hesabın var mı? giriş yap

  • daha iyi bir yaşama geçiş olarak görülen tarım, insanlık tarihinde asla geri dönüşü olmayan durumlara da vesile olmuştu.

    tarihinin büyük bölümünde insanlık avcılık ve toplayıcılık sayesinde hayatta kalmıştı. yaban hayvanlarını öldürerek ve bitki/meyveleri toplayarak. bu durum şimdi vahşi olarak düşünülebilir. insanlar, önce ortadoğu’da sonra farklı yerlerde bitki yetiştirip hayvanları evcilleştirmeye başladı ve tarım devrimi yayıldı. tarım az çalışmayla daha fazla yiyecek demekti.

    günümüzde hâlâ avcı-toplayıcı şekilde yaşayan kabileler mücadeleye devam ediyor. kalahari'deki sanslar ve tanzanya'daki hadzas göçebeleri, ilkel diyebileceğimiz şekilde beslenmeye devam ediyorlar. sanslar haftada ortalama 19 saat, hadzaslar ortalama 14 saat çalışıyorlar. çiftçiler gibi yüksek karbonhidrat yerine daha fazla protein elde ediyorlar.

    paleopatologlar buzul çağının sonunda yaşadıklarına inandıkları insanların iskeletlerini inceledikten sonra ortalama boy uzunluğunun erkeklerde 1,75, kadınlarda 1,65 olduğunu keşfetmişler. tarıma geçişten sonra boy uzunluğu 1,65 ve 1,52'ye geriliyor.

    tarıma geçmenin sağlığa etkisini gösteren birkaç gerekçe olduğuna daha inanılıyor. ilki, avcı-toplayıcılar zengin besin çeşitliliğine sahipken, ilk çiftçiler gıdalarının büyük bir kısmını nişasta bazlı yiyeceklerden sağlıyordu. diğeri, tarımın insanları kalabalık toplumsal gruplar haline yaşama teşvik etmesiyle bulaşıcı hastalıkların yayılmasını kolaylaştırması.

    ek olarak, tarım insanlık için sınıflar arası derin ayrılıklara sebep olmuştur. avcı-toplayıcıların depolanmış yiyecekleri veya bahçeleri olmadığı için başkalarının kaynaklarına musallat olan toplumlarla uğraşmıyorlardı. sadece tarım toplumlarında, halkın üzerinde üretime katkısı olmayan seçkin bir zümre olur. tarım toplumuna geçtikten sonra bütün kraliyet aileleri daha iyi bir beslenme rejimine sahip olmuştur.

    avcı-toplayıcılar, insanların farklı becerilere, ve niteliklere sahip olduğunu kabul ederken, onları herhangi bir hiyerarşi içinde sınıflamayı reddettiler. avcı-toplayıcılar kendilerini doğası gereği üretken bir çevrenin parçası olarak görürken, çiftçiler çevrelerini manipüle edilecek, evcilleştirilecek ve kontrol edilecek bir şey olarak görüyorlardı.

    bir toplum ne kadar fazla ürün üretirse, o toplumdaki eşitsizlik seviyeleri de o kadar yüksek oluyor. mö 9000 ile ms 1500 yılları arasındaki 63 neolitik toplumdaki insanların evlerinin göreli boyutlarını haritalandırıldığı zaman, topluluktaki meskenlerin büyüklüğüne dayalı olarak maddi eşitsizlik düzeyleri arasında açık bir ilişki bulunuyor.

    zamanla, toplumların tarıma bakışındaki derin değişiklik aynı zamanda baskınlar, savaşlar, yabancılar ve nihayetinde vergi olarak geri dönmüştür.

    ve tarımın doğuşuyla elit kesim gelişme yaşarken, diğer insanların konumlarında bir daralma meydana geldi(nüfus artışı). tarımın getireceği bolluğa kendini kaptıran kabileler, avcı-toplayıcı olarak kalmayı seçen kabileleri kovdular. sadece çiftçilerin istemedikleri yerler onlara kaldı.

  • izmir'in güzide kulüplerinden olan göztepe'nin 14 yıllık aranın ardından süper lig'e yükseldiği ve yılmaz vural'ın yıllar sonra yüzünün güldüğü maçtır.

    ligimizde ankara'dan takım var, istanbul'dan takım var. ama izmir'in takımının olmaması büyük eksiklikti. 7 sene önce buca gelmişti, ama onlar göztepe, altay ve karşıyaka gibi değildi.
    göz-göz taraftarıyla, kültürüyle süper lig'i hak ediyordu ve nihayetinde ait olduğu yere geri döndü.

    süper lig'de osmanlıspor, kayserispor, başakşehir gibi takımlar olacağına göztepe, altay, karşıyaka, sakarya, kocaeli, ankaragücü gibi takımlar olsun. futbol ateşli taraftarlarla, doluluk oranı yüksek stadlarla güzel.

    en büyük temennimiz göztepe'nin süper lig'de kalıcı olması. yeni sezonda umarım başarılı olurlar.

