• hayatındaki en önemli iki erkek sabahattin eyüboğlu ve halikarnas balıkçısıdır. biriyle aşk dışında her şeyi*, diğeriyle* aşkını ve hayatını paylaşmıştır. o güzel insanlar’dan:

    “sabahattin’de her şeyi bulurdum. ailemde bulamadığım her şeyi. dosttu, babaydı, ağabeydi, kardeşti… ölçüyü, ahlakı, güzelliği, doğruluğu buldum…. coşkularımdan, aşklarımdan sabahattin’e karşı utanırdım. hata yaptım mı affetmezdi. bana hiç yüz vermezdi. bir keresinde, ‘her kadın sevilir ama, sana olan saygım çok büyük’ demişti. ve bu benim için müthiş bir olay olmuştu.”
    1934’de edebiyat fakültesi fransız filolojisi’nde öğrenciyken azra erhat, o sırada sistan olan sabahattin eyüpoğlu’nu tanıdı. uzun sürecek bir dostluğun başlangıcı.
    “ne müthiş ders verirdi. hepimiz, bütün sınıf ona hayrandık… mahçup, güzel, temiz bir insandı… askere gittiğinde hepimiz derste ağlamaklı olduk… kendimi ona beğendirmek için çalışır dururdum, sonraki yıllarda da. yoo öyle süslenmek falan değil. birlikte çalışmalarımızda kendimi ona beğendirmeye çalışırdım. ona yemekler pişirirdim… hepimiz ona aşıktık…
    yoo, sabahattin hiçbir kadına, kıza… işte bir kez magdi’ye* aşık olmuş, o kadar. bize olmadı.
    onun idealinde dostluk vardı. benim için de ustam oldu, hocam oldu, o kadar!”

    daha sonraki yıllarda halikarnas balıkçısı’yla tanışması da sabahattin eyüboğlu sayesinde olacaktır.

    “sabahattin’le, halikarnas balıkçısı çok iyi arkadaştı. bana o tanıttı. bir gün maya galerisi’nde bir sergiden sonra sabahattin, füreya, fikret adil, balıkçı ve ben bir meyhaneye gittik. bütün akşam balıkçı konuştu durdu. bir ara sabahattin, zar zor lafa girip, azra’da iliada’yı türkçe’ye çeviriyor diyecek oldu. balıkçı hangi iliada’yı dedi bana ilk kez dönüp… bildiğimiz, homeros’un iliada’sı dedim. o, iliada’nın günümüze dek ne çok değiştiğini, değiştirildiğini de biliyor musunuz peki, dedi. ben klasikçiyim. karşı çıktım. bir tartışmaya giriştik ikimiz. saatler sürdü. masada herkes sıkıldı. ben, aman ne çok konuşuyor bu adam dedim, başka bir şey demedim…”
    o çok konuşan adam, masa dağıldığında, gece dağıldığında, daha söyleyeceklerini bitirmemişti. izmir’e dönecekti. “adresinizi verin, devamını yazarım” dedi… bir hafta sonra azra erhat’ın kapısında özel ulak kocaman bir zarf. içinden tam 80 sayfa çıktı. el yazısıyla… balıkçı koca bir yürek. belki bulutların üstünden, belki suların dibinden, ama mutlak yürekten yazmıştı yazdıklarını. kağıtla, kalemle, yazıyla, nasıl yanıtlanır böyle bir mektup? azra’nım da yapılacak tek şeyi yaptı. yanıtı yazılı vermedi. kalktı izmir’e gitti.
    “o da beni pamukkale’ye götürdü. efes’e götürdü. önümde yepyeni ve kocaman bir dünya açıldı. başka bir dünya. bir coşku dünyası… o beni uçurdu… bu coşku, bu beraberlik ölümüne dek sürdü… aramızda her zaman bir çatışma vardı. ben klasiktim, ölçülüydüm. sabahattin beni hep ölçüye iterdi, itti… balıkçı nefret ederdi ölçüden. her şeyi daha coşkun isterdi. kendi üslubunda hep uçayım isterdi… nerdee! ben hep öyle uçayım… zaman zaman uçtum da… sözle anlatılmaz ki, ancak yaşanabilir… ne çok sevdim. ne çok sevdik…”

    “sabahattin’le halikarnas balıkçısı çok yakın arkadaştılar… işte sabahattin, balıkçı için beni birazcık bir kez payladı, o kadar. balıkçı her şeyi çok daha coşkun isterdi. ben ölçülü… ona her zaman ayak uyduramazdım. benden her istediğini yapamazdım. her zaman ona ayak uyduramadım diye pişman değilim… ah keşke, demedim hiç. asla. o zaman ben, ben olmazdım. o halikarnas balıkçısı’ysa, ben de azra erhat’ım."
    “balıkçı kadına tapıyordu… ana tanrıçaya. dünyanın iyi bir dünya olması için kadının daha önemli bir rol oynaması gerektiğine inanırdı… ben dışarıda büyüdüm. kadının üstün tutulduğu bir edebiyat, fransız edebiyatı içinde büyüdüm. türkiye’deki tutuma çok şaşırdım. atatürk ve balıkçı dışında kadını üstün görene rastlamadım. sabahattin de buna dahil…”
    hayır, kadın olduğum için hiç sömürülmedim. sömürülmeye izin vermedim. çünkü, her an tepki göstermeye hazırdım. tepki göstermekten geri kalmadım.. kadın olduğum için hep çok mutluydum. bir tek sabahattin, mavi yolculuğa kadınlar gitmez deyince hariç… sonradan halikarnas balıkçısı, sabahattin’in bu kuralını yıktı, beni de götürdüler…

    sabahattin itti beni iliada’yı çevirmeye… balıkçı kitap basıldığında beğenmedi… sabahattin… balıkçı… ne verdiler… ben mi ne verdim onlara? sevdiler beni! daha ne olsun!”**
  • songül saydam bir dergide kendisi için; "..ölüme giderken ardında yarım bir iş bırakmak istemiyordu. yirmi yaşında genç bir kızken atatürk'ün gözlerini görmüş ve vurulmuştu. atatürk ona öyle bilinç açısı aşılamıştı ki; bu bilinçle soluksuz çalıştı. genç cumhuriyetimizin gelişip büyümesinde bayrağı en önde taşıyan örnek bir insan ve aydın olarak hiçbir zaman göremeyeceği gençlere atatürk'ten aldığı bilinci en iyi biçimde taşıdı." demiştir.
  • bir kahve, bir pilav denemesiyle kitap-lık 'ın şubat 2006 sayısındaki hediyesi "yüz yıldan denemeler" başlıklı eserde boy gösteren homeros ve hesiodos çevirmeni, mitoloji sözlük yazarı.

    söz konusu deneme:

    "1947 yılının bir bahar günüydü, saat 2 sularında, ankara'da, sakarya caddesi 'ndeki bir dükkândan çıkıyordum. yüz gram kahve almıştım. o zamanlar kahve kıttı türkiye'de, bulmuştum nasılsa birazcık ve dükkândan çıkarken elimdeki paketçiği burnuma götürmüş kokluyordum. o sıra iki göz yüzümü deler gibi oldu, bir ses "oh!" çekti. gözlerimi kaldırdım ba.ktım ki hasan âli yücel, yüzü gülüyor, bakışları alaylı alaylı, bir "oh!" daha çekti. ve durduk, karşılıklı güldük gülüştük. el sıkıştıktan sonra, birkaç adım daha yürüdük, kahveden, kahvenin tadından söz ettik. ben fakülteden kovulmuş, o da bakanlıktan ayrılmıştı, aynı karalama kampanyası ikimiz için de başlamıştı, kara bulutlar kaplıydı ufkumuz, ama ne o, ne ben değinmedik bu konulara. bir sıcaklık yayılmıştı içime, kahveyi yudumlar gibiydim. ayrılıp eve gidince, kahve pişirip içmedim, ama masama oturup çalışmaya koyulduğumu anımsıyorum. ondan sonra yücel beni nerede görse bir "oh!" çekiyor, kahve kokusundan bu kadar haz duyan bîr kişiye ancak o gün rastladığını anlatıyordu ballandıra ballandıra, destanlaşmıştı benim yüz gram kahvem. gene yıllar geçti, iyi kötü, iyiden çok kötü, güç yaşama dönemleri, kara güçlere yenilmeyip benliğini kanıtlama, bu arada da ekmeğini taştan çıkarma çabasıyla dolu yıllar. homeros'un ilyada'sını çevirmeye başlamıştım a. kadir'le. dağ gibi büyüyordu bu iş gözümde, olacak, sonu gelecek bir uğraş değildi bu. koca ilyada'nın nasıl üstesinden gelecektik, haydi geldik diyelim, kim basacaktı, tercüme bürosu listesinin başında bulunduğu halde, yıllar yılı kimsenin yapmaya girişemediği, ama ben çevirip versem de bana düşman kesilmiş olan milli eğitim bakanlığı 'nın basmayacağım bildiğim destanı? çalışıyordum umutsuz, keyifsiz, göğümdeki yoğun bulutlar dağılmamıştı daha, dağılacağa da benzemiyordu. bir gün gene mi bahardı? yücel telefon etti evime. ilyada'yı çevirdiğimizi öğrenmiş, benimle konuşmak istiyormuş. sevinçle buyrun dedim, ertesi günü öğle yemeğine çağırdım. aldı mı bizi bîr telaş! sabahattin'e haber saldım, onun da gelmesini istedim, annem hazırlığa koyuldu söylene söylene: "aman kızım, koca vekili çağırırsın da hiç düşünmezsin ne pişireceğiz, ne yedireceğiz!" iyi aşçı değildi benim anneciğim, nazlı alışmış, baba evinde aşçılarla büyümüştü, yemeği tarifetmesini bilir ama kendi yapmasını pek beceremezdi. yine de ne yapar, yapar, kime pişirtirse pişirtir, ince, nefis yemekler çıkartırdı soframıza. bu kez de eski günlere yalana yakına girişti hazırlığa ve ertesi günü öğleyin masaya oturduğumuzda ayna gibi bir zeytinyağlı enginar ile bir tavuklu pilav koydu önümüze. yücel ile eyuboğlu konuşuyorlardı şurdan burdan, edebiyattan, gazetecilikten, yeni yayınlardan. tavuk ve pilav sofraya gelince, yücel bu lafların hepsini kesip attı, anneme dönerek ömründe bu kadar lezzetli bir pilav, böyle kıvamında pişmiş bir tavuk yemediğini söylemeye koyuldu. annemin yanakları pembeleşmiş, gözleri sevinç parıltıları saçıyordu. pilav da pilav... başka söz edilmedi yemeğin sonuna dek. hazdan dört köşe olmuştuk hepimiz. homeros, ilyada unutulmuş, ama pilavla birlikte o da pişirilmiş kotarılmıştı sanki. iki ay gibi kısa bir zaman içinde ilk altı bölümü, uzun bir önsözle birlikte hazırlayıp çituris matbaası'na vereceğimizi biliyordum. tercüme bürosu'nda bizlere kanat taktırıp birkaç hafta içinde en güç yapıtları dilimize çevirten o itici hız, o akıncı, ilerletici güç tavuklu pilavlı soframıza da yayılmış, körüklemekteydi yaratıcılık ateşimizi. geldiği gibi gitti hasan âli yücel güle oynaya, şakalar yapa yapa, yüzünün ve soylu bedeninin tüm devinimden etkileyici, esinleyici anlamlar saça saça. annemin pilavı... o günden sonra nerede görse beni, bizde yediği pilavı anlatıyordu. pilavı da destanlaştırmıştı. bir akşam, bahara erişememiştik daha, hâkiye koral hanımefendinin evinde toplanmış, doğum günü şöleninde bir lenger dolusu, anneminkinden bin kat daha leziz bir iç pilavı yemeğinden kalkmıştık ki kötü haber geldi: hasan âli yücel biraz önce tevfik sağlam paşa'nın evinde can vermiş... haber söylendi, yayıldı durdu. acı değil, sızı değil, başka bir şey duydum, durdu bir şey, durdu içimde. piyanonun bulunduğu salonda duvara bakındım, saat mı vardı da durmuştu? bir şey durmuştu birden, tak diye bir sesle. sonradan anladım neyin durduğunu, neyin bir bıçakla kesilir gibi kesildiğini: hasan âli yücel'in o akıncı, o ileriye itici, o cana can katıcı gücü yitmişti aramızdan. ama kahve-pilav destanı çınlıyordu kulaklarımda, o canım büyük adamın kırçıl kaş göz devinimleriyle içimde. akıncılığı, ülkücülüğü bizimdi artık, canı bizim canımıza ekli, saat bir an durmuş, yeni baştan işlekliğe koyulmuştu. işlemesi hiç durmayacak da.

    (sevgi yönetimi, [1978], 2. basım, can yayınları, istanbul 2003, s. 163-165)
    (yüz yıldan denemeler, antoloji, kitap-lık, haz: selahattin özpalabıyıklar, sf:61-62)
  • 1915 doğumlu yazar arkeolog çevirmen.
    mitoloji sözlüğü,ilyada,odyssea,mektuplarıyla halikarnas balıkçısı adlı yapıtları vardır ayrıca homeros'un theogonia'sı ile işler ve günler yapıtlarını sabahattin eyüboğlu ile birlikte çevirmişlerdir.
  • kim kimin dölüydü, kim kimden doğmuştu, prometheus'un soyu nasıldı benim gibi karıştıranlar için mitoloji sözlüğünün sonunda tablolar vardır, mitolojinin kızıdır.
  • mavi yolculuk adlı kitabı kesinlikle okunmalıdır.

    odysseia destanını okumak istiyorsan, azra erhat çevirisiyle ve bir ritüel şeklinde, törensel bir edayla okumalısın demişti bir hocam. ben de yanımda yardımcı üç tane kitap, kütüphanede herkesten izole bir köşede, kitabın akışına uygun bir şekilde bir müzik listesiyle okumuştum. savaş sahnelerinde epic metal müzikleri; tanrıların savaştığı sahnelerde özellikle; kitabın içerisindeki olay örgüsüdeki ana uygun piano resitalleri dinleyerek okumuştum. kitap bitince kafamı kaldırınca nerdeyim ben ya şu an diye bir zaman kayması yaşamıştı bilincim. velhasıl, ilyada ve odysseia, cumhuriyet tarihinin en sıkı ve başarılı çevirilerindendir.

    azra erhat, japonya'ya ilk nobel edebiyat ödülü'nü getiren yasunari kavabata adlı yazarın izu dansözü adlı eserini de çevirmiştir. yasunari kavabata enteresan bir yazar, intihar ederek yaşamına son vermiş, intihar etmiş yazar yukio mishima'dan fazlasıyla etkilenmiş, yukio mishima ise haruki murakami'yi ciddi oranda etkilemiş bir yazar.
    ilginç.
  • is bankasi kültür yayinlari tarafindan yayimlanmis "homeros- gül ile söylesi" isimli bir kitabi vardir ki, homeros okumaya niyetlenenlerin önce bunu okumalari siddetle tavsiye edilir.
  • ankara üniversitesi dil ve tarih cografya fakültesi'nde de hocalik yapmi$ büyük insan, dü$ün kadini. fikirlerinden dolayi oldukca hirpalanmi$tir; ödün vermi$ midir, vermemi$tir... saygiyla anmak gerekir.
  • 1915-1982 yılları arasında yaşamıştır..
    çevirileriyle ünlüdür..
    a kadirle birlikte 1967'de ilyadayı, 1970'de odysseiayı çevirmiştir..
    mavi yolculukla ilgi kitapları ; mavi anadolu (1960), mavi yolculuk (1962) ve karya dan pamfilya ya mavi yolculuk (1979)
  • türkiyenin gururla övünebileceği bir kadın portresi. balıkçıya olan aşkıyla da bilinir. bugün yaşamış olsaydı acaba hala böylesi arı bir aşktan böylesi duru ve çıkarsız bir dostluktan söz edebilirmiydik sorusu geliyor akla. lakin günümüzde çok değişik bir ahlak görüşü hakim. kimin eli kimin cebinde kim kimin kucağında bilinmiyor. ve işin kötüsü bu yazarlara, sanatçılara, yöneticilere (apartman yöneticisi hariç), gazetecilere ve hatta öğretim üyelerine kadar sıçramış durumda. (bkz: yirmibirinci yüzyılda türkiyede aşk)
hesabın var mı? giriş yap