hesabın var mı? giriş yap

  • islami ve muhafazakar kesimin, ölen 33 vatandaşın kanı üzerinden laiklerle ve solcularla hesaplaştıkları katliam. katliamı terör örgütü pkk yapmıştır. yani yapılan açıklamalar böyledir. aşağılıkça bir eylemdir, barbarlıktır, ve sonuçta bir terör eylemidir. pkk buna benzer yüzlerce eylem gerçekleştirmiştir. fakat bu katliama siyasi hesaplaşmada ayrı bir anlam yüklenmiştir. sivas katilamı'ndan hemen sonraya denk gelmesi nedeniyle, "sivas için kıçınızı yırttınız, bunu da kınasaıza" demektedir islami ve muhafazakar kesim. maalesef bu da ayrı bir soğuk hesaptır. katliamı yapan pkk'dır. pkk bir terör örgütüdür. sivilleri öldürmek üzere kurulmuş, sivilleri öldürerek büyümüş, dehşet saçarak gelişmiştir ve her durumda-ortamda kınanmış, terör örgütü olarak adlandırılmış, algılanmıştır. sivasta'ki 33 insanı öldüren ise halktır. bildiğimiz vatandaştır. tabii ki daha fazla kafa yorulması gereken bir durumdur, sivas katliamı. "pkk da başbağlar katliamını yaptı. hadi bu defeterleri kapatalım, oluyor böyle şeyler" demek gerçekten vicdansızlıktır. eğer bir kentte kendi halinde yaşayan insanlar bir oteli kuşatıp içindekilerle birlikte yakıyorlarsa ve bunu kahkahalar eşliğinde izliyorlarsa, bu üzerinde düşünülmesi gereken, ciddi ciddi ele alınması gereken bir durumdur. ülkede başka bir terör örgütü de cinayetler işliyor diye geçiştirilemez. kaldı ki terör örgütü için tüm devlet seferber olmuş iken, ve bu konuda ülkede bir görüş ayrılığı bulunmaz iken, sivas katliamı sonrasında "oteli kuşatan vatandaşlarımıza zarar gelmemiştir", "tahrik vardı canım" açıklaması bile yapılmıştır. bu iki olayı karşı karşıya koymak ve "hadi bunu da kınayın" demek acayipliktir. bu ülkedeki insanlar her terör eylemini resmi bir bildiriyle kınamak durumunda değildir. çünkü bu iş bir süre sonra "şunlar eylem yaptı şu taraftan kınama gelmeli", "bunlar eylem yaptı bu taraftan kınama gelmeli" gibi hesaplara dönüşür ve konunun özü, tartışılması gereken asıl nokta iyice flulaşır.

  • ertesi gün erken kalkma zorunlulugum olmasa bile bazen saati 7'ye falan kurup, alarm çaldığında kapatıp, oh istediğim kadar uyuyabilirim diyip tekrar uyuyorum.

  • ilk olmak her zaman saygın bir yer kazandırır bir esere, sanatın hangi dalında olursa olsun. yeni bir akımın doğuşuna yol açana bir eser ortaya çıkarmak ya da bir türe öncülük etmek tarihe geçmek anlamına gelir bu yüzden; fakat ilklerin çoğu nitelik ve kalite açısından takipçileri tarafından geride bırakılır genellikle, ilk olma saygınlığının etiketi üzerindedir her daim ama eskimiş olduğu inkar edilmeyecek kadar ortadadır artık. her alanda olduğu gibi bunun da istisnaları var elbette, kalite ve zamana karşı durabilmek açısından kendisinden sonra gelenleri de fersahlarca geride bırakmış, kitlelere ulaşabilirliğinden, beğenilebilirliğinden zerre kaybetmemiş büyük eserler.. ve işte bunların en anıtsalı don kişot.

    defalarca söylendi, ilk modern roman kabul edilir don kişot, hatta zamanla bunu da aşmış, post modernistlerin başucu eserlerinden biri olmuştur. aslında kitabın öyle bir havası var ki, don kişot'un deliliği üzerine dönen bitmek bilmeyen tartışmalar gibi, karakterin ne ifade ettiği, idealistliğinin boyutlarının ne yöne çekileceği ikircikli olduğundan ve cervantes bunun böyle olmasını tercih ettiğinden, politik akımlara varıncaya değin herkes don kişot'u kendi saflarına dahil etmeye çalışmış, bir sembol isim olarak göstermiştir.