    not: aykut kocaman

  • hala bazilarinin " büyük milletler hic alfabe degistirmemistir taam mı" seklinde yorum yaptigi hadise. peki japonlar türkler gibi yüzlerce yildir turkce ile uzaktan yakından alakasi olmayan bir lisanin alfabesini mi kullanmaktalar. o japonya kendi dilinin alfabesini kullanmaktadır. slavlarin krill alfabesi aziz krill tarafından slav halkları için geliştirilmiş bir alfabedir bin kusur yıl önce. senin bu tabanda yapabileceğin tek eleştiri "neden göktürk alfabesi değil de latin alfabesi kullanmayı seçtik?" olabilir en fazla. ayriyeten türkler kendisi dişinda uluslarla en fazla ilişkide bulunmuş ırklardan biridir dünyada. karsilasmadigi milletler pek azdir tarihte. bunun beraberinde getirdiği kültürel etkileşim ile türkler pek çok değişim yasamis, pek çok defa alfabe değiştirmiştir. çinliler, japonlar gibi izole yasamamislaridir uzun yillar boyu. uzun lafin kısasi bok atacak başka bir şey bulun sevgili arap milliyetçileri.

  • kısa kesilen, anlatılmak isteneni sadece birkaç kelime ile anlatan mesajlardır.

    babadan gelen mesaj:
    "paran yattı."
    cevap:
    "polis yok demiştim."
    baba:
    "ne polisi?"
    cevap:
    "espri yaptım baba yok bişey:)"

  • annemin bir dayısı var, ekrem dayı, biz bildiğimizden bu yana bekar, kendi halinde takılan, sessiz sedasız bir adam. izmir'de yaşıyor ama ne zaman başka birilerinin evinde kalması icap etse, evlerde öyle pek de istenmeyen bir adam oluyor. sebebini çok sonraları, vefatının ardından annemden öğrendim.

    ekrem dayı, yakışıklı bir adam, bakınca gençliği hızlı geçmiştir diyeceğiniz insanlar var ya, onlardan. saçları beyaz ama hala gür, güzel güler hatta keyfi yerindeyse şöyle bir kahkaha savurur, sağlam içer. gençliğinde bir kadına aşık olmuş, evliyken ve çocuklarına rağmen. hani hep öyle gelir ya insana, çocuk olunca gönül işleri bitirilmeli gibi, ya da çocuklar büyüyene kadar bu işler ertelenmeli, doğrusunu böyle bildik hepimiz. ekrem dayı, bildiklerine öğrendiklerine rağmen aşkının peşinden gitmiş, sonra da kavuşmamışlar hiç kadınla. günahı boyunlarına ama kadın da biraz şeymiş diyorlar, bilirsiniz, kötü kadın işte. bu lafı duyunca da kötülük mevzusunu bir kere daha masaya yatırası gelir insanın.

    sonrası beklenen son, sevdiğine kavuşamayan, hani hiçbir zaman o eskisi gibi olamayan insanlardan ekrem dayı da. kavuşamadıkça içmiş, içtikçe işinden olmuş, işinden oldukça içmiş, içtikçe yalnızlaşmış. insanların evinde olmasından rahatsız olacağı, çocuklara kötü örnek bir adam olarak kabul edilmiş çoğusu tarafından.

    mevzunun sonunda, yani benim aklım onu tanıyacak kadar erdiğinde, kimseye bir zararını görmediğim, neden arkasından öyle kısık sesle konuşmalar yapıldığını anlamadığım, az gülen ve az konuşan bir adamdı. kulübeden hallice bir yerde yaşıyormuş ve ölümünden önce, o kadar parasızlık çekmiş ki, cebine para koyan uzaktan akrabaları kanser olan babalarını ekrem dayının sırtında taşıtıyormuş hastane odasına kadar.

    ekrem dayı, bir sanayi sitesinde, eski arabasını yaptırıp dönerken tamirci çırağının yaptığı kaza sonrası vefat etti. kazayı duyanlar, ilkin, alkollü araba kullandığı için sonunda kendini öldürdüğü yakıştırmasını yapmış da gerçeği öğrenip evine gidence, yalnızlığını ve yoksulluğunu anlatıp durdular. ölünün arkasından yalnızlığa, vefasız akrabalara, hayırsız çocuklara, hayattayken nasıl da kıymet bilinmediğine ağıt yakmak bizde bir cenaze ritüelidir zaten. öldüğünde o derme çatma kulübeye gitmişler ya, "bir tane çürümeye yüz tutmuş mandalina varmış masanın üstüne, tabağın içinde" dedi annem, başka da yiyecek hiçbir şey yokmuş.

    nasıl bazı yerler bazı insanları, bazı kokular bazı anları hatırlatır. mandalina da bana hep ekrem dayı'yı hatırlatır ve ağır roman'daki o sözler gelir aklıma:

    "savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye, zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın. nüksederken raksına mahallenin maşallahı, eyvallahı; güzelleş be oğlum şimdilik ölümüne kadar hayattasın. şimdilik, ölümüne kadar hayattasın..."