24 entry daha
  • surgune yol acan yazisinin adi: "hapishanede idama mahkum olanlar bile bile asılmağa nasıl giderler?"

    hatta soyle:

    hapishanede idama mahkum olanlar bile bile asılmağa nasıl giderler?

    umumi harbin sonlarına doğru bütün memleket asker kaçaklarıyla dolmuştur. bu hale engel olmak isteyen evliya-yi umur, sert tedbirlere başvururlardı. epeyce zamandan beri hiçbir tarafta kaçakların idamları vaki değilken birdenbire türkiye’nin bir çok şehirlerinde “sairlerine ibret-i müessire” olsun diye bir çok kaçaklar asılırdı. hayatlarına son verilen bu kaçaklar, kendilerinden önce muhakemeden sonra tahliye edilen kaçaklardan daha kabahatli değildiler. bunların siyaset meydanına gönderilmelerinin tek sebebi, baştakilerin kızacakları tuttuğu zaman kendilerinin tesadüfen tutuklu bulunmalarıydı. bu zavallılar, baştakilerin hiddetine kurban giderlerdi. hatta dahası var: kaçaklar iş olsun diye muhakeme edilirlerdi. fakat, müteessir olmasınlar diye olacak, harp divanları kendilerine kararı bildirmezdi. bunun için bu zavallılar, duruşmanın gelecek celsesini beklerlerken asılmaya götürülürlerdi.

    sonbahar esnasındaydı. kunduzlu mehmet, karaçörenli (karacaviranlı) koca yunus, balta mahmut ve işıklarlı (aşıklarlı) himmet bir akşam evvel muhakemelerinin gelecek celsesini beklerken hapishanede ne kadar şen ve kaygısız vakitlerini geçiriyorlardı. öyle ya, bunların ne kaygısı olabilirdi? kendileri, hapishanede bulundukları üç dört ay içinde yirmişer yirmi beşer defa kaçmış olan kaçak sanıkları muhakemeden sonra, hatta küçük bir hapis cezası görmeyerek salıverilmişlerdi. yirmişer defa kaçanlar salıverilince yalnız iki defa kaçmış olan kendileri mahkum edilmeyeceklerdi ya! tahliye edileceklerdi. s

    lakin o günün akşamına doğru kaygısızlıkları üzerine bir acı şüphe çöktü. mahpusların akrabası, karıları, çocukları, arkadaşları kendilerini görmeye veya kendilerine bir şey getirmeye gelince “kapıcı” denilen mahpuslardan biri, kimin akrabası gelmişse onu iç kapıdan “yangın var” nidasına benzer bir eda ile ünler, yani çağırırdı. kapıcının bu hazin ünleyişi, soğuk ve yüksek duvarlar arasında aksederek her ne kadar bir ağlayışı andırsa da, gene de mahpuslara haz verirdi. bu hazin ses onlara, hapishaneye ölü mezara gömüldüğü gibi gömülmediklerini hatırlatır, dış dünyadan kendilerini arayan, soran, hatta seven insanlar olduğunu tekrar ederdi.

    bu akşam tekmil tutukluları ve bilhassa harp divanı tutuklularını müteessir eden şey bu inleyişin birden bire kesilivermesiydi. bir çok tecrübelerle anlaşılmıştır ki önleri kesildi miydi müthiş bir facianın vukuu yakındır. her ne vakit bazı mahkumlar idam edilecek olsalar, idamlarından bir gün önce haberdar olarak müteessir olmasınlar diye hapishane müdürü mahpuslara gelen ziyaretçileri, mahpuslarla konuşmaktan ve görüşmekten men ederdi.

    güya bu suretle şehir içinde yayılmış olan idam havadisi mahpuslara erişemeyecekti. işte, birdenbire kapıcının ünleyişi kesilivermişti. ertesi günü birkaç kişinin asılacağı duyulmasın diye alınan bu tertibat -bir çok defa tekrarlandığı için- mahpuslara şafaktan önce içlerinden bazılarının asılacağını bildirirdi.