    bilindiği üzere kitap iki cilttir, ilki 1605 ikincisi 1615 de yayımlanan. ilk kitap o kadar beğenilmiş, o kadar çok okunmuştur ki hemen ertesinden onlarca taklidi ve sahte devam kitabı çıkmıştır. ikinci cillte cervantes bunlara sağlam bir ayar vermeyi ihmal etmez, hatta ilk kitabı ikinci kitaptaki kurmacanın içine yedirerek don kişot'un eline tutuşturup hakkında yorum bile yaptırır, ondan bir güzel azar işitir. bu yönden öykü içinde öykü kurgusunu kullanan ilk eserlerden biridir ayrıca. kaç tane eserde karakterin kendisini baz alan bir eser hakkında yaptığı yorumu dinleyebilirsiniz ki? bir de üzerine sinemanın ve edebiyatın favori temalarından biri olan; iki zıt karakterin ortaklığı, yolculuğu ve başlarından geçenler eksenli hikaye örgüsünü oluştumadaki katkısı da düşünülürse cervantes'in eşine az rastlanan dehasına şapka çıkarmak elzem hale gelir.

    hazır don kişot'tan bahsederken, kitabın okuyucuya sunuluş şekli ile ilgili bir sorunu da belirtmek gerekir. şimdi, herhangi bir kitapçıya girilip aranırsa envai çeşit don kişot çevirisine rastlanabilir, bunların çoğu aslı 900 sayfa olan eseri 100 sayfaya indirmiş, kısaltılıp kuşa çevirmiş, don kişot'u sadece kendince idealist bir deli, yaptıklarını da basit salaklıklar olarak gösterip çocuk kitabı formuna sokan basımlardır. edebiyat tarihinde yer etmiş büyük klasiklerin çocuklara sevdirilmeye çalışılması, onların okuyabileceği düzeye indirgenmesi hoş karşılanabilir, bir açıdan bakılınca makul da görülebilir belki ama bu kitapları o versiyonlarından okuyup, gerçek anlamıyla don kişot'u, sefiller'i ya da moby dick'i okuduğunu sanmak, bir daha tümüne dönüp bakmamak, bir de üzerine ahkam kesmek gibi yanlış sonuçlar doğurabilir. ne yapılmalı peki? çocuklar okumasın mı bunları? efendim benim fikrim şudur: eğer, okudum deyip sonradan tamamını okumayacaklarsa; büyüyünce, tamamını okuyabilecekleri zaman okusunlar daha iyi; tabii ki maksadımı aşmadan belirteyim ki, hali hazırda don kişot'un tek tam türkçe baskısı olan roza hakmen'in enfes çevirdiği yky baskısı da okunabilirlik açısından çocukların okuyamayacağı ağırlıkta değil hatta çoğu çocuk kitabına sürükleyicilik açısından beş basar; sayfa sayısının fazlalığının getireceği sorunlardan bahsediyorum zaten, problem orada. o yüzden don kişot için söylenen, hayatın değişik evrelerinde, bilinç düzeyi ve insanın hayata bakışı değiştikçe tekrar tekrar okunmasının karakteri anlamlaştımasında farklılıklar yaratabileceği konusundaki yoruma bir de bu kısır baskıların yarattığı tekrar okunma zorunluğu eklenebilir. nice 400 yıllara mahzun yüzlü şövalye.

  • bizi çekemeyenler yine paranın çekiciliği demiş sevgilim. ben 41 yaşındayım, sevgilim 22 yaşında. aramızda şu ana kadar maddiyatın bahsi dahi geçmedi. sadece okuluna gidip gelirken otobüste zorlandığı için arabamı ona verdim, ben işe servisle gidip geliyorum. bölümü zor olduğu için okurken çalışamıyor. bu sebeple ev kirasını ben ödüyorum. kyk kredisi almasını istemediğim için o ihtiyacını da ben karşılıyorum. güzel gözükmesini istediğim için makyaj malzemelerini de ben alıyorum hep. o da beni çok seviyor. yalnız mezun olmasına yakın biraz soğuk davranmaya başladı ama sanırım okulu biteceği için stresli..

  • antep fıstığı diyen bir iki dallama gördüm. inşallah kalabalığı yara yara giderken yanlışlıkla birinin sikine dıştan ellersiniz.

  • “ - senin kollarından birini koparacağım pollyanna!!!
    - olsun. bir tane daha var. :))”

    yukarıdaki diyalog ile özetlenebilecek kavramdır. toksik iyimserlik olarak da çevrilebilir türkçeye.

    psikolojiden bihaber kişisel gelişimcilerin “olumlu düşün, olumlu olsun” dayatmalarını bilirsiniz. “evren’e pozitif enerji gönder!” çat, “kötüyü çağırma!” çut. insanların kafasına vura vura onları mutlu etmeye çalışırlar. çevrenizde “senden daha kötülerini yaşayanlar var, şükret biraz!” diyen öğütçü tipler vardır mesela. esasında fayda sağlamaktan çok sizi daha büyük karamsarlıklara sevk ettiklerini bilmezler. veya günümüz sosyal medyasını ele alalım. herrrrrkes mutlu. hepsi güne sabah sporlarını yaparak başlamış, kahvelerine krema değil serotonin katılmış adeta, başaracaklarına inandıkları için her şeyi başarmışlar falan. hayır, bunların çoğu sahte mutluluklar. ve siz tüm bunlar yüzünden içinizdeki olumsuz duyguları bastırmak, güçlü görünmek zorunda değilsiniz. onlar gibi mutlu olamadığınız için zayıf hiç değilsiniz.

    psikolojide duygular iyi veya kötü diye bir ayrıma tabi tutulmazlar. hepsinin bizim için bir işlevi vardır. sağlıklı olan onların farkında olmaktır. mutluluk kadar üzüntüyü, öfkeyi, tiksintiyi vs. kabullenmek, size anlatmaya çalıştığı şeyleri fark etmek gereklidir. duyguları bastırmak, yok saymak, olmadığınız bir ruh halini yansıtmaya çalışmak ise depresyon başta olmak üzere birçok psikolojik rahatsızlığa davetiye çıkarmak demektir. çünkü siz yok saydığınızda o duygu yok olmaz. içinizde bir yerlerde kalır, siz bastırdıkça üstüne eklenir ve giderek büyür. ve bir gün çok daha güçlenmiş bir şekilde açığa çıkar.

    holokost mağduru bir psikiyatrist olan viktor frankl’ın geliştirdiği trajik iyimserlik diye bir kavram var. acının, kaybın, üzüntünün vs. farkında olmak ve onları kabullenip içselleştirerek anlamlı hale getirmek olarak açıklayabiliriz bu kavramı. toksik iyimserlikten ayrıldıkları nokta tam da acıya karşı aldıkları tavırda yatıyor. toksik iyimserlik acıyı yok sayıp etrafından dolaşmaya çalışırken trajik iyimserlik acının tam ortasından geçiyor. ve ondan öğrendiklerini kişinin benlik gelişiminde bir araç olarak kullanıyor. ölmek üzere olan bir insanın yanında durup elini tutan kişi örneğinin temelinde bu anlayış yatıyor. kurtaramasa dahi onun son nefesinde yalnız kalmamasını sağlamak, acısını görmek ve bunu paylaşmak, sonra da o acıyı kendi öğretisinin bir parçası yapıp yoluna devam etmek yaşanan travmayı daha anlamlı hale getiriyor. beraberinde de acıya rağmen umudu sürdürme çabasını kuvvetlendiriyor.

    sonuç olarak acıya, üzüntüye, kayıplara karşı dayanıklı olmanın yolu bunlardan kaçmak, bunları inkar etmek ve sürekli olumlu şeylere odaklanmaktan geçmiyor. tam aksine, olumsuzluğu bilmek, kabullenmek ve onunla yüzleşip dersini alarak yoluna devam etmekten geçiyor. bunun için de önce duygularınıza kulak vermelisiniz. üzüntünüzü, korkunuzu, endişenizi hissetmek için kendinize izin verin, size anlatacakları çok şey var.