• ekmek yediği kaba sıçan, ingilterenin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne kast eden, iskoç faşisti, bölücübaşı terörist.

    yazmayayım yazmayayım diyorum ama dayanamıyorum. size bir hikaye anlatayım mı? hikayenin merkezinden hem de.

    ağustos 1297, lanarkshire kasabası. genç bir şerifi var kasabanın, baba evinden binlerce kilometre öteye atanmış, bir karısı, bir de çocuğu var. idealist bir şerif, o zamanlar yasak olmasına rağmen iskoçları insan yerine koyuyor, büyük lütuf. ne kadar ilginç değil mi?

    fazla uzatmıcam, siz gerekli duygusal verileri kafanızdan sağlayın. bir gece vakti, bu idealist şerifimiz, william wallace denen alçağın kurduğu hain pusu ile katlediliyor, kanlı gömleğini evine getiriyorlar. 5 yaşındaki çocuğu küçük john, babasını ilk defa kırmızı gömlekle görüyor, tanıyamıyor.

    ya, işte böyle. şimdi bu alçaklar kahraman addediliyor, üzerine filmler yapılıyor. binlerce masum ingiliz askerinin kanına geçen, tek suçu ingiliz kralı şanı yüce edward'ın bölgedeki temsilciliğini yapmak olan masum ve idealist şerifleri gözünü kırpmadan öldüren bu alçaklara, çözüm süreci adı altında ülkeyi teslim eden hainler, elbet bir gün şanlı ingiliz milletinin tokadına bakacaktır.

    masum ingiliz şerifleri katledilirken sesini çıkarmayan, ama william wallace denen katil taşaklarından asılarak gebertildiği zaman ortalığı ayağa kaldıran, sözde hümanist, sevgi pıtırcığı, barış kelebeği, iskoç faşizmi yapıp solcu olduğunu iddia eden tatlı su solcuları, nobel almak için vatanını satan, kendi devletini eleştirmek gibi korkunç bir ihanete imza atan sözümona ingiliz aydınları, kıçımın liberalleri. sizin de elbet gününüz gelecek. stirling köprüsünde binlerce ingiliz katledilirken neredeydiniz?

    uyan ingiliz evlâdı! uyuma uyan
    otuz kupona alınmadı bu vatan!
  • sözlükteki iskoç faşistlerini bir bir ortaya döken bebek katili.

    bir kere, iskoç diye bir şey yoktur. olsa olsa, iskoç kökenli ingiliz vatandaşlarımız vardır. iskoçlar, dağ ingilizleridir. ingilizlerin karda yürürken ayakkaplarının çamura batıp kayması üzerine hasıl olan o iğrenç sesin, "cızzzt"-"cızzzzç"-"kızzzzçç"-zskıızzzçç"-"skızzzçççç"-"skıçççç"-"skoççç" şeklinde bir tekamülü neticesinde bu kelime meydana çıkmıştır.

    bu kendini iskoç sanan dağ ingilizleri, her ne kadar iğrenç, feodal, gelişmemiş, vahşi yaratıklar olsalar da, şanı yüce kralımız edward, onları haşmetli hükümranlığının altına alarak, hepsini muasır medeniyyetler seviyesine ulaştırmak için gayret sarf etmiştir. bu nankör pisliklerin sırf gıcıklık olsun diye götlerinden yeni bir dil uydurup onunla konuştuğunu görünce çok üzülmüş, dillerini yasaklamış ve hepsinin ingilizce konuşmasını emretmiştir. bu vahşiliklerinden kurtulup medeni birer insan olabilmeleri için hepsine ingiliz olma şansını lütfetmiştir. ve ingiliz olmaktaki pek kutsi, pek muazzam kıymeti idrak edebilmeleri arzusiylen, "ne mutlu ingilizim diyene!" sözünü şiar edinmiştir.

    bakınız çok enteresan, "ne mutlu ingiliz olana" demiyor, "ne mutlu ingilizim diyene" diyor. hz. edward (a.s) bu sözüyle, ırkçılık yapmayıp, ingiliz doğmayı şart koşmayıp, iskoçların hayvanlıktan kurtulabilmeleri için onlara müthiş bir fırsat tanımıştır. (her ne kadar kendisinin "benim varoluşumda herhangi bir üstünlük yoktur, varoluşumdaki tek olağanüstülük ingiliz olarak doğmuş olmamdır" şeklinde sözleri de mevcut olsa da, onları görmezden gelmek bir vatan borcudur.)

    ve fakat, bu alçak, iğrenç, nalet yaratıklar, kendilerine uzanan ele tükürmüş, ekmek yedikleri kaba sıçmakta bir beis görmemişlerdir. bunun üzerine, haliyle, azaba müstehak olmuşlardır ve şanı yüce edward tarafından bir kısmı helak edilmişlerdir. akıllanmamakta ısrar eden bu soysuz, bu alçak vahşiler, yeri geldiğinde kendilerine bok dahi yedirilmesine karşın, hala insanlıktan anlamayıp isyan edebilmişlerdir. bakınız bok yedirmekten bahsediyorum, yani böyle sanki çok büyük bir hakaretmiş gibi bahsediliyor bundan, ve buna karşılık isyan etmek meşru gösterilmeye çalışılıyor. halbuki kendisine bilfiil bok yedirilen insanın isyan ettiği nerede görülmüş?

