• ophelia albümünden harika bir natalie merchant şarkısı. başucunuzda oturmuş, saçınızı okşayıp, ninni söyler gibidir natalie marchant bu şarkıda.

    sözlerini de yazayım da tam olsun:

    it's a pity
    it's a crying shame
    who pulled you down again?
    how painful it must be
    to bruise so easily inside

    it's a pity
    it's a downright crime
    but it happens all the time
    you wanna stay little daddy's girl
    wanna hide from the vicious world outside

    but don't cry
    know the tears'll do no good
    so dry your eyes

    your daddy he's the iron man
    a battleship wrecked on dry land
    your mama she's a bitter bride
    she'll never be satisfied,
    and you know
    that's not right

    but don't cry
    know the tears'll do no good
    so dry your eyes

    they told you life is hard
    it's misery from the start
    it's dull and slow and painful

    i tell you life is sweet
    in spite of the misery
    there's so much more
    be grateful

    who do you believe?
    who will you listen to
    who will it be?
    it's high time that you decide
    in your own mind

    tried to comfort you
    tried to tell you to be patient
    they are blind
    they can't see

    fortune gonna come some day
    all gonna fade away
    your daddy the war machine and
    your mama the long and suffering
    prisoner of what she can not see

    they told you life is hard
    it's misery from the start
    it's dull and slow and painful

    i tell you life is sweet
    in spite of the misery
    there's so much more
    be grateful

    who do you believe?
    who will you listen to
    who will it be?

    it's high time you decide
    it's time you make up your own sweet little mind

    they told you life is long
    be thankful when it's done
    don't ask for more
    you should be grateful

    but i tell you life is short
    be thankful because before you know
    it will be over

    cause life is sweet
    and life is also very short
    your life is sweet
  • 1990 yapimi mike leigh filmi. kult oyuncu david thewlis de filmde arz-i endam etmektedir.
  • daft punk remix'i şahane olan c.b parçası.
  • kafası bişeylere takılan, başkalarınca kıymet görmeyen şeylerle mutlu olabilen kısacası hayatıyla bir çekişmesi olan herkes bu filmde yer alan -abartısız- her karakterde kendinden az veya çok, o ya da bu yönüyle bişeyler bulur. bulamayanlar,

    siz, boşverin gitsin.
  • 1990 yapımı. elinde life is sweet olan kaçırmasın. bir başyapıt değil ama iyi iş, iyi işçilik. (gördüklerim arasında 90 öncesi mike leigh fimlerinin şahı meantime.) zıt/farklı ikiz kızlardan biri yeme bozukluğu bulumia, biri erkek fatma, sıhhi tesisatçı fılan; baba hayalci, anne her işi şakaya vuruyor bir formatta. ve olaylar gelişir. katil uşak çıkar, karakter sürprizleri olur. yan karakterler, bir döküntü karavan üstünden düzen eleştirisi ve düzene mesafe.. mike leigh bu filminde yumuşamaya başlamış, sol sertliği azalmış, işi daha akıcı ironiye vurmuş gibi geldi.

    bu arada her an altyazı gecikmesiyle oymama gerekmesi var. galiba tam uygun formattaki altyazıyı indirememişim. tatlı tesadüf, türkçe altyazı indirilebiliyor. eski filmlerinde alryazı bulma sorluğu var, bazı ingilizce altyazıları samıtlar için, filmlere turp suyu sıkıyor. altyazı gecikmesi ayarı ustası oluyorum. vlc ile izlendiğinde klavyede h tuşuna basınca altyazı geciktiriliyor ve genelde bu gerekiyor; altyazılar daha baştan filmden önce sökün ediyor. fazla gitmiş olursanız h'nin solundaki g tuşu ile altyazı biraz erkene alınıyor. 80000 msec ile başlayıp 200bin msec.a kadar altyazı geciktirmeler olabildi.
  • --- spoiler ---

    işlediği konuların ağırlığına rağmen ismi gibi sweet olan filmdir. o dönemlerde alt kesim hakkında çekilen çoğu film sert iken bu film bunun aksine gayet naif kalıyor. işlediği konulardan bazıları cinsel kimlik, bulimik, dar gelirlilik, serbest piyasanın acımasızlığı, garip insanlar, pasifistlik, gelecek kaygısı ve kalpazan arkadaşlar gibi naif olamayacak konular olmasına rağmen; film bu konuları izleyeni dertlendirmeden, olabilecek en tatlı şekilde veriyor. o devirde bu tarz konuları böylesine yumuşaklıkla çekmek büyük emek ister.

