• avrupa birligi'ne turkiye'nin girememe sebebi ne yerlere tukuren barzolar, ne egitimsiz anadolu insani, ne kendini bir bok sana sehirli hiyarlar, ne o ne bu ne de baska bir sey. turkiye avrupa birligi'ne gercekten hosgeldin ile alinacakti. bu sans iki kere gecti eline turkiye'nin. bunun onundeki engel su oldu:

    kamu ihaleleri dosyasi
    rekabet dosyasi
    calisma dosyasi

    kamu ihaleleri soyle;

    belirli bir seviye uzerindeki butun kamu ihalelerine butun avrupa birligi ulkeleri katilabilmesini saglayan duzenleme. yani cok acik uzerine konusmaya bile gerek yok.

    rekabet dosyasi;

    avrupa birligi tesvik konusunda soyle bir sey diyor, devlet sadece cevre ve arastirma-gelistirme konularinda devlet tesvigi verilebilir sarti var. bu da iste kafana gore kamu parasini aslinda dagitamazsin demeye getiriyor. yani nargileci acacam diyene devlet tesvik verdi ya kosgep uzerinden. bu konuda da daha fazla bir sey demeye gerek yok.

    calisma dosyasin;

    iste kamuya ise alimlar konulari filan.

    yani avrupa sunu dedi, vergi mukelleflerinin paralarini dogru duzgun harcayacaksin ve iktidarin kendi tuzel kisiligi cikari uzerine harcayamazsin. devlet ve toplum icin harcayacaksin dedi. e kabul edilmedi. bunu akp degil turkiye'de su an hicbir parti kabul etmez. etmez yani. avrupa birligi bir kere hukuk getirecek ulkeye, gecen yazdigim yazida da vardi, hukuk turk insani tarafindan yonetimden talep edilen bir sey degil. turk insani hukuk istemiyor. sacma sapan seyler istiyor. duygusal. kopek oldurulen idam edilsin gibi sacma sapan seyler istiyor. bu hukuk degil. turk insaninin yarisi hazine arazisi uzerinde ev yapmistir. simdi avrupa birligi'ne uyum yasalari cercevesinde bu da var. senin ne kadar topragin var bunun uzerinde ne var hesabini istiyorlar. bunlardan para alacaksin diyecek avrupa, mesela secim yapsalar evet/hayir secimi gibi avrupa birligine girmeyelim cikar o secimden. nerede yasadigimizi bilelim yani.

    cok cok buyuk ihtimal, en yakin arkadaslariniz, ablaniz, anneniz, kardesiniz, babaniz vs illaki en dar en yakin cemberinizden birisi kesin yukarida anlattigim turden bir tip. hatta belki de siz. ben ne bilecegim, hazine arazisi uzerinde evin var belki buralarda esitlik ozgurluk zart zurt diye tepiniyorsun. halbuki belese yasiyorsun hatta belki apartman diktin kira filan aliyorsun. nereden bilecegim. o yuzden sucu akp'ye mhp'ye chp'ye atmanin anlami yok. bir kez daha tekrar edelim; turk insaninin devletinden hukuk gibi bir talebi yok. isinin gorulmesine ihtiyaci var. onu da cok iyi yapiyor zaten siyasetciler. hepsi boyle yapti. isi gorulmesi gerekenin isi goruldu.
  • avrupa birliği denen oluşumun en büyük lokomotifi olan ülke sömürgesi falan olmayan, sömürge edinemediği için savaş çıkartmış olan almanya'dır. bugün bütün avrupa ülkelerinin en büyük ticaret ortağı almanya.

    katolik evangelist çomarlarla dolu abd'den çok daha seküler, çok daha dinsizlerdir. özellikle batı ve kuzey avrupa. ab eğer hristiyan kulübü ise nüfusunun %80'i agnostik olan iskandinav ülkeleri neden ekseriyetle ab üyesi? sekülerliğin ağa babası olan fransızlar mı hristiyan? avrupalılar dinle yaşamazlar, dinle ölürler. ölünce kilisede ayin yapılır, mezarlarına da haç koyulur, o kadar. bunun haricinde hristiyanlığı hayatlarına taşımaz büyük kısmı.

    dalga geçtiğimiz ab kriterleri sosyal demokrasinin en başarılı örneğidir. fakir vatandaşları dahi insanca yaşar. nüfus ve şehir planlamasının, çevre politikalarının, geri dönüşüm bilincinin, toplumsal gelişmişliğin, eğitimli toplumun, kısaca medeniyetin gezegendeki en gelişmiş olduğu ülkeler avrupa birliği ülkeleridir.

    avrupa birliği oluşumu da gezegendeki en özel sosyal deneylerden bir tanesidir. son 500 yıllık geçmişi aralıksız olarak kanla yazılmış olan ülkelerden bahsediyoruz. iki dünya savaşı da bu ülkeler arasında oldu. buna rağmen geçmişi bir kenara bırakıp bir arada yaşamayı kabul ettiler ve bunu uzun bir süredir başarıyorlar. bir alman bugün gidip fransa'da yaşayabiliyor sorgusuz sualsiz. keza bir fransız da gidip almanya'da yaşayabiliyor. orada çalışıp, orada seçimlerde oy kullanabiliyor. tıpkı bir alman vatandaşı gibi.

    avrupalıların zengin olduklarını sanıyorsunuz. dünya'nın en değerli 100 şirketi arasında avrupalı şirket sayısı 10-12 falandır. çoğu abd'li, arkasından çinli şirketler geliyor. ama avrupalı öğrenci, avrupalı emekli, avrupalı işçi on numara beş yıldız yaşıyor. neden? çünkü ab ülkelerinde sosyal adalet var. gelir eşitsizliği absürt seviyelerde değil. vergi adaletini sağlamış bu ülkeler. ellerindeki serveti adil biçimde dağıtıyorlar. dünya üstünde eğer bir medeniyet varsa avrupa'dır o medeniyet. taramalı tüfekle lise basılan, ambulansta ilk yardım yapılırken sigorta paketi sorulan, polisin üstünüze şarjör boşalttığı abd değil.

    milliyetçilik hastalığına tutulmuş eblehlerin bunları anlaması zordur.
  • ekşisözlük her türlü durumda avrupa/abd tarafını haklı bulup kendisini haksız bulan ezik harekat timi devreye girmiş sanıyorum.

    --- spoiler ---
    yani anlayacağınız türkiye'nin haklı olduğu taraflarda olabilir elbette, ama avrupa birliği'ne girmek istiyorsa eğer yapılması gereken şeylerin çok büyük bir kısmı kendisine düşüyor.
    --- spoiler ---

    1-insan hakları demokrasi falan. arkadaşlar bu kavramlar ab'nin sikinde bile değil. macaristan'daki orban hükümetinin tayyip'den eksik hiç bir yanı yok. hepsi tam bir avrupa çomarı. isteyen gelip baksın ab'nin vize uygulamadığı ülkelere şanlı demokratik birleşik arap emirliklerini o listede görünce gurur duyulabilir medeniyet beşiği ab ile.