    bakınız yine çok enteresan, şöyle biraz geçmişe gidiyorum, dünya tarihinin hemen her diliminde benzeri hikayelerin vuku bulduğunu müşahede ediyoruz. medeniyyet nuruyla nurlanmış ve dünyaya nizam vermeye hak kazanmış kavimlerin, medeniyetten nasibini alamamış barbar kavimlere her defasında medeniyet, özgürlük ve demokrasi götürmek için uğraştığını, fakat bu barbar ve aşağılık kavimlerin kendilerine ekmek uzatan eli her defasında ısırması neticesinde, bu pek hüsn-ü niyet ve azimle ortaya çıkan medenileştirme çabalarının maalesef akim kaldığına esefle ve hayretle şahit oluyoruz. kadir kıymet bilmeyen aşağılık kavimler, kendilerine sunulan insan olma şansını her defasında reddediyor, vahşi hayvanlar olarak kalmakta ısrar ediyor. kendilerine hak ettikleri muameleyi gösterip hepsini katliamlardan, soykırımlardan geçirince, bu sefer de isyan ediyorlar, vay efendim sen niye bizi öldürüyorsun diye soruyorlar. asimile ediyorsun, hala utanmadan kendi anadilini konuşmakta ısrar ediyorlar.

    bakınız bugünkü dünyamızda, bu aşağılık kavimlerin önemli bir çoğunluğu ehlileştirilmiş ve insanlığa kazandırılmıştır. misal güney amerikaya şöyle bir göz atınca, hepsinin ispanyolca yahut portekizce lisanlarını kesbetmiş olduklarını müşahede edersiniz. peki bu muazzam başarı nasıl hasıl olmuştur? elbette, muzaffer ispanyol fatihlerin oralara vasıl olup, mevcut bulunan vahşi kavimleri soykırımdan geçirip hepsinin kafasına vura vura kültürlerini değiştirmesiyle hasıl olmuştur.

    ya da bakınız afrikaya, pek çok ülkede, çeşitli avrupai dillerin ortak iletişim vasıtası haline gelmiş olduğunu görüyoruz. afrikanın vahşi, iğrenç, geri kalmış yaratıkları da, ateş başında çember oluşturup saçma sapan hareketlerle raks ederek vakit geçirmekte iken, şanı yüce beyaz adamın onlara medeniyet götürüp ıslah etmesi neticesinde hepsi az buçuk insan olmuştur. olmamakta direnenlerin soyu kırılmış, geriye kalanlar ise batıl dinlerinden kurtarılarak hristiyan edilmiş, bütün topraklarına ve kaynaklarına el konularak hepsine aç da olsa insan olma şansı bahşedilmiştir.

    velhasıl-ı kelam, william wallace gibi hainler, medeniyete karşı vahşiliğin, insanlığa karşı hayvanlığın, tekamüle karşı ataletin, efendi ahlakına karşı köle ahlakının temsilcisidir.

    ve nietzsche kardeşimizin, allah kendisinden razı olsun, mekanını cennet eylesin, bizlere vazettiği gibi, "efendilerin ahlakıyla ahlaklanınız." köleler itaat etmeli, haddini bilmeli, efendiler de onların insan olabilmeleri için gayret gösterirse, dünya gülistan olur inşaallah.
  • braveheart filmini izleyip evime döndükten sonra beni sofraya davet anneme "freedoom" diye haykırıp mcgraw-hill world biography ansiklopedisinde william wallace maddesini bulmuş, oradaki illüstrasyonda adamın aslında sakallı bıyıklı, toplu biri olduğunu görünce çok mutsuz olmuştum.
    filmde aslan gibi two-handed sword kullanan mel gibson'un aksine orijinal wallace'ın savaş meydanında ona buna taş attığına, tükürdüğüne inandım o günden tezi yok.
    hem kelt hem fodul seni be!
  • sene 95. kamışa su yürümemiş, her şey şimdi olduğundan çok daha berrak. hayatımda ilk defa arkadaşlarımla sinemaya gittim ben o sene. ilk kez. babamdan yalvar yakar aldığım 5 milyon ile kadıköy as sineması önünde* buluştum arkadaşlarımla. zaten başka yerde de buluşamazdık. bir caferağa spor salonu bir as sineması. şimdi düşünüyorum da o para elime 3 sene sonra geçmiş olsa şimdi ismini hatırlayamadığım bir erotik sinema vardı kadiköy'de, rüya sineması mı dedim ama o taksim'deydi, hayat sinemasıydı belki, oraya giderdim muhtemelen. al capone falan oynardı, mafya lideri erotik kahraman. çok delikanlı bi' abiydi al capone, partneri tatmin olmadan asla bırakmazdı aksiyonu, hisli sevişirdi. hep takdir etmişimdir. bir de her nal capone duyduğumda hala gülmemin müsebbipidir al capone abim.