    filmi ken loach çekseydi aubrey wendy'e tecavüz ederdi, mutfakta çalıştırdığı kadın göçmen olurdu ve filmin sonlarında yakalanıp sınır dışı edilirdi. natalie toplum baskısından intihar ederdi. nicola ise sevgilisiyle genç yaşında iki çocuk yapmış olur, çocuklara da wendy bakardı. sevgilisi büyük ihtimal uyuşturucu işine bulaşmış bir serseri olurdu. evin babası andy ise geçirdiği kaza sonrası işten haksız yere atılır, filmin bu kesitinden sağlam bir sendika filmi çıkardı. böylesine sağlam eleştiri yapılacak konuları komedi tarzında verip, insanın alt kesimde yaşayan insanların hayatını izlemesine rağmen onlara acıma duymayıp iyi vakit geçirmesini sağlamayı da anca mike leigh gibi bir yönetmen yapabilirdi. bu konularda en özgün yönetmen bu yüzden mike leigh sanırım.

    filmdeki kötü insanları bile sempatikleştiren mike leigh, aubrey'nin kötü biri olduğunu aşçısıyla olan bateri sekansında bize gösteriyor. aşçı, beyaz ve muhafazakar görünen bir aşçı kıyafetiyle rahibe gibi tasvir edilirken, aubrey'in giydiği kırmızı atlet aubrey'i şeytan gibi gösteriyor. o ana kadar aubrey'nin yaptığı hiçbir şey gözümüze batmıyor, kötüler bile filmin akışına uygun davranıyor; en fazla şapşal gibi duruyorlar. bu akış öylesine olağan devam ediyor ki artık mike leigh ister istemez filmde kötü insanların da olduğunu gözümüze sokmak zorunda kalıyor. aslında aubrey'nin açtığı mekana kızla gidilirdi ama daha ilk günden yakıp yıktı namussuz. kötü insan olduğu buradan belli.*
    --- spoiler ---
  • çerezlik mike leigh filmi.

    --- spoiler ---

    filmin en sevdiğim sahnesi nicola ve anne arasında geçen diyaloglardı. nicola oturduğu yerden herkesi faşistlikle, ırkçılıkla, aptallıkla vs. suçlar. her şeyi protesto edip direndiğini filan söyler. annesi ise "bu nasıl direnmek. bütün gün evde kıçının üstünde neyi protesto ediyorsun? git yaşlılara yardım et, nükleer silahlanmaya karşıt gruplarla yürü. git sosyalist insanlarla kaynaş. yeter ki bir şeyler yap. nasıl aptal bir işte çalıştığın hiç umrumda değil. yeter ki mutlu olduğunu görebileyim. hayır nicola sen her şeyden, mutluluğundan, kendinden vazgeçtin." minvalinde konuşur ve nicola ağlar. çok basit gibi görünen bu sözler aslında içinde bulunduğumuz dünyada her boku oturduğu yerden eleştiren insanlara güzel bir eleştiridir.

