9 entry daha
  • "dindarlık konusuna ilginç boyutlar getiren ender kişilerden. otuz yılı aşkın süredir bana ev işlerimde yardımcı olan bir hanım. okuma yazması olmadığı için yalnızca yaşam biçimi ve kişiliğiyle destekleyebiliyor inancını kutsal kitaplardan alıntılar yapmıyor.
    zaten hacı-hoca takımına inanmıyor, çarşaf giyen kadınlardan hoşlanmıyor, başına sardığı yemenileri özenle seçiyor -sözgelimi yeşil renk ona hiç yakışmazmış, siyah da içini karartırmış- domuz eti yemiyor; içki içimiyor, namazını, orucunu aksatmıyor, sevdiği insana yardıma hazır bir anlatım okunuyor bakışlarında. benim içki içmem, başımı örtmemem, erkek dostlarımın çokluğu onu hiç mi hiç ilgilendirmiyor: hangileri için buz çıkarılacağını, hangileri için ocağa çay suyu konacağını da biliyor üstelik. her sabah gazetenin bulmacasını çözme alışkanlığımı yadırgamıyor, oysa ona çok saçma gelmeli; acaba kendi bildiği yerel sözcüklerle bana bir yararı dokunabilir mi (çoğu zaman dokunuyor) sorusu hep aklında. televizyonda gördüğü, radyoda seslerini duyduğu kadınları benimle kıyaslamaya, düşüncelerini açıkça ortaya koymaya düşkün. "sen olduğun gibisin" övgüsü böyle bir ağızdan çıkınca ayrı bir anlam kazanıyor, günlük yaşamın sıkıcılığına ondurucu bir özellik katıyor: çünkü o yalan söylemez. tabii ki dindar olduğu için değil, zaten yalan söylemediği için. varoluşçuluktan habersiz bir varoluşçu olması bir yana, feminizmden habersiz bir kadın hakları savunucusu. kendisini okula göndermeyen, küçücük yaşında evde neredeyse köle gibi çalıştıran aile büyüklerini asla bağışlamıyor, eleştirmekten kaçınmıyor. emeğinin karşılığını ödemekte sıkıştığımı sezdiği anlarda, yüzümde ufak bir hüzün belirtisi bile görmek istemiyor. acaba şundan-bundan ünlü olduğunu duyduğu bir yazar neden böyle sıkışık durumlar yaşasın? aklı karışıyor o zaman. o kadar özendiği okumuş yazmışlığın kendi kol gücünün ücretini karşılamaya yetmediğini kavradığından olsa gerek.

    ben de laik olma savıyla değil, zaten başkalarının inaçlarına saygı gösterdiğimden, ramazan ya da bayramlarda ona alacağım armağanları titizlikle seçiyorum doğal olarak.

    içimi kanırtan ilk soruyu yıllar önce sormuştu: "her gün yazıyorsun, benim anlayabileceğim birşeyini okur musun bana?"
    allı turna başlıklı öyküyü okudum. gözlerinin dolması karşısında irkildim biraz. ne de olsa o çapraşık betimlemelerin fazla uzun sürmesi dinlemeyi güçleştirebilirlerdi. köy kökenli birinin yaşamına ilişkin ayrıntıları bir kentlinin ağzından dinlemesi hoş olmasa gerekti. "iyi ki öykünün baş kişisi karslı, sivaslı değil," diye düşündüğüm sırada, "ben de bir keresinde, tam böyle..." diye girdi söze.

    ikinci iç kanırtıcı konuşma, kurban bayramı'ndan hemen önceydi. güzel yüzünün karanlık bir soruyla yüklü olduğu besbelliydi o gün:
    - sen cennete gidecek misin?
    hiç sanmadığımı söyledim.
    - peki cennet nasıl bir yer sence?
    - bilmem ki, galiba hurilerle gılmanlar varmış, ağaçlarda yemişler, süt, bal varmış.
    - süt sevmem, balı da ağzıma sürmem, yemiş neyse... hurilerle gılmanlar ne ki?
    tehlikeli bir sınıra dayandık.
    - çok güzel, peri gibi kızlarla yakışıklı erkekler olsa gerek.
    - bana ne onlardan?
    - o kadarını bilemem. zaten ben...
    - yani sen gelmiyorsun. bari komşumuz mado hanım geliyor mu?
    - sanmam, dinle bir alışverişi yok galiba.
    fransızların da cennete pekala gidebileceğini düşünen bir müslüman.
    - ya benim kedim?
    - bildiğim kadarıyla hayvanlar araf'ta kalır, cennetle cehennem arasında bir yerde. boşversene bunları...
    - hiçbiriniz gelmiyorsanız ben de gitmeyeyim bari, sonucuna vardı. orada çok yalnız kalırım.
    - ama akrabalarından gelenler çıkabilir belki, üzülme.
    - onlar gelecekse gitmesem daha iyi zaten!
    eline tutuşturulmuş bir cennet biletini yakmakla yakmamak arasında bocalıyordu sanki. bu soruyla, yaşamının oldukça geç bir döneminde karşılaşmıştı; onunla cennet konusunu açıkça tartışmak hiçbir yarar sağlamayacağı gibi yaşadığı küskünlüklere bir yenisini daha ekleyebilirdi.
    aramızdaki ince dengeyi kollayarak:
    - daha uzun yıllar var önünde, dedim, belki sırf seni yalnız bırakmamak adına bir torpil bulabilirim o arada.
    bu yanıtı duyduğunda, yüzünde beliren gülüsmeme, o güne kadar uğrunda yaşadığı cennet düşüncesinden kolayca vazgeçemeyeceğini kanıtlıyordu. "görüş gününe gelir gibi mi?"
    bu kere gözlerimiz dolmadı, güldük."

    tomris uyar

    gündökümü / bir uyumsuzun notları ii / yky / 2.b, ocak 2009 / s.330-332
25 entry daha
hesabın var mı? giriş yap