    işte dört delikanlı firarinin zihnine şüphe girmişti. acaba içlerinden hangisi şafaktan ince asılacaktı/ bu bulmacayı çözebilmek için kullanılması alışılmış olan vasıta, altın anahtardı. işte bu biçarelerde o vasıtaya başvurdular ve gardiyanlara dolgunca bahşiş verdiler. gardiyanlar da, şehrin tekmil meydanlarını gezdiler, bazı meydanlara dikilmekte olan darağaçlarının adedini saydılar. at pazarı meydanında üç darağacı dikiliyordu. şehrin yukarı kısmındaki bir meydanda da bir tek darağacı kurulmuştu. demek darağaçları dört taneydi. işte o zaman zavallı kunduzlu mehmet, karaçörenli koca yunus, balta mahmut ve işıklılı himmet anladılar ki asılacak olan insanlar ta kendileridir.

    bu anlayış üzerine bu dört biçare can korkusuyle kapıya yaklaştılar, kapıyı zorlamaya çalıştılar. bu kapıdan zorla çıkmak mümkün değildi. duvarlara baktılar.. duvarlara tırmanmakta imkansızdı. her ne kadar kurbanlık koyunlar gibi boğazlanmak istemeseler de kendileri için hiçbir çare, hiçbir ümit kalmadığını görünce üzülerek döndüler. boyun bükerek o günlerini beklemeye karar verdiler.

    kendilerinin idamına sebep olan cürümden çok daha vahimini irtikap etmiş bulunanların kayıtsız şartsız tahliye edilmiş bulunduklarını düşündükçe ıstırapları ziyadeleşiyordu.*

    işte, mühim cinayetler işlemiş canileri salıverdikleri ve kendi akranlarını tahliye ettikleri halde pek genç yaşlarında çirkin, soğuk ve şanssız bir ölümle öldürüleceklerdi. lakin, bu demir ruhlu insanlar için ağlamak, çırpınmak, şikayet etmek ve yalvarmak akla bir an için bile gelmeyen, gelemeyen şeylerdi.

    avcı: bak kaçıyor demesin diye yavaş yavaş çekilen bazı canavarlar gibi bunların her tavrında teenni (dölenme), metanet ve sukuti bir belagat vardı. bu erler ertesi günü asılacaklarını anlayınca evvelemirde gidip yıkanmışlardı. ölümü ve ahireti, vücutları ve gönülleri kadar temiz olarak karşılamak istiyorlardı.*

    bu zavallı dörtler yıkandıktan sonra tekmil eşyalarını sattılar, hatta başlarındaki fesi, sırtlarındaki camadanı, ayaklarındaki kalçınları bile!..bu satışa mukabil aldıkları paraları da tutukluların en fakirine dağıttılar. sonra, koğuşun bir köşesine toplandılar ve kendilerini ziyarete gelen diğer tutuklulara karşı muamelelerini hiç değiştirmediler. gelen herkese yerlerinden kalkarak yer ve ellerini göğüslerine koyarak selam veriyorlardı. teselliye muhtaç sanki kendileri değildi...

    vakta ki grup yaklaştı ve koğuşların kilitlenme zamanları geldi. aşağıdaki avluda nöbetçi gardiyanın mahpuslar dama (yani koğuşa) feryadı ve kilitlerle anahtarların şangırdayışı duyuldu. damlar kilitlendi. koğuşların pencerelerinden ancak karahisar’ın kara kayasının tepesi gözüktü. ve bu kayanın üzerinde alaeddin keykubat’ın yaptırdığı surlar ve kaleler seçildi. batan güneş, keykubat’ın burçlarını kana buladı. evlenme heveslisi olan bakire kızlar akşamları kuleye çıkıp “bahtım, kocaya gidecek vaktım” diye feryat ederler. sanki pek uzak aşırı bir yerden gelen bu çığlığı dörtler işitince bir şeyler yaşadıkları son günün ölümüne ağlıyor sandılar. bu ölen gün, bu grup, son gün ve son gruptu. şimdi gece gelecekti. sonra?..günü, şafağı bir daha göremeyeceklerdi. yirmişer yaşlarında olan yunus, mahmut ve himmet gece düşündüler. bir çok sigaralar içtiler. lakin nihayet genç bünyeleri tabiatın hamlesine dayanamadı, yahut allah onlara acıdı da işkencelerini kısaltmak için uyku gönderdi.