    --- spoiler ---
  • yukarıda bahsedilmemiş, muhteşem yan oyuncularından biri de stephen rea'dır. bir kahvaltı masasındaki değişik tadları gibi karakterleri ile müthiş bir uyum, lezzet içinde geçen tatlı bir ingiliz filmi.
  • öyle sıradan ve olağan akıyor ki hayat filmde. dertlendirmeden, tatlı tatlı. hiç kimsenin hayatı kolay değildir elbet ama abartmadan belki ciddiye almadan, hayata gülerek karşılık vermek gerek. işte bunu hatırlattı. birçok konu işlenmiş ama o kadar akışında ki hayatın normali gibi görünmüş. bu yönden çok başarılı bir film. son dönem izlediğim hiçbir şeyde çağın getirdiklerini görmek istemiyorum. suni dertler, doğalında gelişen ve insana dair dertleri unutturuyor. 90'lar diye inlemelerin esas sebebi de bu işte. filme dönersem bu açıdan da hoş.
    film müziği de çok tatlıydı, nedense sonrasında `la vie en rose' i mırıldanıp durdum filmde geçti mi ben mi duyumsadım emin değilim.
  • kendine has kusursuz bir mizahı olan, çok başarılı bir kurguya sahip muhteşem bir film. şüphesiz, doksanlı yılların başında dünyadaki solcuların nasıl bir noktada olduğunu benden daha iyi bilen insanlar daha fazlasını bulacaklardır filmde, benim gördüklerim ise -an itibariyle ülkesine dair tüm inancını yitirmiş ve bariz bir aşağılık kompleksine kapılmış seküler tayfayı da kapsar şekilde- şunlar:

    --- spoiler ---

    evin huysuz kızı nicola o dönemin solcularının bir temsili. anne, baba ve kardeş ise işçi sınıfının temsilcileri. sadece bu kurgunun bize söylediği, yönetmenin basitçe vurguladığı şey şu: solcu, işçi sınıfının çocuğudur. diğer yandan solcunun işçi sınıfıyla arasına koyduğu mesafenin saçmalığının bir hatırlatıcısı olarak ikiz kardeş natali vardır filmde. olay sınıfsaldır, kendini solcu olarak işçi sınıfından kopartan öznenin çabası beyhudedir yani; onun birebir kopyası/kopyaları, aynı koşullardan gelen yığınla insan da işçi sınıfına aittir. nicola, atıyorum, çok param olsun, bu iğrenç işçi takımından sıyrılayım gibi hayallere sahip değildir, nicola hiçbir şeyi beğenmeyen ve aslında ne istediğini bilmeyen bir karakterdir. bu da önemli, eğer kendisi parayı bulmak gibi bir hayale sahip olsaydı, filmi başka türlü okumak gerekirdi. bu hâliyle nicola tam bir solcudur. önerdiği yeni bir hayat yoktur, savaşmamaktadır, o sadece eleştirmekte ve insanları yaftalayıp durmaktadır. sen seksistsin, sen kapitalistsin, sen şusun, sen busun. bence yönetmenin asıl başarısı, o dönemin, 90'lı yılların solcularının 2000'li yıllardaki rüzgârla nereye doğru savrulacaklarını öngörebilmiş olmasıdır. 2000'li yılların ilk on beş yılını domine eden, türkiye'de "yetmez ama evetçi" olarak ortaya çıkan yarrak kafaların hepsi yirmi beş yıl öncesinin nicola gibi solcularıdır. her neyse, bunlara belki sonra yine gireriz. bu filmde bakmamız gereken şey, o dönemde solcular ne yapıyordu? işçi sınıfı ne yapıyordu? soruları olarak karşımıza çıkıyor. film bir versusu ortaya atıp bunu tartışıyor: solcu vs işçi sınıfı.

