• böcek konseptimiz var değil mi? ben sana böcek dediğimde anlıyorsun, ben sana böcek dediğimde anlıyorum. ve en azından neye işaret ettiğini de deneyimimizden biliyoruz. en azından bildiğimizi sanıyoruz. ludwig de diyor ki philosophical investigations'da;

    böceklerin dışarıda gezinmediği bir dünya düşünelim. o dünyada herkesin bir böcek kutusu olsun. biz böcekler hakkındaki fikirlerimizi ancak böcek kutularımızı açıp onu deneyimledikten sonra oluşturabiliriz ki onlar hakkında konuşmaya da ancak bu şekilde başlarız. bu durumda dahi, birbirimize böcekleri anlattığımızda birbirimizi anlarız*, karşılıklar veririz, diyaloglardan diyaloglara koşarız ama hiçbirimizin diğer hiç kimsenin böcek kutusuna erişimi olmadığında konuştuğumuz şeyin "aynı" şey mi olup olmadığını asla ve asla bilemeyiz.

    bu anlamda, canım acıyor dediğinde ben seni anlarım. iğne battığında canım şöyle acıyor dediğinde, doğru bak benimki de tam o anlatmaya çalıştığın gibi acıyor diye karşılık veririm ama gel gör ki, benim kutumdaki böcekle senin kutundaki böceğin aynı olup olmadığı ya da ne seviyede farklarının olduğu konusunda hiçbir şey söyleyemeyiz. dahası ve en üzücüsü de,

    ikimizin kutusu da boş olabilir.
  • martin cohen aynı adlı kitabında bu düşünce deneyine karşı kendi düşünce deneyini öne sürer:

    "adanın birinde şöyle bir gelenek var: herkese doğduğunda küçük bir 'böcek' kutusu (kibrit kutusu kadar bir şey) veriliyor. bu kutular son derece değerli ve son derece kişisel kabul ediliyor. hiç kimse içinde ne var diye bir başkasının kutusuna bakamıyor ve kendi kutusunda bulunanı incelemekle yetinmek zorunda.

    yine farz edelim ki bu kutuların bazılarında kocaman siyah böcekler, bazılarında karınca adını verebileceğimiz minik kırmızı böcekler, bazılarındaysa hamam böcekleri var. ayrıca adanın hiçbir yerinde ne siyah böcek ne karınca ne de hamam böceği bulunduğundan, kimse çıkıp da "işte bak, benim böcek şu!" diyemiyor. üstüne üstlük kimsenin kendi kutusudaki böceğin resmini yapmasına veya fotoğrafını çekmesine izin verilmiyor ve bu yüzden insanlar konuya dair konuşurken sadece 'kendi böceklerinden' bahsedebiliyorlar.

    ama bu durum karşılaştırmaların yapılmasına yeterli olacaktır. birisi, mesela bir çileğe bakacak ve bu benim böceğin rengi, diyecektir. bir başkası, bir bozuk paraya bakıp "bu, benim böcek boyunda" ve bir diğeri de, mesela bir örümceği görüp, "benim böcek gibi hareket ediyor" diyecektir. zaman içinde böceklerin tam resmi insanlar arasında konuşulabilecek ve kutulardaki böceklerin birbirlerinden çok farklı olduğu ortaya çıkacaktır."
  • fellini'ye attığım mesajı konuyla ilgilenenler için buraya da yazmak istedim;

    bu noktada martin cohen'in karşı düşünce deneyinde hem bir straw man hem de bir begging the question var. cohen, ki kitabını alıp göz gezdirdim, pek iyi bir kitap olmadığını düşünüyorum, burada kutudaki böceklerle adadaki kimi objeler arasında benzerlik kurulabileceğini varsayıyor. fakat bu tam da göstermesi gereken nokta. wittgenstein'ın temel içgörüsünün söylediği şey, tam olarak da böcek konseptine neyin refere ettiğini bilemeyeceğimizden herhangi bir karşılaştırma yapamayacak olmamız.

    hem zaten wittgenstein interchangeability'yi inkar etmiyor. mental meseleler hakkında konuşurken birbirimizi anlıyor, karşılık veriyor ve zihinsel acımızı, mutluluklarımızı, sevgi seviyemizi diğer insanlarınki ile karşılaştırabiliyoruz. burada nokta bundan daha temelde yatıyor. wittgenstein diğer zihinler problemine yönelik bir düşünce deneyi yapıyor. biz kendi kapalı kutu zihnimize öncelikli bir ulaşım hakkına sahibiz fakat diğer kapalı kutu zihinler hakkında bize ne söylenirse söylensin o öncelikli ulaşıma sahip olmadığımızdan söylenilen hakkında fikrimiz olsa da "ne" olduğundan mantıksal olarak emin olamayız.

    burada konu çok daha derinleşiyor ve şuraya varıyor, zaten bu karşılıklı konuşma ve anlaşma meselesi de günümüzde çıkarımsal rol semantiği dediğimiz bir yere varıyor. wittgenstein da bu anlayışın öncülerinden biri. inferential role semantics konseptlerin anlamlarını dildeki kullanımlarından aldıklarını söylüyor en basit şekilde söylersek. bu da şu demek;

    zaten kurduğumuz benzerlik, kullandığımız dil ölçüsünde ve bu böcek konseptinin refere ettiği, ya da etmediği, şey hakkında konuşuyor olmamızı engeliyor. büyük miktarda bu yüzden wittgenstein, önemli olanın hakkında konuşulamayacak olan olduğu ve daha da önemli olanın dilin ve deneyimle ulaşılan kesinliğin dışında kalan olduğunu düşündü. mistisizminin temeli de belli bir oranda buraya bağlı.'
  • tarihsellik ve onun andaki belirimi olan "zamansallık" pas geçildiği için böcek kutusu-zihin analojisi üzerinden dil deneyiminin paylaşılabileceği, fakat konuşulanın "aynı" şey mi olup olmadığının bilinemeyeceği varsayılıyor.

    meseleyi biraz daha zorlaştıralım. biz beş kişilik bir grubuz. diyelim ki, kutuların içinde bizim gündelik hayatta deneyimine sahip olduğumuz böcek değil de, "kumanela" denen bir "şey" olsun. üç öncüle sahibiz; hepimiz kutularımızın içinde kumanela olduğunu biliyoruz, kendi kumanelamızı algılayabiliyoruz, ve birbirimizle kumanelalarımız hakkında konuşabiliyoruz.

    kumanelayı tarif edebilmek için öncelikle mevcut algılarımdan hangisine dahil olduğunu saptayacağım. bu görünür bir şey mi? bir koku mu? yoksa bir ses mi? işi daha da zorlaştıralım, grup bunun bir koku olduğunu söylüyor. o halde alanı daralttım. bu sefer şunu soruyorum, nasıl bir koku? seni rahatsız ediyor mu, yoksa hoşa gidecek cinsten mi? üç kişi bunun hoş bir koku olduğunu, bir kişi ağır bir koku olduğunu söylerken bir kişi ise susuyor. o halde kokuya yönelik tavrım geçmiş tecrübelerimin şekillendirdiği karakterimle ilgili mi? tartışma bunun üzerine devam ederken sessiz kalan kişi de bunun hoş bir koku olduğunu söyleyip 4'e 1'lik bir karşıtlık yaratıyor. 4 kişi olarak, kokunun ağır olduğunu iddia eden kişi üzerinde sorgulamayı devam ettiriyoruz. neden ağır bir koku olduğunu düşünüyorsun? sence de hoşa giden bir şey yok mu? hoş özellikleri olduğunu ve zamanla alışabileceğini söylüyor beşinci kişi. bunun üzerine biz de kokunun ilk etapta ağır gelebilecek fakat hoş bir koku olduğu fikri üzerinde birleşiyoruz. sonuç olarak, kumanelaya karşı grup olarak ortak bir "fikir" geliştiriyoruz. bu fikir deneyim anında değil; grubun kıyas, muhakeme ve diyalektik tartışma süreçlerinin sonunda "zaman" içinde ortaya çıkıyor. *

    derken bizim adamıza, kumanelanın ne olduğunu bilmeyen on beş kişilik farklı bir grup geliyor. onlara kumanelayı koklatmadan önce, a priorik bilgisini veriyoruz; "kumanela, ilk etapta ağır gelebilecek hoş bir kokudur." daha sonra kokluyor ve bizim onlara öğrettiğimiz bu bilgiyi deneyim yoluyla da içselleştiriyorlar. 20 kişilik yeni grubumuz, kumanelanın ilk etapta ağır gelebilecek hoş bir koku olduğu fikri üzerinde birleşiyor. algılanan ve diyalektik içinde dövülen madde, grubun fikrine dönüşüyor.

    son olarak, adamıza, kumanelanın ne olduğunu bilen 80 kişilik baskıcı bir grup geliyor. bu yeni grup, kumanelanın yosunsu ve mide bulandırıcı bir koku olduğu fikrini bize aşılıyor. kokunun ilk etapta ağır geldiği fikri bizde a priori mevcut olduğu için de 20 kişilik grubumuz, 80 kişinin fikrinin arasında asimile oluyor ve 100 kişilik grubumuzun kumalenaya dair fikri bunun mide bulandırıcı bir koku olduğu etrafında birleşiyor.

    buradan benim çıkardığım sonuç şu; deneyim ve a priori bilgi tarihsel süreç içindeki diyalektikle, şeylerin ne olduğunu tarif etme imkanı kazanır. egemen "şey", uzun bir iktidar sürecinin sonucundaki uzlaşıdır. grup diyalektiği ve tarihsel süreç olmaksızın şeyi tarif etmeye çalışmak beyhude bir çabadır. zira bizim şeylere yönelttiğimiz "algılama biçimi"nden gayrı şeylerin anlamı sonsuzdur. anlamı sınırlayan, belli kategorinin içine yerleştiren ve ona mümkün fayda unsurları tayin eden insan varlığının kendisidir. bu demek değildir ki, tüm görüngüler sonsuz nitelemeye tabidir. kabile hayatı yaşayan bir yerli de, büyük olasılıkla rüzgarı bizim gibi deneyimliyor, ağaçları bizim gibi canlı nesneler olarak görüyordu. fakat gece olduğunda rüzgarın sesinden ve ağaçların gölgelerinden korkuyordu. fark, şeye atfedilen "anlam" ve onun etrafında gelişen "gösterge sistemleri"nin çeşitliliğidir. yoksa ilkel de, ağacı, aynı nerotransmitter sistem içinde deneyimler ve görür.

    buradan başlıktaki sorunsala dönecek olursak, sorunsal benim gözümde anlamsızlaşmaya başlıyor. zira dil denilen şeyin var olabilmesi için minimum iki kişiye ihtiyaç var. lakin sorunsal, sanki her birey bağımsızca dil yetisine sahipmiş gibi şekillendirilmiş. toplumsallık olmadığı takdirde dil yok. tarihsellik olmadığı takdirde ise deneyimin çoğullaşması söz konusu değil. dil, zaten belli bir toplumun kategoriler ve fenomenler üzerinde cisimleşen ortak-sonul uzlaşısından başka bir şeyi ifade etmiyor. bu noktada, "aynılık" fetişizminin peşinden koşmak bana fuzuli bir çaba gibi görünüyor. zira, ortada zaten baştan öyle bir iddia yok. bu tip felsefi sorunsalların ardında hep o aynı, tarihdışı, "şöyle olsa ne olur" akıl yürütmesi var, ve bu akıl yürütme de ancak tarihdışı bir düzlemde ortaya konulabilir, lakin, tarihdışı bir insan* mevcudiyeti var olamaz.

    geriye tek bir problem kalıyor. bugündeki bilginin ne derece nesnel* olduğunu, ve tüm insanlara genellenebileceğini sorgulamak. bunu yapmak için de bilimsel yöntemin araçlarıyla iktidar ve tahakküm ilişkilerini inceleyip, gösterge sistemlerini, ekonomik üretim ve dağıtım ilişkilerini demokratikleştirmekten başka bir seçenek kalmıyor.

    muhtemel birkaç soruyu da ben sorayım hadi; başlangıçtaki üç kişi aslında kokusuz bir şeyi koklayıp bunun bir koku olduğuna dair beş kişilik grubu domine etmiş olabilir mi? olabilir. fakat öyle olsa dahi, tarihin ilerleyen aşamalarında, bu "yanlış bilinç" elenmeye adaydır.* zira gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. olur da elenmez ve iktidarını sürdürme konusunda ısrar ederse, antagonizma yaşanacaktır; bu durum da direniş stratejilerinin güçlenmesi için imkan sağlayacaktır.
  • diger dusunce deneyleri icin
    (bkz: #92649934)
  • bana, platon'un benzer bir akıl yürütme ile farklı sonuçlara varmasını, anımsatan böcek.

    platon böcek yerine at'ı kullanır. der ki, " herkesin aklında ortak bir at kavramı vardır. dünyanın başka yerlerinden, farklı yaşlardan, farklı kültürlerden ... insanlarla da konuşsanız, at deyince zihinde; dört ayaklı, büyük kafalı .. bir şey canlanır." peki bu nasıl oluyor? nasıl bu kadar farklı insan at denilince neyin kastedildiğini hemen anlıyor.

    platon, wittgenstein'dan burada kopuyor, hatta uçuyor. platon'a göre, bu dünyanın dışında başka bir evren daha var; idealar dünyası. bizler doğmadan önce o dünyadaydık. idealar dünyası'nda her şey kusursuz, en mükemmel halinde. tüm insanlar o dünyada var olan mükemmel at'ı görmüşlerdir. işte herkesin kafasındaki at kavramı, o dünyadan zihinlerimizde kalan bir kavramdır.
  • iki kişi olduğumuzu düşünelim ve bu iki kişiden biri sizin arkadaşınız diğeri de sizsiniz. size iki kutu verilmiş ve senin kutunda karınca arkadaşınızın kutusunda peygamber devesi var. bu böcekleri hiçbir şekilde birbirinize göstermeden nasıl anlatırsınız?

    arkadaşınız böceğini anlatmaya başladığında ilk olarak tamamen görünüş üzerinden ilerleyecektir uzunluk boy renk hız ve diğer değişkenler.
    adada bir taze hindistan cevizi bulur ve anlatmaya başlar.
    - benim böceğimin rengi aynı bu taze hindistan cevizi gibi yeşil.
    - palmiye yapraklarının çıkış noktasının uzun haline benzer bacakları var.
    - kolları tıpkı yengeç koluna benziyor ve yeşil renkte.
    - gövdesi tıpkı bir ağaç dalını andırıyor.
    - hareketi rüzgarda ileri geri giden dalgalar gibi.
    bu benzetmelerden hayatında hiç peygamber devesi görmemiş bir insan nasıl bir böcek hayal edebilir? birazcık düşünelim...
    tıpkı düşündüğünüz gibi o böceğe benzemeyen saçma sapan yeşil yengeç kıskaçlı dal gibi uzun acayip bir şey aklınıza gelecektir işte wittgenstein’ın böceği tam olarak budur.
    varlığını hiçbir zaman görmediğimiz bu böceği sadece deneyimlerimiz ile tahmin etmeye çalışırız fakat kutu açılıp gerçeği görünce düşündüğümüz o varlık tezahürü tamamen gerçekliğini yitirmiş bulunmaktadır. herhangi bir gerçeğe ulaşmaya çalıştığımızda ontolojik olarak kurduğumuz tezahür ile salt gerçeğin arasında her daim uçurumlar olabileceğinin en güzel örneğidir bu düşünce deneyi. bu durumda varlıksal olarak tanımlanan gerçek ile salt gerçeğin farklı olduğu noktasına çıkarız ve bu çıkarım bizi varolduğundan kendi benliğimizle emin olduğumuz fakat gerçekliği su götürmez olan şeylerin sorgulanmasına doğru sürükler. belki de düşüncenin varolması için eyleme geçmesi gerektiğinin bize büyük bir ispatıdır. bu kutuya böcek yerine tanrıyı koyarsanız işin içinden çıkılmaz bir gerçeğe ulaşabilirsiniz:
    tanrının var olması ile gerçek olması arasındaki fark eyleme geçiş süreci ile kıldığı sözde gerçeklik olabilir. buda bizi yaşadığımız dünyanın tamamen gerçek dışı olduğuna götürebilir buradan da rene descartes’in kötü cin kuramına bağlanırız ki bu işin içinden çıkılmayacağımıza bizi götürür.
  • deskartes’ın miras bıraktığı ve deneyimin asla gerçek anlamda paylaşılamayacağı fikrinden sonra, “wittgenstein‘ın böceği” argümanı bizi dosdoğru tekbenciliğe götürür.

    bizimki dışında bağımsız bir gerçeklik olup olmadığını asla kesin olarak bilemeyeceğiz.
  • imalat sektoorune bulasmis olanlarin farkli ama sade bir gozle bakacagi bocek.
    insan zihni hemen her konuyu belirli yaklasimlarla hayal eder. bu yaklasimlarin gercege yakinligi elindeki bilgiyle ve bahsi gecen nesneyi tanimlama ihtiyaciyla dogru orantilidir.
    ben bir arkadasima oturdugum masanin uzerinde bir bardak var dersem hayalinde basit bir bardak canlanir (tamamen kendi tanimlarina gore). herkesin zihninde canlanan bardak farkli olabilir ama sonucta icine sivi alabilecek sekilde tasarlanmis bir cisim gelir. kagit, cam ya da plastik olmasi farketmez. bu bardagin detayli ozellikleri onun icin onemli olmadigindan bu konu kendisini rahatsiz da etmez.
    ancak ben ondan masamdaki bardagin kopyasini uretmesini istersem bu sefer bana bardagin olculerini (cizimleri ya da modeli) ve malzemesini soracaktir. cunki "bardak" dendiginde zihninde olusan imgenin %100 benim bahsettigim imge ile es olmadigini zaten bilmektedir.
    sonucta bizim icin agirlik, buyukluk, sicaklik gibi kavramlar hep goreceli ve yaklasiktir. teknik resim denen sey ve olcu aletleri, bu farkliliklari giderebilmek ve soyledigimiz seyi karsimizdaki kisinin de ayni algilayabilmesini saglamak icin gelistirilmistir.
  • böceklerden iğrenir ama parmaklarına uğur böceği konsa hayra alâmet sayarlardı.*

    ***
    arkadaşınız size;
    “yağmur sonrası şu toprak kokusu yok mu?”
    yahut
    “taze biçilmiş çimenin kokusunu aldın mı?”
    diye sorsa ve siz de;
    “tarif etsene, nasıl kokular bunlar?”
    deseniz, arkadaşınız büyük bir çabayla,
    “bahar gibi, doğa gibi kokuyor işte, hissetmiyor musun?”
    diyerek bu kokuları başka kokulara benzeterek anlatmaya çalışırdı muhtemelen.

    siz de;
    “peki bahar ve doğa kokuları nasıl ki?”
    diye sorduğunuzda, arkadaşınız bunları tanımlarken kaçınılmaz olarak konuştuğu dilin sınırlarına ulaşacaktır.
    diğer bir deyişle bu, o kokuyu duyan kişi hariç kimsenin cevabını bilemeyeceği bir histir.

    işte bu noktada; dil sınırı ve mantık çerçevesini aşan duygu durumları için “bir kimse konuşamayacağı bir noktaya geldiyse sessiz kalmalıdır.” der wittgenstein.

    aslında burada; kendiniz gibi değil de, başkası gibi olmanın nasıl hissettireceğini bilemeyeceğiniz söz konusudur.
    bir diğer anlatımla; en kapsamlı iletişim aracı olan dil bile karşınızdaki insanı tam olarak anlamanız için yeterli değildir.
    ve siz, başka bir insan olmak nasıl bir şeydir asla bilemezsiniz.

    bir başkası için “yeşil”in nasıl göründüğünü bilemezsiniz mesela.
    yahut tattığı “portakal”ın lezzetini.
    yediği yumruğun acısını, hissettiği aşkı, duyduğu korkuyu da.
    bu durumda hepimiz kendi zihnimizde hapis durumda olduğumuz için, kimse bu evreni sizin yaşadığınız ve yaşayacağınız gibi tecrübe etmemiştir ve edemeyecektir.

    peki böceklerle ne ilgisi var bu konunun?

    wittgenstein der ki;

    bir grup insan düşünün ve hepsinin elinde içinde “böcek” denilen şeyin bulunduğu bir kutu olsun.
    birinin diğerinin kutusunun içine bakması yasak olsun ve fakat kendi kutusunun içindekinden bahsedebilsin. *

    soru şu:

    bu kişilerden biri diğerinin kutusundaki böceğin nasıl göründüğünü anlayabilir mi?

    wittgenstein'a göre; kimsenin bu şeyi “böcek” kelimesiyle anlatabilmesi mümkün değildir çünkü hiç kimse diğerinin “böcek” ile neyi kastettiğini bilmiyordur. onların bildiği sadece kendi kutularındaki “şey”dir.
    yani aslında insanın zihninde hissettiklerinin ne sözsel bir karşılığı ne de gösterimsel bir tanımı vardır.

    kısacası bu analoji, insanların hissedilen durumları, duyu ve hislerini diğer kişilere ifade etmeyi asla başaramayacaklarını göstermek için kullanılır.

    buradaki kutu zihnimiz, böcek de * ruh halimizdir.
    başkasının zihninde olanı bildiğimizi sanmamız sadece bir varsayımdır zira başkasının tecrübesini, hislerini anlamak imkânsızdır.
    hal böyleyken de anlatılamayan tecrübe, kant'ın “kendinde şey” kavramında olduğu gibi, öznel ve göreli kalmaya mahkûmdur.

    ***

    şimdi söyleyin bana; sizce bu yazı ile, wittgenstein'ın ne demek istediğini tam ve kesin olarak anlatabilmiş miyimdir size?
hesabın var mı? giriş yap