haven't done nothin') tıpkı gaye'in what's going on sonrası let's get it on'da daha kişisel ve aşkımsı meşkimsi konulara değinmesi gibi wonder da üçlemenin son ayağı olan songs in the key of life'ta içini dökmüş insan rahatlığına bürünerek daha küt uçlu bir kalem kullanmayı yeğler. sanatçının ilk ve şimdilik tek çift albümü* olan bu albüm, tam bir yıldızlar geçidi**** personele sâhip olmasıyla da ayrıca parmak ısırtır. yine de wonder'ın albümlerini neredeyse tamamen tek başına yaratma geleneği sürmektedir; söz, müzik, düzenleme, neredeyse bir orkestra dolusu çalgıyı çalma... hepsi wonder'ın elinden çıkmadır.

    ‘70’leri the secret life of plants belgeseli için hazırladığı parçaların bulunduğu çoğunluğu enstrümental film müzikleri albümüyle kapatarak hem oldukça farklı sularda yüzen ve yeteneğinin akıl almaz sınırlarını iyice genişleten, hem de öncülük görevini sürdüren sanatçı, ‘80’lere edindiğim ilk albümü olan ve en sevdiğim şarkısı all i do'yu içeren hotter than july ile girer. farklı tarzları kendi renkleri ile buluşturmaktan hiçbir zaman kaçınmayan wonder, bu albümde de bob marley'nin etkisinde kalarak reggae (bkz: master blaster) denemiş ve önceki albümlerinde gösterdiği aktivistlik yönünü bir adım öteye taşıyarak happy birthday şarkısı ve albüm içine yazdığı mesajla martin luther king jr.'ın yaş gününün abd’de ulusal bayram olması için düzenlenen kampanyaya destek olmuştur (kampanya başarıya ulaşmış, reagan yönetimi albümden üç sene sonra ocak ayının üçüncü pazartesi gününü martin luther king jr. günü olarak resmen tanımıştır.). bu dönemde eskisine nazaran daha seyrek albüm çıkartan wonder, albüm aralarında film müzikleri albümleri yapmış, bunların en ünlüsü olan the woman in red'den çıkan i just called to say i love you ile kariyerinin en başarılı single'ını elde etmiştir. ayrıca dehâsından yararlanmak isteyen âdetâ hiçbir müzisyen arkadaşını geri çevirmemiş, albümlerine ya sesi ya mızıkası/orgu ile konuk olmuş, ya da bestesini vermiştir. ayrıca yardım kampanyalarının da aranan seslerinden biridir; we are the world ve that's what friends are for bu kampanyaların kuşkusuz en öne çıkan işbirlikleri. bu on seneye bıraktığı diğer albümleri in square circle ve characters kaçınılmaz olarak dönemin egemen sesi synth etkileri ile oluşturulmuş, wonder romantizmini yaşatmayı sürdüren eserler. arada afrika ezgileri, reggae, michael jackson* gibi wonder'ın kâh müziğinde yer vermişliği olan, kâh dur durak bilmeden yeni sular keşfettiği ögelere rastlamak olası.

    '90'lar ve 2000'leri oldukça yavaş geçiren wonder, 1991'deki jungle fever film müzikleri albümünü saymazsak her iki on seneyi de yalnızca birer albüm ile geçiriyor. artık bir klasik olduğu üzere her ikisi de dönemlerinin baskın tarzının, conversation peace (1995) new jack swing etkili, a time to love (2005) ise hip hop soul/baladlar etkili r&b'nin en güzel örneklerinden. 2000'lere veda ederken de obama'nın seçilmesi şerefine senelerce aşağılanmış ırkının haklı zaferini taçlandırırcasına all about the love again şarkısını besteleyip tören sırasında seslendiriyor, yetmezmiş gibi bir de sayısız grammy adaylıklarına yenisini ekliyor.

    2010'lu seneleri uğurlamaya hazırlandığımız bu günlerde stevie wonder emekliliğinin tadını çıkarmakta. 2005 çıkışlı a time to love'dan bu yana yeni bir albüm çıkarmışlığı yok; pek çok eski toprak sanatçı gibi, yeni nesle kendini yeni işlerle tanıtmak gibi pek sonuç vermeyecek zahmetlere katlanmak yerine dev kataloğunun keyfini çıkararak başka yıldızların işlerindeki cover ve sample'ları ile ara ara bizlere gülümsüyor. celine dion'a loved me back to life albümündeki overjoyed cover'ında bizzat eşlik etmişti örneğin. ayrıca mark ronson'ın uptown special albümüne iki parçada konuk olmuşluğu, yakın geçmişte de ariana grande ile sing müzikal filminin şarkısı faith'i söylemişliği var.

    sample demişken, 20. yüzyılın en büyük ve en üretken söz yazarı ve bestecilerinden biri olarak belki de kendi albümlerinde yer alan şarkı sayısı kadar bestesini sanatçı arkadaşları ile paylaştığını, parçalarını cover'lamak ya da sample'lamak isteyen meslektaşlarının belki de hiçbirini geri çevirmeyecek kadar alçak gönüllü ve mülkiyetten uzak biri olduğunu da yeniden belirtmekte yarar var. meşhur gangsta's paradise'ı zaten biliyorsunuzdur; onun dışında diskografisini dinlerken "aa anastacia!"** "aaa 2014 dünya kupası!"* diye kulak kesildim birkaç kez, kimbilir bilmediğim daha neler vardır.

    bu aralar kendimi ofiste çalışırken eski toprak sanatçıların eski işlerini dinlemeye adadım. r&b/soul duayenlerine öncelik verdiğim dönemi aretha franklin, donna summer ve marvin gaye'in ardından stevie wonder ile sonlandırdım. her birinin başlıklarına nâçizâne yazdığım yazılara da göz atacak olursanız birbirlerini nasıl etkilediklerini, kariyerlerinin pek çok kez belirttiğim üzere ne kadar da paralel gittiğini göreceksiniz. stevie aralarında en sevdiğim ve kendime en yakın hissettiğim isimdi, hâlâ da öyle. ayrıca içlerinde hâlâ aramızda olan tek isim. bu acımasız dünyâda görme engelli olmanın zorluğunu, yakın arkadaşları michael jackson, etta james ve whitney houston'ı arka arkaya denebilecek aralarla toprağa vermenin acısını yaşamış dev bir çınar o. diğer üçünün aksine hakkındaki yazımı "toprağı bol olsun." diyerek bitirmemenin mutluluğunu yaşıyorum. kendi de istiyorsa ömrü bol olsun, bir gün canlı dinlemeyi de deneyim ederim umarım ki.
  • 1996 birmingham'da muzikteki derecesinden dolayı alabama universitesi tarafından verilen onursal doktorlugu kabul ederken stevie wonder soyle demiş: " bundan uzun bir zaman once, ama cok uzun bir zaman degil, bana soyle soyleyenler oldu 'bak, karsında sana indirilecek olan üç darbe var, sen siyahsın, körsün ve fakirsin' ama tanrı bana dedi ki 'sana cesaretinin canlandırılmasının zenginliğini veriyorum, öyle ki diğerlerininkini de canlandır ve onlar da dunyanın essiz, umut dolu ve pozitif bir yer oldugunu anlatan müzikler yapabilmek için cesaretlensin'. ben tanrıya inandım, diğerlerine değil"
  • 2014 grammy ödül töreninde pharrell ve daft punk'la olan performası biyana bi de dünyanın en güzel fragile yorumuna sahip kişidir. bence sting'den bile iyi söylemiştir.

    http://youtu.be/oi5fc2mf-bo
hesabın var mı? giriş yap