    velhasıl zavallılar, pencerenin yanına başlarını dayayıp uykuya daldılar. yalnız, yirmi altı yaşında olan kunduzlu mehmet ise pencerenin yanına oturdu. nasıl şafaktan evvel ana kuşlar yavrularına gıda bulmak için uyanırlar ve içinde yavruları bulunan yuvanın yanındaki dala konarak şafağa bakarlarsa, kunduzlu mehmet’te böyle ufka bakıyordu. lakin şafağı değil artık gecenin kesif karanlığını söylüyordu.

    bir an için o karanlık aydınlanmaya başladı. bir rüyada görüyormuş gibi yirmi altı yıllık hayatının mühim vakaları gözünün önünde birer geçit resmi yaptı. doğduğu zaman merhum annesi onu diğer insanlar gibi severdi. onun için ağlar, çırpınırdı. çocukluğunda en çok kendisine tesir eden şeylerden biri de abisinin, “ben bir köroğlu’yum dağda gezerim / uçan kuştan bile hile sezerim” şarkısı idi. öyle bir kahraman yetişmişti.

    seferberlik ilan edilince askere alınmıştı. harp esnasında çanakkale’de birkaç defa yaralanmıştı. uzun yıllar içinde kendisi ancak köye gitmek için izin almıştı. halbuki evlatlarını çok özledi. o da etten, kemikten, ruhtan ibaret bir insan değil miydi?

    bir defa uzak sınırlara doğru şimendiferle sevk edilirken tren, köylerinin ta yanı başından geçmişti. işte yüz adım ötede köylerinin evlerini, hatta kendi evinin çatısını görüyordu. uzun zamandan beri göremediği çocukları ta şuracıkta, bu çatının altında yaşıyorlardı. kendisi filistin cephesine gidiyordu. ama, gidipte dönmemek vardı.

    “çocuklarımı bir defa göreyim” dedi. arkadaşları “sen atlarken biz havaya ateş ederiz!” dediler. zira kim atlarsa “vurulsun” diye emir vardı. velhasıl trenden atladı. bu, işte bir firar vakası olmuştu. şimdi de onun için asılacaktı.

    derken uzaktan bir zincir şakırtısı duyuldu. bu korkunç ses, onu ve arkadaşlarını zincirleyecek ve götürüp asacak olan jandarmaların yaklaştığını bildiren meşhur bir haberdi. zaten şimdi dış avluda adımları, hatta sesleri bile duyuluyordu. biraz durdular. dış avludan iç avluya girilen kapıyı açıyorlar. işte gözüktüler.

    artık tahta merdivenlerde ayak sesleri güm güm ötüyor, kısa kısa emirler veriliyordu. koğuşun kapısı kurcalanıyor, haşin madeni çatırdılarla, kapının kilitleri ve ağır sürgüleri açılıyordu.

    açık kapının çerçevesi dahilinde bulunan bir karaltı isimleri okuyordu. kunduzlu, metin tavrı fakat bir anne şefkatiyle arkadaşlarını uyandırdı. onlar uyanınca anladılar, “bismillah” diyerek kalktılar. sonra, bu dört kahraman, koğuşta bulunan diğer mahpuslarla kucaklaşarak helallaştılar. gidip kelepçeleri, prangaları, zincirleri taktırdılar. dik dik ve emin adımlarla yürüyerek hem hapishaneden, hem de hayattan uzaklaştılar.

    onlar ölüme değil sanki düğüne gidiyorlardı. o kadar metin, o kadar vakur duruyorlardı. karakuşi bir emrin kurbanı olarak öldürülecek olan bu dört anadolu çocuğunun ölümle alay eden ağırbaşlı hareketleri bu hapishanede yaşayanların yeni bir köşesini gösteriyordu. burada ne bahadırlar, ve kıymetli insanlar vardı. onlar, öldüklerine değil, gürültüye gittiklerine yanıyorlardı. hapishanede hakiki katiller keyif sürerken, onların öldürülmesi...işte zavallıları öldüren manevi azap buradaydı. fakat gittiler, bir daha gelmediler. o gece bütün hapishane onların matemini tuttu.

    hüseyin kenan
254 entry daha
hesabın var mı? giriş yap