    yine kurgunun kusursuzluğunun bir göstergesi olarak, yönetmenin nicola'yı bulimia hastası şeklinde filme yerleştirmesi tesadüfi değildir. nicola'nın sorunu, psikolojik sorunu, marazi yapısı vs. hep onun bulimia olmasından, doğru düzgün beslenmemesinden kaynaklanmaktadır. yediklerini doğal yollardan hazmetmek yerine kusmaktadır nicola. işte o dönemin solcusu da budur yönetmene göre: okur, eder ve bunları hazmetmeden kusar. alınan besinler vücutta bir şeylere dönüşmez, vücudu geliştirmez, daha somut olarak atıyorum kemikleri güçlendirmeye yaramaz. çünkü kişi tarafından hemen kusulup vücuttan/beyinden atılır. böyle bir durumda sürekli konuşan ama aslında hiçbir şey söylemeyen bir insan çıkar ortaya. o dönemin solcuları böyledir yönetmene göre, hepsi evdeki nicola'dan farksızdır. ilerleyen bölümlerdeki dünyanın belki de en komik seks sahnesi, daha sonra erkek karakterin senin yapacağın işi sikerim demesi aslında nicola'nın tüm foyasını ortaya çıkartması açısından önemli bir sahnedir. nicola'nın eve attığı eleman açıkça orta sınıfın bir temsilcisidir. ağzında sakız, siklemez bir hava, alaycılık vs. bugün "lümpen" diye adlandırılan ama kapitalizmin tam anlamıyla köpeği de olmayan insanların temsilcisidir o eleman. sosyal demokrattır. tam bir solcu olması, yine solcuların hastalıklı zihinlerinden dolayı gerçekleşememektedir. orada nicola'ya der ki, seninle biraz entelektüel muhabbet çevirmek istiyorum, tartışmak istiyorum, bunlardan sonra yatağa girmek istiyorum. ardından bombalar, nicola'nın ağzından düşürmediği terimlerle ilgili hiçbir fikri olmadığını kanıtlar. karının kafasına falan vurur. orta sınıf, sosyal demokratlar ya da daha kaba bir tabirle lümpenler solla sağlıklı bir ilişki kuramamaktadır ve solu terk etmek zorunda kalmışlardır. yönetmene göre bu durumun müsebbibi solculardır. bu solcuların ufukları, hazmetme, üzerine çalışma zahmetine girmedikleri terimlerden ibarettir ve yeni bir şey sunamamaktadırlar. sadece eleştirmekte ve yakınmaktadırlar. ne istediklerini bilmemeleri bir yana bu konu üzerine bile düşünmemektedirler. hayalleri, ütopyaları yoktur. budanmış bir ağaçtan farksızdırlar. çocuğu oldukları işçi sınıfını hor görmektedirler. açık şekilde anasına ve babasına, yani toplumun ezilenlerine üstten bakmaktadırlar. işte solcuların durumu budur demektedir yönetmen.

    işçi sınıfı ise kendi savaşını vermektedir. nicola'nın annesinin filmin sonundaki tiradı etkileyici ve dokunaklıdır. babanın kazıklanarak aldığı o berbat karavanın bile bir değeri vardır: hâlâ bir hayali olan bir adamdır evin babası. hâlâ hayal etmektedir. mücadele etmektedir. sızlanmamaktadır. anne, yani wendy karakteri ise kendince bir direnme formülü bulmuştur: filmin başında bize abartılı gelen neşesi, ortalara doğru kadının yapısı olarak izleyiciden onay alır. o karı böyledir ve aslında çok komiktir. olur olmadık yerde yaptığı erotik şakalar, her meseleden bir emekli mizahı üretme çabası, sürekli gülmesi, sürekli şaka yapması, aslında onun savaşa devam edebilmesi için seçtiği yöntemdir. wendy, kedere saplanmak, iğrenç gerçekliklere boyun eğmek yerine hayatını eğlenceli hâle getirmeye çalışan, savaşını böyle veren biridir. görünen odur ki, yönetmene göre, işçi sınıfı savaşmaktadır, solcular ise yargı dağıtmaktan başka hiçbir sike derman olamamaktadır. solcu vs işçi sınıfı karşılaştırmasının kazananı işçi sınıfıdır, varlık zeminini reddeden ve hatta o zemini hor gören solcular değil.