    erkek çocuğun filmden beklentisi de basit bilirsiniz. misal o ekiple filme giderken ki amacımız dövüş görmek elbette. en çok dövüşü de afişteki bu mavi suratlı adam vaadediyormuş besbelli. bir bruce lee beklemiyordum belki ama esas oğlan bir adam bir kaç kötü adamı esaslı dövsün istiyordum. yeri gelmişken zaten kimse bruce lee'yi dövemezdi bence. belki babam, ama o da zor, berabere biterdi büyük ihtimal dövüşseler. ha bruce lee mınçıka* alırsa babam bile hikayeydi, onu biliyordum. kafamda deli sorularla girmiştim sinemaya anlayacağınız. yerimize geçtik. erkek yazarlar hayatlarında muhakkak denk gelmişlerdir bir teravih namazına, o yüzden kadınlar için bir özet geçeyim, kısa bir tasvir yapayım: ramazan aylarında teravih namazlarına mahalle çocukları sürü halinde giderler ve namaz boyunca konuşup gülerler, camiyi panayır yerine çevirirler. yaşlılar şu meşhur kınama efekti “cıkcık”ı yapar çocuklara doğru bakarak, erken yaş gençler kınar gözlerle bakar, küfrederler çocuklara, 20’li yaşlar gülümseyerek bakarlar 10 yıl önce kendi arkadaşlarıyla bunları yapıp eğlendiklerini hatırlayarak, yetişkinler yarınki elektrik faturasına, oğlanın servis parasına odaklandıklarından farketmezler çocukları. gel gör ki çocuklar siklemezler kimseyi, kimseye aldırmazlar. sinemada teravih namazı tadı yakalamıştık o gün, milleti canından bezdirmiş olsak gerek. güldük bağırdık, çağırdık, ta ki film başlayana kadar. film başladıktan sonra, tam 177 muhteşem dakika boyunca kimse ağzını açmadı, gözünü kapamadı, bence nefes bile almadı. 177 muhteşem dakika boyunca büyüdüm o yaşımda, işgal’in, savaş’ın, sömürünün ne olduğunu, sınıf ayrımını öğrendim.

    sinemadan çıkınca bir ritüel vardır, şu sahne böyle bu sahne şöyle diye ya... işte o gün sinemadan çıktığımızda hiç birimiz ağzını açmamıştı. hala da konuşmuş değilim o filmi izleyen arkadaşlarımla, nerelerini sevdiler, nerelerine üzüldüler bilmem. işte o filmdeki mavi suratlı kahramandı william wallace, iskoçya’nın evlatları diye bağıran adamdı, herkesin eşit olduğuna inanan adamdı, kıçından çıkan şimşeklerle düşmanını bertaraf eden adamdı. her şeyden öte, çocukluğumu kahramanıydı. bence dünyadaki herkesi döverdi.

    sonra büyüdüm, william wallace’ın aslında toprak için savaşmış bir derebeyimsi olduğunu, anlatılan karizmanın yarısına sahip olmadığını*, özgürlüğün belki ama eşitliğin skinde olmadığını öğrendim. çocukken hayal ettiğim gibi değildi ibne.

    büyümek bok gibi. sabah da iş var. öf ulan.
  • - sonra işte döndük kıçımızı ingilizlere, açtık etekleri, götümüzü gösterdik. hey gidi günler hey...
    + ya dede senin kahramanlık hikayeni sikeyim ya, ne pis adammışsın...
  • 1272-1305 yillari arasinda ya$ami$ iskoc halk kahramani... o zamanin ingiliz krali edward longshanks'e ba$kaldirmi$tir.. daha sonra bozguna ugratilip idam edilen ve cesedinin parcalari ders olsun diye oraya buraya gonderilen wallace'in verdigi gazla o zamanki iskoc krali robert the bruce, bannockburn'de iskoclari ozgurlugune kavu$turan zaferi kazanmi$tir. braveheart filminin esas adamidir.. (bkz: braveheart)
  • filmde anlatildigi gibi fakir bir koylu olmayip, aslinda bir toprak sahibi olan, ve topraklari tehlikeye girince ingilizlerle mucadeleye baslayan tarihsel sahsiyet. yani vatansever degil topraksever. gerci bunu ingiliz basinindan ogrendim, ve ingiliz basini turk basinindan sonraki en asparagas basin oldugu icin cok guvenilmeyebilir.
  • gerçek hayatını okumadım kendisinin, filmini izlemek yetti bana. ve gördüm ki kendisi bu özgürlük, vatan, millet olaylarına karı kız meselesi sebebiyle girmiştir. yani sevdiği kadın öldürülmese aklına iskoçya'nın özgürlüğü gelmeyecekti gibime geliyor. sevdiği yüzünden bir işe bulaştı, sonra arkası geldi. baktı ki millet bunun peşine takıldı o saatten sonra da dönemedi.

    yani demem o ki, william wallace bugün yaşasa "hayır" oyu verirdi. yeter ki sevdiği yanında olsun.
  • taşakları eteğin altından bile görünürdü.ruhun şâd olsun büyük usta.
hesabın var mı? giriş yap