    2- kıbrıs sorunu: neyi tartışıyoruz ki, annan planı geldiğinde rum tarafı kabul etmedi ve buna rağmen rum tarafı ab'ye dahil oldu. türkiye, tamam pes ettik bütün kıbrıs artık rum yönetimindedir biz de çekiliyoruz türklere dokunmayın lütfen kib demediği sürece de bu sorunun çözülmesi mümkün değil. arkadaşın ima ettiği türkiye'ye düşen şey budur. bunu yapmak peki kimin çıkarına?

    3- türkiye'nin coğrafyası: ne düşüyor bu konuda türkiye'ye, yüzdeleri değiştirmek için toprakların bırakılması mı lazım. kıbrıs adasının tamamı mesela tektonik olarak anadolu plakasında yani asya'da belli ki pek bir problem oluşturmamış ab üyeliği konusunda. türkiye'nin avrupa kıtası sayılan bölgede yaşayan insanının sayısı pek çok avrupa ülkesi nüfusundan fazladır.

    4- avrupa birliği tüzüğüne göre parlamentodaki koltuk sayısı: karar verir misin lütfen, ab hristiyan kulübü mü yoksa başka bir şey mi? osmanlı savaş falan ne alakası var, herhalde bugüne kadar yapılan alman-fransız veya fransız-ingiliz savaşlarını listelersek türkler baya aşağıda kalır. ne alakası var

    5- türkiye'nin ortadoğu'ya komşu olmasından şikayet edilmiş. ne yapılsın mesela buraları bırakıp göç mü edelim balkanlara. zaten 3. maddede bahsedilen coğrafya konusu. bu tekrarlanmış sadece

    6- doğu akdeniz sorunu: yunanistan 10 km²'lik meis adası sayesinde türkiye'nin akdeniz üzerinde hiç bir hakkı olmadığını söylüyor. türkiye tarafı ise bunu dinlemiyor ve doğu akdenizde hak iddia ediyor. uluslararası anlaşmaların konuyla alakası yok, çünkü türkiye unclos sözleşmesine taraf değil. iki tarafın da imzaladığı sözleşme lozan'dır ve orası takip edilebilir. türkiye'nin libya ile anlaşma imzalaması ve fransa/yunanistan tarafının bunun üzerine libya meşru hükümetine askeri harekat düzenlemesi gerçekten çok demokratik bir çözüm, türkiye'nin bunu görüp pardon deyip anlaşmaları iptal etmesi gerekiyordu sanırım. ab ile sorun olmaması için her isteğinin kabul edilmesi akıllıca değil ab istediklerinin kabul edilmesini istiyorsa bölgeye uçak gemisi göndermek yerine türkiye tarafıyla masaya oturabilir. kendileri için daha ucuz olabilir bu çözüm.

    7- mülteci krizi: türkiye 1999'da aday üyelik sürecine başladığında bu konular yoktu, zamanla çıktı ve bunların hepsinde ihale türkiye'ye kaldı. şimdi de sanki sorun en başından beridir buymuş gibi davranılıyor.

    türkiye'nin avrupa birliğine girememesinin ve giremeyecek olmasının en büyük sebebi gümrük birliğine koşa koşa girmesi ve birliğe verebileceğini zaten vermiş olmasıdır. resmen modern kapitülasyondur gümrük birliği. şu an avrupa birliği, japonya ile birebir serbest ticaret anlaşması imzaladığında japon malları türkiye'ye gümrüksüz girebilmekte ama türk malları japonya'ya gümrükle girebilmektedir. honda türkiye'den de bu sebeple çıkmıştır. çoğu ab üyesi ülke vatandaşı türkiye'ye pasaportu geçtim kimlik kartıyla girebilmektedir. türk vatandaşlarında ise vize belgeleri için 3 ay uğraşmanız beklenmektedir. şu aşamada kapitülasyonunu zaten imzalamış, sınırlarını tamamen açmış bir türkiye'ye ayrıca bir serbest dolaşım ve karar alma mecralarında söz hakkı neden verilsin ki. verilmiyor da zaten.
  • insanlık tarihinin en büyük politik deneylerinden biri. yüzyıllarca birbirini doğramış, daha 80 sene önce birbirini işgal etmiş ve korkunç acılar yaşatmış toplulukların, milliyetçilik denen, einstein'ın tabiriyle "insanlığın çocukluk hastalığını" aşma çabasıyla, aralarındaki sınırları kaldırması. varlığının önündeki en büyük tehdit de, elbette yine milliyetçilik. hani şu bizim resmi ideoloji olarak devletimizin ve milletimizin genlerine kazıdığımız, bekamızın tek güvencesi olduğuna inandığımız milliyetçilik.

    ab üyesi olmamızın yolu, bu milliyetçilikten kurtulmamıza, en azından bu kadar vulgar ve paranoyak olmaktan çıkarıp daha pozitif raya oturtarak kontrol altına almamıza bağlıydı, ama bundan vazgeçemedik. hem avrupa'nın bir parçası olmak istediğimizi iddia edip, bu doğrultuda milyarlarca dolar fon alıp, hem de ilkokul birden itibaren çocuklara batı düşmanlığı pompalamaya devam ettik. buradaki ikiyüzlülük hiçbir zaman gözümüze batmadı, hala da batmıyor, bir de yavuz hırsız gibi üste çıkıyoruz, batıyı ikiyüzlülükle itham etmeye devam ediyoruz.

    bu ilkokul eğitiminden geçen milyonlar, "zaten bizi almayacaklardı, müslümanız diye, türküz diye bizi istemiyorlar" argümanına tutunmak istiyor doğal olarak. sınava çalışmaya hiç niyeti olmayan öğrencinin en sevdiği argüman budur zaten, "her türlü kalacam" diye rahatlayıp salmak gibisi yoktur, hepimiz yapmışızdır illaki.

    eğer ab gerçekten samimiyetsizse, bizi almaya niyetleri yoksa, bunu ispatlamamız ve yalanlarını yüzlerine vurmamız çok kolaydı: istedikleri reformları yapıp, bizden bekleneni eksiksizce yerine getirip, al kardeşim buyur, hadi görelim seni diyebilirdik. ve bunu hiçbir zaman demedik, diyemedik, çünkü gerekeni yapmadık, çalışmadık, beyin bedava olduğu halde.

    efendiler, bu ülkeden kendi başına bir bok olmaz. bakın bu, memlekete dair tartışmaların sonunda söylenegelen klişe esprili bir tespit değildir, yani gerçekten, hakikaten olmaz. türkiye'ye dair yeteri kadar kafa yoran herkesin kaçınılmaz bir şekilde varması gereken sonuç budur, hala bu noktaya gelmediyseniz, objektif, duygulardan arınmış, rasyonel bir şekilde yeteri kadar kafa yormamış demeksinizdir. neydi o bir fizikçi diyordu, kuantum fiziği kafanızı karıştırmadıysa, yeteri kadar anlamamışsınızdır diyordu, bizimki de aynı o hesaptır.

    geçen yıl (bkz: batı düşmanlığı/@maarri) başlığında yazmıştım, türkiye'nin beşeri sermayesi, insan kalitesi, eğitim ortalaması bellidir, ortadadır. türkiye kendi iç dinamikleriyle hukuk, özgürlük ve refah üretebilecek, kronikleşmiş sorunlarını çözebilecek bir ülke değildir.

    nitekim türkiye'nin önündeki en büyük şans, ab üyeliği idi. ve on yıllardır üyelik müzakerelerinde en çok tıkandığımız konu, teröre ilişkin mevzuat ve yargı pratiğinde gerçekleştirmemiz gereken reformlardı. hem ab, hem avrupa konseyi çerçevesinde bağlayıcılığını kabul ettiğimiz aihm on yıllardır bize diyor ki, kardeşim sizin terör kavramınız haddinden fazla geniş, teröre ilişkin suçlara dair mevzuatınız öngörülebilir değil, delil standartlarınız haddinden fazla düşük.

    yani bunun özeti şu: bu ülkede terörist olmak çok kolay. haddinden fazla kolay. insanlar yattığı yerden terörist ilan edilebiliyor. bu durum hukukun evrensel ilkelerini temelden ihlal ediyor, bunu değiştirmeniz lazım.

    bakın daha geçenlerde karar duruşmasına girdiğim bir fetö dosyasında, iddianamede geçen ve mütalaada da aynen tekrarlanan iki tane cümleden örnek vereyim:

    "...yapmış olduğu telefon görüşmelerinde whatsapp, viber gibi örgüt tarafından kullanılan programlar üzerinden görüşmek için muhatabını yönlendirdiği..."

    "...telefonunda yapılan incelemede, fethullah gülen'in youtube üzerinden videolarının izlendiğinin tespit edildiği..."

    bu emin olun istisnai bir şey değil, bütün terör dosyalarında böyle cümleler bulabilirsiniz. yani ciddi ciddi, dünya üzerinde milyarlarca insanın kullandığı whatsapp'tan "örgüt tarafından kullanılan program" olarak bahsedebiliyor savcılar. mesela telefonda konuştuğunuz birine, dakikanız bitti diye "dur seni whatsapptan arayayım" dediğiniz zaman, yarın öbür gün bu cümle bir iddianamede terör örgütü üyesi olduğunuza dair delil olarak karşınıza çıkabilir. veya fethullah gülen'in bir videosunu izlemiş olmanız, aleyhinize bir delil olarak ileri sürülebilir. düşünün ki youtube'da herkes tarafından ulaşılabilir durumda olan videolar bunlar, herkes fethullah gülen'in veya abdullah öcalan'ın herhangi bir videosunu izleyebilir, bu bırak örgüt üyeliğine delil olmayı, aynı görüşte olmaya dair bir delil bile olamaz. herkes izleyebilir bunları, gayet karşıt görüşte ve nefret eden bir insan da izleyebilir, ne diyor bu şerefsiz diye küfretmek amacıyla izleyebilir, bir öğrenci veya gazeteci yaptığı herhangi bir çalışma için izleyebilir, veya herhangi bir insan sırf meraktan izleyebilir. akıl ve mantık gereği, böyle bir şey örgüt üyeliğine delil olarak bir iddianameye yazılamaz, üstüne mütalaada tekrarlanamaz.

    bu dosyadan beraat aldık neyse ki, fetö dosyalarındaki genel standartlara göre bile fazlasıyla boş, saçma sapan bir dosyaydı, müvekkilin fetö ile zerre kadar alakası yoktu, fetö soruşturması geçiren birinden alışveriş yapıp para yolladığı için dinlemeye takılmış, ardından da böyle yukarıda verdiğim gibi örneklerle dolu saçma sapan bir iddianame ile yıllardır yargılanıyordu. yine de beraat almış olmaya seviniyor insanlar doğal olarak, çünkü böyle saçma sapan dosyalarla ceza alan bir sürü insan da var. üstüne, beraat almış olmanız yıllarca böyle saçma sapan bir dava ile ceza tehdidi altında yaşadığınız stresi ortadan kaldırmıyor, tutuklu kalarak mahrum kaldığınız özgürlüğü, kaybolan aylarınızı yıllarınızı geri getirmiyor.

    hukuk demek, mantık demektir. hukuk ilkeleri, insan mantığının, muhakeme yetisinin ürünleridir. bunların coğrafyayla, milliyetle, kültürle, dinle, dille filan alakası yoktur; insan denen varlık dünyanın neresinde doğarsa doğsun, neye inanırsa inansın, hangi dili konuşursa konuşsun, kendi aklını ve mantığını kullanarak bu ilkelere ulaşabilir ve eğer bulunduğu toplumda huzur içinde yaşamak istiyorsa, ulaşmak zorundadır, toplumun organizasyonunu bu ilkelere göre düzenlemek zorundadır. "hukuk devleti" demek aslında "mantık devleti" demektir, hukukun üstünlüğü mantığın üstünlüğü demektir. yani "hukuksuz" ibaresini gördüğünüz zaman aslında bunu "mantıksız" olarak okumalısınız.

    biz hukuku reddederek, ısrarla mantığı reddediyoruz, yaptığımız şey bu. adalet bakanlığı adli sicil ve istatistik genel müdürlüğü raporlarına göre, son 7 yılda cumhuriyet savcılıklarında, terörle mücadele kanunu çerçevesinde yürütülen terör soruşturmalarının sayısı 2 milyonu aşmış durumda. yani ülkemizde yaklaşık her 40 kişiden biri teröre ilişkin suçlardan soruşturma geçirmiş.

    bakın bir ülkede 2 milyondan fazla terörist olmaz. bir ülkede 2 milyon terörist varsa, geçmiş olsun deyip o ülkeyi kapatıp gitmek gerekir. peki bu nasıl oluyor? işte yukarıda örneğini verdiğim saçma sapan soruşturmalarla, davalarla oluyor; asla delil olamayacak şeylerin delil addedilebilmesiyle oluyor. son 15 yılda terörle suçlanmayan bir kesim kalmadı ülkede, genel kurmay başkanı bile terör örgütü yöneticiliğiyle yargılandı, sonra onları yargılayanlar terörist oldu, herkes sırayla terörist oluyor, iktidar nasıl şekillenirse ona göre terör suçlaması da şekilleniyor.

    avrupa birliği de bize diyor ki, kardeşim bak bu mantıksız bir şey, eğer benim bir parçam olmak istiyorsan lütfen biraz mantığa uy, mantığın üstünlüğünü kabul et, bir mantık devleti ol, yani devlet organizasyonunu mantık üzerine oturt.

    biz ne diyoruz? "benim başımda bir sürü terör örgütü var, ben terörle mücadele ediyorum, dolayısıyla senin uymamı istediğin hukuka uyamam." yani aslında birebir şunu diyoruz: "ben terörle mücadele ediyorum kardeşim, mantıkla hareket edemem. mantıksızca davranmak zorundayım, başka türlü bu terörle mücadele etmeme imkan yok." nasıl? böyle söyleyince mantıklı geliyor mu kulağınıza? ama tam olarak, birebir bunu diyoruz, gerçekten zerre kadar farklı bir şey söylemiyoruz.

    mesela düşün ki evine birileri taş atıyor, camlarını kırıyor diye, eline sopayı alıp dışarı çıkıyorsun, sokaktaki kalabalıkların arasına dalıp rastgele birilerine vurmaya başlıyorsun. sorulduğu zaman da "benim evime taş atılıyor kardeşim, benim bir sürü düşmanım var, bunlarla başka nasıl mücadele edeceğim" diyorsun. bir mantığı var mı bunun? yok. evine taş atılması sana böyle bir hak veriyor mu? vermiyor. onu geçtim, bu gerçekten evine taş atanlarla mücadele etmek açısından etkili bir yöntem mi? değil. bilakis, evine taş atacak yeni düşmanlar edinmene neden olabilecek bir yöntem.

    aynı şekilde, ben terörle mücadele ediyorum diyerek önüne geleni saçma sapan dosyalarla yargılamaya da hakkın yok, ve bu zaten terörle mücadele için anlamlı bir yöntem de değil. avrupa da sana bunu diyor. ama sen anlamamakta direniyorsun. yani iktidar zaten bundan vazgeçmek istemez, çünkü önüne geleni, canını sıkan herkesi terörle suçlayabilmek işine geliyor, bütün muhalefetin üstünde terör sopasını rastgele sallayabilme gücünü bırakmak istemiyor. ama işin kötüsü halkın büyük bir bölümü de, hatta güya muhalif kitlenin içinden bile bir sürü insan bu saçmalığı destekleyebiliyor, "terörle mücadele" dendiği an her türlü mantıksızlığın, hukuksuzluğun yapılabileceğine ikna oluyor.

    ondan sonra niye burnumuz boktan çıkmıyor. çünkü sen insan mantığını kullanmayı reddediyorsun kardeşim, sorunlarını mantıkla çözmeyi reddediyorsun. nitekim bu yüzden hiçbir sorununu çözemiyorsun, çözmene de imkan yok. terör sorununun kendisi tam da sen mantık devleti olmayı reddettiğin için var. hukuk denen insan mantığını reddettiğin için var. bugün pkk diye bir sorunun varsa, en temelde, kendi vatandaşın olan milyonlarca insanın anadilini reddedip, yasaklamak gibi bir mantıksızlık yaptığın için var. fetö diye bir sorunun varsa, devleti olması gerektiği gibi şeffaflaştırmadığın, yargı bağımsızlığını sağlamadığın için var; liyakate değil sadakate önem verdiğin için, "namaz kılan insandan zarar gelmez" veya "milliyetçi insandan zarar gelmez" mantıksızlığıyla hareket ettiğin için var. ekonomin bu haldeyse, yine aynı sebepten, mantığı reddettiğin için bu halde.

    mevzu ab üyeliği değil, ab üyesi ol veya olma, eğer sen insan gibi yaşamak istiyorsan, hukuka yani mantığa dönmek zorundasın. ab için değil, kendin için yapmalısın bunu. son 200 yılda ne kadar hukuk reformu yaptıysan, avrupa'nın zoruyla yaptın, avrupa medeniyetinin bir parçası olabilmek için yaptın, ab üyeliği için yaptın, ab çizgisinde kalabilmek için uymak zorunda olduğun aihm'in kararları doğrultusunda yaptın. yapman beklenen şeyler de atla deve değil, avrupa'nın değil senin ihtiyacın olan, insan gibi yaşamak için yapmak zorunda olduğun şeyler. ve sen bunları kendi başına yapmıyorsun, nüfus cüzdanındaki din hanesini bile avrupa'nın zoruyla kaldırdın, bu devlet kendi vatandaşlarının inancını alenen fişlemeyi veya zorla tanımlamayı bile aihm'in ihlal kararıyla bıraktı.

    avrupa dedi ki kardeşim sen kocasından dayak yiyip karakola gelen kadını şikayetinden vazgeçirip kocasına teslim ediyorsun, bunu yapmamalısın, önceliğin yuvanın dağılmaması değil, kadının can güvenliği olmalı. insan aklının, mantığının, muhakemesinin, ve bunlardan türeyen vicdanının gereği budur. sen buna ilişkin mevzuatı da yine avrupa'nın demesiyle değiştirdin, ülke nüfusunun yarısını teşkil eden kadınların şiddete maruz kalmaması için yapman gerekenleri, yine avrupa'nın bir parçası olabilmek için yaptın.

    yani bugün bir afganistan değilseniz, tek şansınız, batı medeniyetine afganistan'dan daha yakın olmanız, batı etkisine daha fazla maruz kalmış olmanız, batının ürettiklerinin değerini az buçuk idrak edebilecek elit bir azınlığın zar zor taşımasıyla bugünlere gelebildik, ama neyi niçin yaptığımızı idrak etmemekte ısrar ettiğimiz için şimdi geriye sarıyoruz.

    milyarlarca dolar veriyorlar, alın şu reformları yapın, biraz daha insan gibi yaşayın diye, erasmus, jean monnet gibi fonlar veriyorlar, gençleriniz biraz gezsin, farklı kültürleri tanısın, bilgisini görgüsünü artırsın, sığır gibi yaşamasın diye. hala utanmadan, arsızca, yüzsüzce, o paraları alıyor, ve insan gibi yaşamak için yapmamız gereken mantık reformlarını yapmayı reddediyoruz, bunu da ab'nin samimiyetsiz, ikiyüzlü filan olduğunu iddia ederek, aslında bize düşman olduklarını iddia ederek meşrulaştırıyoruz.

    son 200 yılda bize ne kadar hukuk, özgürlük ve refah geldiyse, batıdan geldi, batı medeniyetine yaklaşmaya çalıştığımız ölçüde bir şeyleri ilerletebildik, uzaklaştığımız ölçüde de geriliyoruz. ve batının ürettiği hukuku, ülkenin bir kısmı "gavur hukuku" diye, bir kısmı "türk düşmanları bunlar, bizi bölmek istiyorlar" diye, bir kısmı "burjuva hukuku" diye karşı çıktığı için hiçbir zaman içselleştiremedik, sağcısı solcusu dincisi milliyetçisi hep beraber hukuk düşmanlığında birleştik, bünyemiz ısrarla reddetti. batının zenginliğini, ürettiği bilim ve teknolojiyi, ve onlar sayesinde ürettiği refaha kavuşmayı istedik; ama bütün bunları üretmesini sağlayan temel toplumsal dinamikleri, ve bu dinamiklerle üretilen hukuku anlamayı reddettik. bir başka deyişle, batı medeniyetinin çıktılarına özeniyoruz, alıp sahip olmak istiyoruz, ama girdilerini anlamayı, uygulamayı reddediyoruz.

    o küfrettiğimiz almancılardan, gurbetçilerden hiçbir farkımız yok; her gün batının ekmeğini yiyip, sabah akşam batıya küfrediyoruz hepimiz. batının ürettiği bilimi, teknolojiyi tepe tepe tüketiyoruz, bütün yaşamımız batının ürettiği bilim ve teknoloji ile çevrili, evimizdeki bütün teknolojik aletler, elimizdeki bilgisayar telefon tablet, hepsi batının ürünü, ve niyeyse bunlara karşı hiç şüpheci değiliz, hiçbir reaksiyon göstermiyoruz. batının ürettiği arabaya binmekten hiç gocunmuyor, batının ürettiği antibiyotik sayesinde basit bir enfeksiyondan geberip gitmiyor, başımız götümüz ağrıdığı zaman batının ürettiği mr cihazını kullanmaktan hiç utanmıyoruz. ama hukuk deyince oovvv, haram. batı bizi böyle hukuk mukuk diyerek bölmeye çalışıyor, bize düşmanlar zaten hiç iyiliğimizi isterler mi :(

    bok içinde yaşayalım güzel kardeşlerim, fazlasını hak etmiyoruz zaten. mantık denen şeye kendi irademizle uymayı reddettiğimiz sürece, avrupa ne yapsın bize. elbette, hak ettiğimiz muameleyi yapacak, madem benim bir parçam olmak gibi bir niyetin yok, mantıksızca yaşamakta ısrar ediyorsun, öyleyse buyur istediğin gibi bok içinde yaşa, al şu parayı sınırlarımı koru, içine buyur ettiğin milyonlarca kaçağı bana gönderme yeter, ne halin varsa gör diyor nitekim.
  • avrupa birliği bir ev olsaydı sakinlerini şöyle karakterize ederdim:

    öncelikle evden biraz bahsedeyim. ev, büyük, 3 katlı, bahçeli, güzel bir ev. orta katta büyük bir masa, masanın etrafında da 4 tane sandelye var. sandalyeler fransa, almanya, ingiltere ve italya'ya ait.

    masanın başında fransa oturuyor. fransa iyi, hoş da biraz kibirli, aynı zamanda da dengesiz. garip tavırları, entel bir havası var. en büyük sorunu öfke kontrolü problemi. geçmişinde bu yüzden sabıkaları var. hala da bazen fevri olabiliyor. buna karşın istediğinde de çok romantik. arada sırada şiir yazıyor. 'bu evin mimarı benim' havasında. gerçekten öyle. çizimleri filan yapmış. evle en çok uğraşanlardan biri.

    masanın diğer tarafında almanya var. almanya güçlü, kuvvetli, orta yaşta bir adam. çok çalışıyor, eve en çok o ekmek getiriyor. sanayide oto tamir, bakım, yedek parça dükkanı var. zamanın çoğunu orada geçiriyor. evdekiler almanya' dan biraz çekiniyor. eskiden çok belalıymış, zamanında ev sakinlerine çok çektirmiş. anca komşudan yardım isteyerek zaptedebilmişler. sonra bakmışlar böyle olmayacak, 'en iyisi biz bu çocuğu kazanalım' demişler. o da zaten sonradan çok utanmış. evin yapımında da bizzat çalışmış.

    italya' nın sandalyesi boş. yine karı-kız peşinde koşmaya gitmiş. sanatçı ruhlu bir oğlan, aynı zamanda iyi topçu. biraz serseri. ağzının ayarı yok, mahalledeki diğer çocuklara filan sataşıyor. gece geç saatlere kadar gitar çalıp milleti rahatsız ediyor. bunun da 1-2 sabıkası var. almanya' yla beraber olup bu da ali kıran baş kesen kesilmiş. ama bunu dövmüşler. sonradan uslanmış gibi olmuş. ev yapılırken yardım etmiş. evin olmazsa olmazlarından. zaten evin arazisi de dedesinin miymiş neymiş.

    diğer sandalyede ingiltere var. önünde çay, elinde sigara, masaya hafif yan oturmuş. 'istesem giderim' havasında. zaten eve sonradan gelmiş. bu ev kurulurken 'bana ne ya, ne halt ederlerse etsinler' demiş. uzaktan akrabalarıyla filan takılmış hep. ama bir gözü sürekli o evde. sonra yakındaki bir kaç komşuyu toplayıp 'gelin lan biz de kendi evimizi kuralım' demiş. kurmuşlar ama ordan ilk kaçan da kendisi olmuş. baktı ki olacak gibi değil, 'beni de alın' demiş yeni evdekilere. ama fransa istememiş. açamamışlar kapıyı buna. sonra sonra 'tamam lan gel' demişler. bu da kuzenini alıp gelmiş. az önce dediğim gibi yine de eve hala mesafeli duruyor. onlarla beraber pikniğe gitmiyor, ortak makarnaya para vermiyor. buna rağmen evdekiler o olmazsa evin yürümeyeceğini bildikleri için evden atmayı düşünmüyorlar.

    masanın olduğu orta katta 4 oda var. 3 oda hollanda, belçika, lüksemburg'a ait. bunlar zaten kardeş gibi. hollanda'ya miras kalmış, para sorunu yok. kendi havasında ottur, plastiktir takılıyor. renkli tişörtler giyiyor. odasına giren çıkan belli değil. gay gibi değil gibi. güzel de top oynuyor. belçika hollanda'ya göre biraz daha efendi. kuruyemişçinin yanında çalışıyor. evden işe, işten eve. olaylara karışmıyor. lüksemburg fındık-fıstık. çok genç, henüz kişiliği oturmamış. ama her zaman her organizyona çağırılıyor. diğer odada irlanda kalıyor. kardeşiyle ve kuzeniyle problemleri var. eline, koluna, sırtına bir sürü dövme yaptırmış. dışarıdan bakınca serseri gibi ama asıl derdi ekmek parasını kazanmak. bazen içip içip dağıttığı oluyor ama nedense herkes onu seviyor.

    alt katta yunanistan'ın odasının yanında güney kıbrıs rum kesimi var. çok rahatsız. odasında hayalet olduğunu söylüyor. hayalet gelip 'bu odanın yarısı benim' diyormuş. bu da çok korkuyor. ama masadakiler 'sen korkma, yok hayalet mayalet, kulak verme' diye sakinleştiriyorlar.

    şimdi aslında üst ve alt kattakilerden de söz edecektim ama fazla uzayacak. o yüzden bir de şundan bahsedip kapatacağım:

    bir de türkiye var. bir apartmanın bodrum katında kaçak kot taşlama atölyesinde çalışıyor. delikanlı, deli dolu, iyi niyetli bir çocuk. ama ne yapacağı pek belli olmuyor. ev yapılırken hep oralardaymış. hatta bir ara 'ben de geleyim' demiş ama kabul etmemişler. sonra 'biraz adam ol, efendi ol, seni de alalım' demişler. bizimki böyle böyle hafiften sıyırmış. gece içip içip kapıya dayanıyor, bağırıp, çağırıyor. boş bira şişesini kırıp bahçeye atıyor. sonra da 'gelmiycem lan, yalvarsanız da gelmiycem' diyor. sonra yine evin etrafında tur atıyor, bağırıyor. almanya'yla eskiden çok yakınmışlar. beraber çalışmışlar. kız alıp-vermişler filan. bazen sabah almanya işe giderken yakalıyor. 'n'aber hacı' diyor. 'söylesene beni de alsınlar, hallet şu işi be hacı' diyor. almanya da fazla uzatmamak ve kırmamak için 'tamam aga, bakıyoruz işte' diyor. çok çabalıyor ama işi zor. diğerlerinden farklı olduğu açık. herkesle muhabbeti var. hepsine biraz benziyor ama hiçbirine de benzemiyor. yine de çok severim keratayı.
  • bu oluşum hakkında vikipedi düzeyinde bile bilgi sahibi değiliz maalesef.

    derseniz ki ortalama bir türk vatandaşı ab hakkında bilgili olmalı mıdır, kesinlikle hayır derim. hele şu aşamada. çünkü bugün herkes türkiye’yi ab’ye almaya niyetli olsa, tüm türk vatandaşları veya kahir ekseriyetimiz de ab’ye tam üye olmakta kararlı olsa, yine bile en iyi ihtimalle on-yirmi yıl sürecek bir süreçten bahsediyoruz. türkiye gibi her şeyin anlık olarak alt-üst olduğu bir ülkede ab’yi kim ne yapsın?

    tuhafıma giden, ab ile ilgili pek bilgili olmamamız değil, dediğim gibi bu çok doğal bir şey. asıl tuhaf olan bu kadar tartıştığımız bir konu olmasına rağmen insanların (hatta yerine göre gazetecilerin) lan ben ne diyorum acaba deyip iki dakika ab ile ilgili temel meseleleri bile araştırma zahmetine girmemesi. yani gibi dizisinde söylendiği gibi, hiç kimsenin bir bok bilmediği yerde herkesin her şeyi bilebilmesi.

    ab’ye üyelik süreci hakkında bazı temel bilgileri vikipedi’de şuradan bulabilirsiniz. türkçe sayfası da var ama orada sadece genişleme süreci tarihi olarak anlatılmış, pek işe yaramıyor.

    şimdi, ab’ye üyelik süreciyle ilgili çok ama çok kritik bir aşamayı anlatmak isterim. şu anda türkiye ab’ye aday ülke durumunda, ab müktesebatına (bkz: acquis communautaire) uyum yani entegrasyon aşamasında. onda da bölüm bölüm (chapter) ilerleniyor. bu bölümler teknik konular, içinde tarım da var, eğitim de, kamu ihaleleri müktesebatı da var... yanılmıyorsam bu şekilde 35 bölüm var. bu süreçte neredeyiz derseniz sadece 1 tane bölümü başarıyla kapatabildik. 35’te 1 yani. 99da adaylığımız kabul edilmiş, 2005’te de tam üyelik için görüşmeler başlamıştı.

    peki bir şekilde tüm bu chapter’ları başarıyla tamamlasak ne oluyor? katılabiliyor muyuz ab’ye? hayır. üyelik anlaşmasının tüm ab ülkeleri tarafından (evet tarafından, gelicez bu konuya birazdan) imzalanması ve aynı zamanda aday ülke tarafından da imzalanması gerekiyor. mesela norveç iki kere ab üyeleri tarafından ab’ye (öncüllerine daha doğrusu) katılım hakkı kazanıyor ama norveç halkı referandumda reddediyor. norveç hala ab ülkesi değil.

    karma karışık bir süreç bu açıkçası. ve ben çok ama çok basitleştirdim burada, yoksa yazı çok daha uzar. ama tek bir noktaya dikkat çekeceğim ve türkiye’nin neden ab’ye tam üye olabilmesinin bir hayli zor olduğunu anlayacaksınız.

    şu anda bir mucize gerçekleşse ve tüm bu chapterları bir şekilde başarıyla kapatsak bile sonrasında üyelik anlaşması 27 ülkenin kucağına düşüyor. bunların içinde almanya-fransa en önemli ikili ama onların haricinde yunanistan da var, güney kıbrıs da var. yani bu ülkelerin sadece bir tanesi bile kabul etmese, olmuyor üyelik işi.

    ha normalde bunu şu şekilde aşıyorlar. almanya ve fransa gibi birliğin merkezindeki iki güç bir aday ülkenin tam üye olmasına karar vermişlerse engel koyan küçük ülkeleri ikna edebiliyorlar. ya da ab içerisinde stratejik bir genişleme rüzgarı yakalanıyor, harıl harıl bir yığın ülke ab’ye kabul ediliyor. mesela doksan sonrası eski sovyet bloğu ülkelerinin ab’ye katılması. polonya’sı, macaristan’ı bazı doğu avrupa ülkeleri bizden çok daha demokratikti de mi ab’ye katıldı? hayır, ama katılmasalardı sovyet sonrasında zamanla tekrar rusya’nın hegemonyasına girerlerdi. bu tarz tarihi kırılma noktaları da ab’nin genişleme stratejisinde belirleyici olabiliyor.

    ama türkiye için şu anda böyle bir durum yok. türkiye’nin müslüman nüfusunu, avrupanın iki yüzlülüğünü, türk düşmanlığını falan hepsini bir kenara bırakın. kıbrıs meselesi orada kocaman dağ gibi duruyor ve işe bak ki güney kıbrıs seni üyeliğe kabul etmezse senin bir şehrin kadar nüfusu olan ülke tek başına veto edebiliyor üyeliğini. kaldı ki güney kıbrıs yalnız değil bu konuda, hamisi yunanistan da ab üyesi.

    o da yetmez, yüksek nüfusu sebebiyle türkiye ab’ye üye olduğu anda otomatikman ab kurumlarında önemli bir pozisyona gelecek ve ab’nin temel yapıtaşı olan fransa ve almanya’ya rakip durumuna gelecek. ab içerisinde buna göre bir söz hakkı olacak. yani ab’ye üyelik süreci bizim için cehennem azabıysa bir kez üye olduktan sonra bu sefer tam tersi olacak. mesela ab ile ilgili şu anda en büyük eleştiri polonya gibi macaristan gibi ülkelerdeki iktidarlar da bizdeki gibi, onlara neden bir şey olmuyor? çünkü bir üye devletle ilgili alabileceğin yaptırım kararları var ama üyelikten çıkarma diye bir şey yok! o ülke kendiliğinden çıkıyorsa (brexit) ayrı, ama ab üyeleri birleşip bir üye ülkeyi ab’den çıkaramıyor.

    yani şimdi durum şu açıkçası. üye olana kadar türkiye’den isteyebilecekleri akla hayale sığmayacak bir yığın şey var. atıyorum kıbrıs meselesinde çözüm olarak kıbrısın birleşmesini de isteyebilirler (farazi bir örnek sadece), türkiye’nin asla kabul edemeyeceği, ülke çıkarlarını ciddi şekilde zarara sokacak şeyler de istenebilir. geçmişte bu diğer aday ülkelere de uygulandı, türkiye’ye misli misli uygulanır buna şüphe yok. çünkü dediğim gibi, en iyi senaryoda bile türkiye’nin üyeliğine doğal olarak katı bir şekilde karşı çıkacak iki tane üye var şu anda, gkry ve yunanistan. bir de nüfusundan dolayı doğal olarak tükiye’nin ab içinde kendilerinden daha fazla söz sahibi olmasını istemeyecek almanya’sı, fransa’sı, italya’sı var, ara ara ilişkilerin çok gerildiği hollanda ve avusturya’sı var, belçika’sı var, var oğlu var.

    ama üye olursak da ibre tersine dönüyor, türkiye çeşitli yükümlülüklerini yerine getirmezse (şu anda macaristan ve polonya’da olduğu gibi) ne olacak, türkiye sahip olacağı söz hakkıyla doğu avrupa ve balkan ülkeleriyle falan bir koalisyon kurarsa, veto hakkını sürekli olarak pazarlık unsuru olarak kullanırsa (ki bu da sıklıkla karşılaşılan bir durum ve halihazırda bir sorun ab için) ne olacak?

    tüm bunlar avrupa siyaseti için kritik sorular, çünkü avrupa birliği kılı kırk yaran, ince ince hesaplar üzerine kurulmuş bir yapı. bir çeşit siyaset mühendisliği eseri. doğal olarak çok ağır şekilde çuvalladığı yerler de oluyor, çok iyi işlediği alanlar da. mesela birlik kurulurken temel mottosu olan sermayenin, işçilerin, hizmetin ve insanların serbest dolaşımı konusunda, single market konusunda gayet benzersiz örneklere imza attılar. ama bazı açılardan da bu yapının doğası gereği hantal kalınabiliyor, bazı üye ülkeler ciddi baş ağrısı yaratabiliyor vs.

    elbette otuz yıl sonra, elli yıl sonra ne olacağını bilemeyiz ama mevcut durumda türkiye’nin ab üyeliği mümkün görünmüyor. inceldiği yerden kopsun da diyemiyor iki taraf da çünkü üyelik mümkün olmasa bile türkiye-ab ilişkileri her iki taraf için de çok önemli. bir de tabi mevcut durumun iki tarafa da sağladığı bazı bariz avantajlar var. köprüleri atmak iki tarafın da pek işine gelmiyor.
  • avrupa birliğinde brexit'i düşünen kalmadı, ingiltere'de ise hala gündemin temelinde.

    bugünkü sunday express manşeti: görsel

    avrupa birliğinin bir sürü iyi veya kötü yönü olabilir ama avrupa birliğinin en temel işlevi avrupada barışı sağlamasıdır. bunda da çok başarılıdır.

    ingilizlerin ab'den çıkmış olması ingiltere'ye büyük belalara sebep oldu.

    1) kuzey irlanda tekrardan sorun oldu. ab içindeyken irlanda ve kuzey irlanda aynı sınırlar içindeydi ve haliyle tamamen ingilizlere teslim olalım veya irlanda ile birleşelim meseleleri konu olmaktan çıkmıştı. ingiltere ab dışında olunca kuzey irlanda ve irlanda farklı sınırlarda kaldılar. şu anki çözüm, kuzey irlanda'nın adeta ingiltereden ayrı ve ab sınırlarındaymış gibi olacağı kuzey irlanda protokolü ancak bu tabi ki ingilizleri çok rahatsız ediyor.

    2) ingiliz siyaseti popülistlerin eline geçti tamamen. ingiltere brexit referandumundan beri gün yüzü görmedi. referandumun üstünden 6 sene, ab'den tamamen ayrılalı 2 sene oldu ama bunlar hala brexit üzerinden poülist siyaset yapıyorlar ve ülke bataklığa sürükleniyor. gerçekten çok üzücü.

    ayrıca ab idealinden vazgeçen ve bir daha beli doğrulmayan başka bir ülke daha var: türkiye cumhuriyeti.

    türkiye'de ne hukuk kaldı, ne de devlette kalite. son günlerde de ülkedeki son düzgün şey, yani sağlık sisteminin peşine düşüldü. doktorları silah zoruyla çalıştırma noktasına geliyor ülke.

    ab'den şaşanı kurt kapar.
  • amerika birleşik devletlerinin parmağında oynattığı oluşum.

    - ingiltere'yi ab'den kopardı.
    - türkiye gibi potansiyeli siyasal islamı destekleyerek avrupa'dan uzaklaştırdı.
    - ortadoğu ve kuzey afrika'yı karıştırarak mülteci ve demografik sorunlara yol açtı.
    - aşırı sağ ve anti demokratik oluşumların önünü açtı
    - rusya ukrayna savaşını kızıştırıp avrupa'daki enerji krizini körükledi
    - çevreci oluşumları fonlayarak sanayi kuruluşlarını avrupa'dan kaçırmaya başladı.
    - süveyş kanalını kullanılmaz hale getirip çin avrupa ticaretini sekteye uğrattı.

    dünya gündeminde ne olduysa en büyük zararı doğrudan avrupa ve türkiye görürken amerika neredeyse hiç etkilenmedi.

    2008 krizi sonrası abd şirketleri piyasa değeri açısından eski değerlerinin çok üstüne çıkarken avrupa şirketleri hala patinaj halindeler. enflasyon bazında neredeyse yarı yarıya fakirleşti koca kıta avrupası.

    ve tüm bunlara rağmen sıfır omurga ile amerika ne derse şakşak demekten ibaret olan bir politikaları var.
  • çiftçilere savaş ilan eden ve an itibariyle bu savaşı kaybeden emperyalist yapı. sübvansiyonları keserek, ek vergi koyarak, ithal malı teşvik ederek, "yeşil dönüşüm" denen garabetle çiftçiyi kıstırarak, hatta ve hatta "iklim hedefi" için yüzbinlerce ineği telef ederek küçük çiftlikleri iflas ettirmeye çalışıyor ab. peki neden? çünkü abd'nin demokrat siyasete yakın hizada duran elitleri ve ab hükümetleri, (bkz: wef)'in de öngördüğü şekilde iklim krizi gibi içinden çıkılmaz pek çok sorunu; tüm küçük işletmelerin üretim araçlarını ve halkın mülkiyet haklarını belli bir sosyo-politik hedefleri olan tekelci bir küresel sermayeye devrederek, onların tekeline sokarak kapitalizmi kurtaracağına inanıyor. mesela, batı'da genç kuşakların asla mülk sahibi olamayacak olması ve orta sınıfın günden güne günübirlik yaşayan zombiler haline gelmesi bu planın bir sonucudur. küresel mülksüzleştirme. bu dönüşüm hepimizi tehdit ediyor. ve iklim krizini bu noktada bir amaç değil, araç. bu sorun manipüle ediliyor, ironik şekilde wef'te iklim krizi sorunu mülksüzleştirme ekseninde masaya yatılırken o toplantıya herkes özel jetlerle, yani normal bir insanın birkaç yılda ürettiği karbonu üreterek geliyor. iklim hedeflerini gerçekleştirmek isteyen hükümetler; bunu devasa tekel şirketlerin değil, ekosisteme o şirketlerin onda biri kadar zarar vermeyen küçük çiftçilerin tepesine çökerek elde etmeye çalışıyor. anlayacağınız maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek. kapitalizmi kurtararak ve tüm mülkleri belli bir zümrenin elinde toplayarak 4. sanayi devriminde fiili olarak küresel bir sermaye diktatörlüğü kurmak. bu konuya dair z kuşağını bekleyen gelecek çok karanlık bana göre: (bkz: #161176548)
    **
    halkın buna tepkisi nedir? avrupa özelinde bakarsak orta sınıf, taşıdığı karakter gereği yaklaşık 30 senedir sindirilmesine ses çıkaramıyor. küçük statü kaygılarının tuzağına düşüp haklarını arayamıyor. taşıdığı kibir yüzünden "altta" gördüklerini eziyor, hiçbir zaman sermayeye tepki göstermiyor, önünü göremiyor ve birbirini yiyor. işçi sınıfı ise 1960'lardan beri (bkz: deindustrialization) süreciyle acımasızca tasfiye edildi, ab dahilinde herhangi bir politik güçleri yok. çiftçi sınıfı burada tarihi bir rol üstleniyor. tarihte pek çok kez olduğu gibi yine zulme karşı en büyük direnç unsurunu oluşturup ulusları, ulusları oluşturan yapıtaşlarını ve onların birbirleri aralarındaki bağları emperyalizmin bir kolu olan küreselcilik adlı şeytandan koruyor. şirket diktatörlüğüne ve küresel mülksüzleşmeye karşı sessiz çoğunluğun sigortası oluyor.
    **
    peki ne olacak? çiftçiler fransa'da ithal malları imha ettiler, ulaşım ağını felç ettiler, hükümet binalarını gübreye boğdular ve istediklerini aldılar. küreselci hükümet geri adım attı. belçika'da ab zirvesinin önünde ab bayrakları yaktılar, limanları ablukaya aldılar. hollanda'da polisin sert şiddetine rağmen geri adım atmayıp seslerini duyuruyorlar, belçika sınırı traktörler yüzünden kapandı. almanya'da yüz binlercesi toplanıp hükümete ve sosyal demokratlara korku salıyorlar. irlanda'da yüzbinlerce ineği "iklim krizi" bahanesiyle telef etmek isteyen hükümete karşı savaşmaktalar. şimdi ise bu protestolar portekiz, ispanya ve yunanistan'a yayılıyor. küreselciler inat ettikçe çiftçiler durmayacak, çünkü varoluş mücadelesi verdiklerini iyi biliyorlar. bu mücadeleleri, sadece onların tarımsal çıkarlarını değil bizim mülkiyet çıkarlarımızı da muhafaza etmekte. acımasız ve eşi benzeri görülmemiş devasa bir sermaye transferinin önünde gerçekten duran tek insan topluluğu bu çiftçiler. tarihi bir işe imza atıyorlar ve mücadeleleriyle bu sürece tepki koyma konusunda varlık göstermeyen bizlerin umut ışığı oluyorlar.
    **
    tüm bu direnişin etkisi ise çarpıcı olacak, gelecek seçimlerde göreceğiz. atlantik bloğunda ve doğal olarak da kıta avrupa'sında siyaset amerikan etkisi altında. abd'deki demokrat-cumhuriyetçi ayrımının yansımaları, avrupa siyasetinde farklı isim ve oluşumlarla birebir gözükmekte. halk ise 2020'den beri devam eden küreselci politikalara tepkili. bu işin sonu tüm atlantik bloğunda küresel sermayeci sol eksenli demokrat siyasetin seçimleri kaybedip yerini küçük burjuva haklarını savunan cumhuriyetçi ve aşırı-sağcı partilere bırakması. peki bu değişim, 4. sanayi devriminin eşiğine gelen dünyamızda yaşanacak bir küresel mülksüzleştirme hamlesinin önüne geçebilecek mi? sadece çiftçilerin değil, küçük bir tabaka hariç hepimizin kaderini belirleyecek soru bu. bence aşırı sağın iktidara gelmesi, çiftçilerin yakaladığı dinamizmi ve kolektivizmi kırıp küreselci planın icraatlarını sadece erteleyebilir/yavaşlatabilir. çiftçi dinamizmi, hükümetlerin küreselci politikaları agresif şekilde uygulamaya devam etmesi halinde ab'yi fiilen etkisiz hale getirebilecek güçte. fransa'da gördük. ancak aşırı sağın bu ajandaya karşıt gibi gözüküp arka planda yumuşak şekilde bu küreselci planları uyguladığı bir senaryo direnci kıracaktır. kaldı ki bazı aşırı-sağ unsurların, dolarizasyon propagandasıyla aynı küreselci ajandanın en iyi hizmetkarı olduğunu ve wef'ten bolca övgü aldığını görmekteyiz*. atlantik bloğu dahilindeki nihai çözüm, çiftçilerin avrupa'da dinamizmini her koşulda muhafaza ederek bir devrime imza atması ve mülkiyet statülerindeki bu radikal değişimi engellemesi. romantik solcular benim bu gerçekleşmesi zor gözüken dileğime, bu devrimin muhafazakar yapısı ve devrimi gerçekleştiren kesim nedeniyle küçük burjuva siyaseti diyebilir, ben pragmatizm diyorum. onların dilinden konuşursak; küçük burjuva çıkarıyla proleter çıkarların iç içe geçtiği, tam olarak da küçük burjuvanın gitgide yok olarak proletarya içine dahil olduğu, tekelci kapitalizmin tüm mülkiyet haklarını ele geçirerek, hatta ve hatta serbest piyasayı baltalayarak en acımasız yüzünü gösterdiği bir eşikteyiz. atlantik bloğu haricindeki ve elbette daha olası duran diğer nihai çözüm ise, karşıt bloğun atlantik'e karşı şu günlerde yaşanan soğuk savaşı kazanması; dünyanın çok kutuplu ve bölgeselci bir siyasi yapıya kavuşması, kıta avrupa'sında abd'nin, dünya piyasasında ise tek para biriminin hakimiyetinin kırılmasıdır.
    edit: uyarı üzerine son paragraf ikiye bölünmüş, gerekli hatalar düzeltilmiştir.
  • daha önce bu başlığa yazdığım bir entryde (bkz: #127564701) avrupa birliği'nin bütün gücüyle erduvancı safta yer alacağını söylemiştim. eksik bırakmışım. aslında avrupa birliği değil, suudi arabistan'dan amerika'ya bütün dünya için sürünmekte olan bir türkiye işlerine geleceğinden, türkiye'nin düzelmesini istemeyen, istedikleri zaman şantaj yapabilecekleri, istedikleri zaman tehdit edebilecekleri, istedikleri zaman diz çöktürebilecekleri bir türkiye isteyenlerin işine erduvan iktidarının devamı geldiğinden, maddi ve manevi desteklerini erduvandan tarafa kullanacaklardır.

    normal şartlarda kimse türkiye'nin bir kara para cenneti olmasına, yunanistan'ın sahil güvenlik botlarının türk adalarına mülteci bırakıp kaçmasına, ülkede ajanların ve mafyaların cirit atmasına, bütün yabancılara ödemelerini yaparken aksatmadığı halde kendi vatandaşlarının peynir alamaz duruma gelmesine müsaade etmez.

    neyse uzatmaya gerek yok, bu düşünceleri de kapsayan bir görüş yazısı olarak şöyle satırlar gördüm:

    "the u.s. federal reserve and european central bank, for example, should consider offering erdogan a currency swap line, a stabilizing instrument they have significantly expanded in recent decades. access to dollars and euros could alleviate many of ankara’s mounting economic challenges and set the stage for a more cooperative partnership."
    (bkz: https://foreignpolicy.com/…black-sea-europe-energy/)

    bir diğer deyişle "dünyanın bütün güçleri bu zombiyi diri tutmak üzere kutsal bir ittifak içine girdiler: papa ile çar, metternich ile guizot, fransız radikalleri ile alman polis ajanları..."
hesabın var mı? giriş yap