    tam da bu noktada, kısa bir türkiye turundan sonra devam edeyim: akepe döneminin seküler tayfada yarattığı tahribat. sekülerlerin ülkeye inancı kalmamıştır. sekülerler türkiye'yi hor görmektedir. bu ülkeden bir bok olmaz demektedirler. "yoksa gidiyorlar mı, yoksa yıkılıyorlar mı?" diye heyecanlanan birileri çıktığı anda bu götverenler ellerinde bir yangın tüpüyle olay mahalline gelmekte ve yangına hemen müdahale etmektedirler: "bunlar seçimle gitmez abi, hiç heveslenmeyi bu adam şimdi seçim olsa %40 alır." aynı tipler, insanlar atıyorum sandık başlarında sabahlarken yine orada burada "boşa uğraşıyoruz," diyen kişilerdir. sürece katkı sunmak istememelerini hoş görmekten başka bir şey gelmez elimizden ama bu amcıklar gölge etmeyi de kendilerine bir görev bilmektedirler. bir hükümete "seçimle gitmez" demenin tam da o hükümetin tüm kanunsuzluklarını normalleştirdiğini bile akıl edememektedirler. hiçbir şey yapamıyorsak bile, ne olursa olsun, hukuksuzluğu, eşkıyalığı normalleştirmemeliyiz dememektedirler. her neyse, gelinen noktada, seküler tayfanın neredeyse yarısının filmdeki nicola karakterinden bir farkı yoktur aslında. bir düşünürün de belirttiği gibi: ülkesine inanmayan insan kendisini küçümseyen insandır diyerek bitirelim. buradan hayalperestlik de çıkmaz. bu bir matematik sorunudur gerçekten. solcunun işçi sınıfını hakir görmesi ne ise, insanın ülkesini hakir görmesi de aynı şeydir. varlık zeminini hedef almaktadır bu insan. onu küçümsemesi doğrudan doğruya kendi varlığını küçümsemesi ve aslında farkında olmasa da kendisini hakir görmesidir. "bizden bir bok olmaz," cümlesindeki biz'in içinde kendisi de vardır. dolayısıyla bu insanın dediği şey net olarak şudur da: "benden bir bok olmaz." eğer söz konusu saçmalığı sürdürürse bu konuda da haklı çıkacaktır.

    şimdi tekrar filme dönelim. aubrey karakteri ve fiyaskoyla sonuçlanan restoran işi: kapitalist olan insanın kendisini nasıl bozduğunu izleriz bu bölümlerde. adamın yattığı yatağın kaç pound olduğunu söylemesi bile bunu ortaya koymaktadır. sonunda delirmektedir aubrey. mutfaktaki kadın, stockholm sendromundan mustarip en cahil, en bitmiş kesimin bir temsilcisidir. aubrey kadını ezer ama kadın onu terk etmez. kafka'ya ait bir benzetmeyle: efendisinden kurtulan atın yola kendi kendisini kırbaçlayarak devam etmesi. öğrenilmiş çaresizlik. ezilmekten başka bir tahayyülü olamayacak kadar sakatlanmış insanların bir temsilidir mutfaktaki kadın.

    aubrey ile ilgili olarak wendy'nin kocasıyla yatakta yaptığı konuşma da çok hoştur, aubrey'in wendy'ye yürüme ihtimali üzerinden bir geyik çevirmektedir karı koca. orada wendy şunu söyler: "aubrey'le bir şeyler yaşayacak kadar umutsuz değilim." işçi sınıfı, ruhunu kapitalistlere satacak kadar bitmiş değildir demektedir yönetmen. 90'larda böyleymiş en azından diyelim. filmi dönemine göre düşünelim yani.

    son sahne, nicola ile natali'nin içten konuşmaları. orada hoş bir nüans var bence. solcularda da işçi sınıfında da belli yarraklıklar var. solcu amcığın teki ama işçi de tuvaletlere elini falan sokuyor, o da hastalıklı yani. bu sahnede yönetmenin dediği şey, "durun, siz kardeşsiniz!" müdahalesi aslında. birbirinizden çok farklısınız, ikinizde de kimi yarraklıklar var ama ne olursa olsun siz kardeşsiniz.

    müthiş gerçekten.
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap