• 3 ay oturduğum semt.yıl 2004 , giriş katıydı parmaklık yaptıralım dedik , ev sahibi olmaz manzaramiz bozulur dedi yaptırtmadı.hırsız girdi.taşındık.
  • osmanlı döneminde yüksek bürokrasi arasında sık görülen "birbirini çekememe","mevkiye göz dikme" "gözden düşürme"den bıkan sadrazam,
    birbirine düşman anadolu beylerbeyi ile rumeli beylerbeyini padişaha takdim edecektir.bir yemek düzenler.iki beylerbeyinin önüne de birer tabak tere kor. yemek sırasında sadrazam,padişaha tereleri göstererek "efendim bu anadolu teresi bu da rumeli teresi" der.
    padişaha lisan-ı münasiple beylerbeyilerden yakındığını ifade eder.
  • annem ekşi sözlük yazarı olsaydı da eski günlerini size anlatsaydı dediğim semtim. hani sözlükteki bunak çetesi başlıklarınız var ya... aslında belli yaş üstü insanlardan dinleyebileceğiniz o kadar değerli şeyler var ki. bunu ancak belli bir yaşa gelince anlayacaksınız sanırım.
    neyse,
    ben sonradan beylerbeyi'li olanlardanım. burda doğup 2 yaşında başka bir semte taşınıp 22 yaşında tekrar geri döndüm. dönmeye de hiç hevesli değildim ne yalan söyleyeyim. küçük gelmişti beylerbeyi bana. hareket yoktu, insan azdı. arkadaşlarım eski mahallemde kalmıştı. ergenliğimin incisi kadıköy'e uzaktı eski semtime göre. üsküdar'a bağlıydı bir kere, insanları farklıydı. garipsemiştim.
    ilk zamanlar çıkıp sadece duraktan/iskeleden beşiktaş veya kadıköy'e geçerdim. eve gelmek için dönmek dışında işim olmazdı beylerbeyi'nde.
    sonra komşularımızla tanıştım. annemin, babamın eski arkadaşlarıyla. esnafla tanıştım. eski mahallelerinde dolanmaya başladım. insanlarını tanımaya, sahilinde oturmaya, beylerbeyi'nde evim dışında daha fazla zaman geçirmeye başladım.
    çok şanslıyım ki eski beylerbeyi'ni de biliyorum artık. çok kişiden dinleme fırsatım oldu. şimdiyle karşılaştırınca masal gibi geliyor bana dinlediklerim.
    çöp iskelesinden denize giren mahalleliyi. sam yeli rüzgarı, yüzenlerin cildinde iz bırakmasın diye annelerin çocuklara taktığı ucu kıvrılmış çivi kolyelerini. köprü inşaatı sebebiyle yıkılan koca bir mahalleyi, erenköy'e taşınan tüm o mahalleliyi. yazlık sinemadan çıkan insanların dönerken o sessizlikte evinizden duyabileceğiniz spoiler içerikli muhabbetlerini. boğaz buz tuttuğunda üzerinde yürüdükleri büyük buz kütlelerini. kocasını eve girmeden önce donuna kadar soyup bahçede hortumla yıkayan temizlik hastası teyzeyi. yalıların kayıkhanelerine yüzen çocukları kovalayan bahçıvanları. henüz hiç ev yokken tilkilerin gezdiği küplüce'yi. balıkçıların, balık bolluğu zamanı iskele meydanına döküp hayrına dağıttıkları devasa lüferleri. sarayın yanından üsküdar'a bağlanan 10 dk. gidiş, 10 dk. dönüş yönü açılan tünel yolunu. anneannemin kedi torunları için komşularına ikram ettiği lohusa şerbetini. bahçelerinde kuyuları ve çeşit çeşit meyve ağaçları olan ahşap evleri. tek tük araba geçen ana caddesinden hisar'a akşam yürüyüşüne çıkan mahallelisini. rahat rahat bisiklete binilen yollarını. eşeğiyle gezen sütçüsünü. mahalledeki tavukların katili olan gelinciğin, bahçemizdeki havuzda boğulduğu sabah ağlayan tüm tavuk sahibi komşuları. zengin-fakir aile farkının anlaşılmadığı/göze sokulmadığı zamanları. çoğu vefat etmiş olan ve hepsi ayrı lakap sahibi renkli eski beylerbeyi sakinlerini...
    ve daha birçoğunu imrenerek dinledim.
    işin özü; beylerbeyi benim ait olmaktan çok mutlu olduğum semtimdir. bu halini de sonuna kadar açılmış kollarımla kucaklamakla birlikte, eski halini bilmenin buruk mutluluğunu yaşıyorum.
  • haldun taner, ölürse ten ölür canlar ölesi değil kitabında bu semti şöyle anlatıyor:

    ...eski boğaziçi'nin en kalburüstü bürokratlarını barındıran, adabın, erkânın, teşrifatın, osmanlı güngörmüşlüğünün simgesi, bir köşesidir. sabahleyin memurları istanbul'a indiren şirketi hayriye vapuru, her iskelede üç dört dakika durduğu halde, beylerbeyi'nde on on beş, bazen de yirmi dakika bekler. "önce siz buyurun beyefendi", "estağfurullah siz buyurun", "imkânı yok mirim, vallahi geçmem", "türabınız olayım, kerem edin", "and verdim ama, vallahi geçmem" şeklindeki alçakgönüllülük yarışı nihayet kaptanın sabrını taşırır, düdüğünü birkaç kez çalmak zorunda bırakır. beylerbeyi'nin bu özelliği, "`çengelköy'ün sebzevatı, kuzguncuk'un muzehfaratı, beylerbeyi'nin teşrifatı`" şeklinde dillere pelesenk olmuştur...
  • semtin özellikle denize yakın bölgelerine vakti zamanında konuşlanan ahşap binalar tarihi eser kapsamında imar kanununca koruma altına alınmıştır. semtin büyük bir bölümünde imar yasağı vardır, yeni bina dikilemez. yine sahile yakın bölümünde mevcut binalar yıkılamaz, yerine yenisi yapılamaz, ve dahi gerek apartmanların gerekse dairelerin tadilattan geçirilmesi bile özel izne tabidir*.

    yeni yapılanma olmadığı içindir ki beylerbeyi'nde çok fazla kiralık, satılık daire olmaz. fazla yeni insan taşınmaz. dolayısıyla semt sakinleri esnafı, esnaf da semt sakinlerini tanır, artık çok kişinin unuttuğu bir tür "bizim mahalle" havası vardır beylerbeyi'nde.
  • beylerbeyinde bir akşamüstü
    bir martı sinirli
    bir kahve falı
    kaderin dudakları beylerbeyin de
    iskelenin direği
    sallanırda sallanır
    selam eder ağaca
    ağaçtaki serçeler
    şarkı söyler muhtaca
    beylerbeyinde bir öpücük
    bir ömre bedel
    bir sevda bir çift göz
    herşeyin içinde,ortasında
    beylerbeyinde.
  • salacak kiyilarinda karaya oturan bir vapurun ismiydi. aylarca orda kaldi. yavas yavas eksildi. her gün bir parçasi söküldü. en sona iskeleti kaldi orda. sonra o da kayboldu. bazen çalistigi kadiköy-besiktas hattinin en yavas vapuruydu, hiç acelesi yoktu. makinalarinin sarsintisi o kadar fazlaydiki tavani olmayan ön üst kisimda yaniniza koydugunuz çay bardagi düsebilirdi yere. büfesindeki tek görevli ayni zamanda çay servisini de yapan garsondu. karaya oturdugu yerden kurtarilmasi için hiçbir çaba gösterilmedi. unutmak herkesin isine geldi. niyeyse?
  • 70’li yıllardan beylerbeyi...

    ''anneannemler kanlıca’dan önce beylerbeyi’nde bir aile apartmanında oturuyorlardı. ev sobalıydı, önü yalıboyu caddesi, arkası ise deniz manzaralıydı. vapur iskelesinin arka hizasında küçük bir apartmandı. esnaf ve tanışıklık durumu tam da perihan abla ve benzeri mahalle dizilerinin aynısıydı. benim bildiğim, köşedeki bakkal şarküteri karışımı dükkan, tavukçu-yumurtacı, manav, balıkçı, pastane, eczane ve aşağıdaki bonmarşe. bakkal iki şişman kardeşti, her gidişte sohbet edilirdi; balıkçı aysun kayacı’nın babasıymış; manav ise komik ve asabi bir ihtiyardı. üstünde püskülü olan bir başlık giyen, sinirli sinirli başını salladıkça püskülü de başının üstünde dolaşan zayıf bir adam düşün ;-) annemle aralarında şöyle bir konuşma geçti:

    annem: bu limonlar niye bu kadar pahalı? ankara’da yarı fiyatına alıyoruz.
    manav: siz ankara’lılar limondan ne anlarsınız, atatürk payitaht yaptı da limon gördünüz!

    yalı dediğim aslında denizin dibinde değildi. vapur iskelesinin hemen arkasındaki yolun arkasındaydı. eski bir binayı restore ettiler, beyaza boyayıp şık bir bina yaptılar. evin önü küçük çapta bir meydandır, yol dediğime bakma aslında trafiğe kapalıdır denize inen sokaklar. pideci de yan taraftan o meydana bakıyordu. evin öbür yanında ise bir açıkhava sineması vardı, yerli film oynatırdı hep. sinema projeksiyon yaptığı duvarı biz göremezdik ama sesini fazlasıyla duyardık. yaz boyu çalışırdı. arka duvarını sinemanın kullandığı apartman ile aramızda ahşap bir müstakil ev vardı, bu ev cadde tarafındaydı ve ön tarafta salon penceresinden görürdüm o evi. cumbalı pencerenin içinde genç bir kız oturur caddeyi seyrederdi çoğunlukla. bahçelerinde incir ağacı vardı, yemek saatine yakın 12-13 yaşlarında bir erkek çocuk ağaca tırmanıp olmuş incirleri toplardı, yazın tabii...''
  • bu başlığa bir şeyler yazmamış olmanın hayreti içindeyim.

    beş yıl oturdum ben bu semtte ve o beş yıl hayatımın en güzel yıllarıydı.

    salonumu boğaz köprüsünün ışıkları aydınlatıyordu geceleri.

    gerçekten bir mahalle kültürü vardı orada. pilatesci arzu'dan kuaför emrah'a köy kahvesinin işletmecisi mazhar'dan şanlık market çalışanlarına kadar tüm esnafı güzeldi. bir de büyük eczanenin sahibi erhan abiyi unutamam.
    kazım pastenesi, tike, hatta vira balığın sahibi evime gelip tuvaleti kullanıp sifonu çekmeyen adını unuttuğum teyze hepsini çok özledim.

    karpi'nin pideleri, dilmaç'ın döneri de aklımda hep.
    incir altı'nın huzurlu ortamı, iskele balık'ın keyfi.
    evde hiç yemek yapmadığım dönemlerdi. misafir gelmeyecekse tabii.
    en güzeli de gece yarısı ne kadar içersen iç, evine yürüyerek bir kaç dakikada ulaşabiliyor olmaktı.

    hemen hemen her gün vaniköy'e kadar yürürdüm. bi ara beylerbeyi sarayının altındaki tünel açılmıştı da yürüyerek kuzguncuk'a gitmek de çok keyifli olmuştu.
    işe denizden motorla gitmek, çengelköyden kalkan motoru penceren görüp o beylerbeyi iskelesine gelene kadar iskeleye inmek nasıl güzeldi anlatmam mümkün değil.

    beylerbeyi'nin sembolü isimler de vardı karşılaşıp selamlaştığımız. rahmetli haldun boysan, can ataklı, sinan vardar gibi. bir de meral akşener hanımefendi var elbette kuaförde karşılaşırdım hep kendisi ile.

    beylerbeyinde yaşamış bir insanın kolay kolay başka bir yerde mutlu yaşayabileceğine inanmıyorum dünyanın en güzel yeri de olsa. bambaşka bir semt bambaşka bir dünya orası. haftasonu günü birlikçi istilası ve teknelerden gelen leş müzik ve gürültüleri saymazsak elbette.
    bir gün yeniden kavuşacağıma eminin beylerbeyi'me.
  • binaların arkasında kalan, kafelerin ve küçük bir iskelenin olduğu kısmı istanbul gibi gelmiyor. ne bileyim. böyle kaçmışım gitmişim küçük bir adaya. her şey uzak. herkes uzak. oysa buradayız. hayli buradayız. sırtımızı dönüyoruz. iki adım yürü korna sesleri, beri gel uzak bir adaya kaçış.. hangisi gerçek? neredeysen orası.
hesabın var mı? giriş yap