• din ve tanrı ile ilgili çok uzun zaman düşündüm. küçüklüğümde bana anneannem ile teyzem baktı. ikisi de dindardı. anneannem beni hiç zorlamadı ama, teyzem inançlı küçük bir müslüman olarak yetişmem için epey çaba gösterdi. yere serilen sofrayı aslında melekler taşırmış da ben yemeğimi geç bitirirsem onların kolları yorulurmuş. sağ omzumuzda sevaplarımızı, sol omzumuzda ise günahlarımızı yazan melekler varmış. bu yüzden annemi üzmemeliymişim ki bana günah yazmasınlarmış. elime tespih tutuşturup allah allah diyerek çeksem sevap kazanırmışım ve bunun gibi daha birçok şey öğretti. anneanneme kuran okurken oturup dinlerdim. bana masal gibi gelirdi; ama saçma bir masal.

    ben hiçbir zaman inanmadım. çocukken de inanmadım. annem ve babamın dinle hiç alakaları yok. annemlere dedem küçükken oruç tuttururmuş; ama annem gizli gizli yermiş. “hiç tutmazdım” der annem. bana da teyzem ne kadar anlatırsa anlatsın hiç inanmadım. yani hep mantıksız geldi ve hep de sorguladım. yere serili sofranın birileri tarafından tutuluyor olması küçükken bile saçma gelmişti. başkalarının önünde giyinip soyunmanın ayıp olduğunu öğrettiler; ama bir yandan da allah’ın bizi her zaman gözlediğini söylediler. allah’ın bu yaptığını hiç doğru bulmadım. aynı yaratıcı tarafından gönderilen dinlerin içeriği birbiriyle fazlasıyla çelişiyordu ve mantıksız geldi. ben yaşamımın belirli bir döneminde bir şeylere inandım; ama bu bir din ya da yaratıcıyla sınırlandırılamayacak bir şeydi. sonra birden bitti. sahne ışıklarının sönmesi gibiydi tam olarak. yapay ışıklardı ve onlar sönünce muazzam bir karanlıkta kaldım. ilk anda korkutucuydu; çünkü kapkaranlık ve soğuk geldi. sonra gözlerim alışınca karanlığın içinde yaşadığım evrene ait olduğunu gördüm. artık tüm yıldızları açık ve seçik bir biçimde görebiliyordum ve her şeyden önemlisi iradem tamamen bana aitti ve yaptığım ve yapacağım tüm seçimler de bana ait olacaktı. yüce bir sorumluluktu. sonra fark ettim ki ben her şeyi yapabilirim. yani kuramsal olarak yapabilirim. beni izleyen kimse yok. yazgı yok. dehşetengiz bir duyguydu o gece hissettiklerim. şu an yazarken bile tüylerim diken diken oldu. benim için bir kırılma ve aydınlanma anıydı.

    benim için yaşamın anlamının din ve yaratıcıda olmadığını anlayalı uzun zaman oldu. yaşamın anlamsızlığının korkutucu değil, tam tersine harika bir şey olduğunu fark edeli de yıllar geçti. ölümlü olmanın her şeyi daha değerli kıldığını kavrayalı da bir süre oldu.

    küçüklüğümden beri inatçı biriydim. ikna olmazsam kesinlikle yapmam. sunulan hiçbir kanıt beni bir tanrının varlığına ikna edemedi. bu saatten sonra tanrının kendisi çıkıp gelmedikten sonra inanmam. o gelse bile yaşamımda pek bir şey değişmez. bana karışmasın yeterli.

    tam da bu yüzden inançlı insanları anlamıyorum. ben sosyal psikoloji alanında doktora yapıyorum. anlamıyorum derken, insanları inanmaya yönelten nedenleri elbette sıralayabilirim size. ölümlü olmanın verdiği dehşet duygusunun yarattığı anksiyete ile başa çıkmak için kendi varlığına anlamlar bulma arzusu, içinde bulunduğu (olumsuz) koşulları değiştiremeyeceğini anlayınca dine ve tanrı sığınma isteği, içindeki boşluğu doldurma gereksinimi, varoluşa bir açıklama getirme ve belirsizlikten kurtulma çabası, her şeyi olduğunu gibi kabullenme eğilimi gibi şeyler aklıma gelen ilk şeyler. yine de aklım tam olarak almıyor. büyük olasılıkla annem ve babam beni çok özgür yetiştirdikleri için.

    şu an japonya’da doktora yapıyorum ve burada din ile ilgili birkaç gözlemimi aktarmak istiyorum. burada her türlü insanla tanıştım. çeşit çeşit müslüman gördüm. şu yarı zamanlı çalıştığım okulun müdürü amerikalı. kendisi koyu bir hristiyan ve din konusunda konuşmak çok hoşuna gidiyor. beni ikna etmeye uğraşıyor diyelim. kendisini her seferinde çürütüyorum; ama ikna olmuyor adam ki ben onu inanmamaya ikna etmeye çalışmıyorum. bana sunduğu kanıtları çürütüyorum. inanmadığımı ve aslında inanmak zorunda olmadığımı da kendisine belirttim ama, konuşmaya bayılıyor. gülerek dinliyorum. “şimdi ne düşünüyorsun?” diye soruyor. “hala inanmıyorum” diyorum. o da gülüyor. bugün de benzer bir konuşma yaptık. konu cadılardan açıldı ve bana türkiye’de cadı olup olmadığını sordu. “türkiye’de cadı yok ” dedim. “aaa amerika’da var. büyü de yapıyorlar” dedi. “ben öyle şeylere inanmıyorum” dedim. “ama dedi başkan kennedy ve ailesi bir cadının tüm ailesine büyü yapmasından ötürü tek tek öldü” dedi. “başkan kennedy komünist olduğu için suikaste uğradı ve tüm ailesi de belirli nedenlerden ötürü öldürüldü” dedim. “hayır hayır, uçağın düşmesini nasıl açıklayacaksın? bunlar hep büyü yüzünden” dedi. ben “lsjgjgşekgşe” dedim; ama içimden tabii. okulda yeni zelandalı bir arkadaş daha çalışıyor ve bugünkü konuşmayı sırıtarak dinledi. müdür ona “garreth, yaratıcı konusunda sen ne düşünüyorsun?” dedi. arkadaş “mutlu olduktan sonra bir yaratıcının olup olmaması fark eder mi?” dedi. yeni zelandalıları işte bu yüzden seviyorum ki yeni zelanda dünyanın en mutlu ülkelerinden biri. neyse. evet, anahtar sözcük mutluluk olabilir; ama dindarlığı salt mutlulukla da açıklayamıyorum. en yakın arkadaşlarımdan biri müslüman. hem de dindar bir müslüman. hayatından gayet memnun, mutlu biri. biz arkadaşlığımızı dini yönelimlerimiz üzerine kurmadığımız ve birbirimize hep saygı gösterdiğimiz için bunca senedir çok şey paylaşabildik. yine de iyi bir üniversitede doktora yapmakta olan bu arkadaşımın cinlere ve kara büyüye inanmasını kafam bir türlü almıyor.

    dedim ya, çeşit çeşit müslüman tanıdım ki türkiye’de bir sürü tanıyordum. çeşit çeşit de hristiyan tanıyorum. ırk, din ve kültür fark etmeksizin söyleyebilirim bütün dindarlar aynı. biri cadılara, ötekisi cinlere inanıyor. biri allah diyorsa ötekisi god diyor. ibadet şekilleri değişiyor; ama ibadet ediyorlar ve başlarına aynı şeyin geleceğine inanıyorlar. geçen haftalarda şehir merkezinde dolanırken ellerinde “practice english” yazılı pankartlar tutan yabancılar gördüm. hepsi gençti. erkekler takım elbise giymişti. kızlar da şık elbiseler içindeydiler. “n’apıyor bunlar yahu?” diye düşünürken yaka kartlarını fark ettim. mormon idi bu insanlar. geçen sene iki mormon gençle tanışmıştım. mormonlar bilmiyorsanız şöyle açıklayabilirim ki aşırı kapalı ve fanatik hristiyan topluluğu. dünyaya kapalı yaşıyorlar ve belli bir yaşa gelince de misyona çıkıyorlar. geçen sene tanıştıklarımdan biri 18, ötekisi 19 yaşındaydı. sen kalk, yaşamının baharında amerika’dan japonya’ya gel; ama ne uğruna? hristiyanlığı yaymak uğruna. bu seferkiler de 20’den büyük görünmüyorlardı. insanları ingilizce konuşma ayağına hristiyan propagandasına maruz bırakma kafası çok değişik bir kafa.

    inanın; ben inanmayın demiyorum; ama uzakta inanın. ben size gelip “tanrı yoktur; inanma” diyor muyum? demiyorum. sen de beni ikna etmeye uğraşma o yüzden.

    bu aralar böyle düşünceler içindeyim. aklıma geldiği şekilde yazdım. daha ekleyeceğim şeyler var; ama şimdi bu kadar yazıyorum. dönüp düzeltme yapacağım sonra.
  • "dindarlık kendi niteliği gereği ideolojik değildir, ama çok çabuk ona dönüşüverir- sütün kesilmesi gibi" (roland barthes)
  • fakirlik arttıkça dindarlık artıyormuş. the economist dergisinin haberine göre de ulusal ekonomik araştırma bürosu adlı bir araştırma kurumu, dindarlık arttıkça da yenilikçiliğin/yaratıcılığın azaldığını belirlemiş:
    http://www.economist.com/…ed/noinspirationfromabove

    nasıl belirlemişler? ülke nüfusunun bir din mensubu olup olmadığına, ne sıklıkta tapındıklarına ve ülkede kişi başına düşen patent sayısına bakara bu kanıya varmışlar.

    yani fakirlik arttıkça artan, arttığı zaman yenilikçiliği ve ilerlemeye ket vuran, dolayısıyla fakirliğin derinleşmesine ya da yerleşmesine katkıda bulunup kısır döngüye çeviren bir durum.
  • dine bağlı olma durumu.
  • "dindarlık konusuna ilginç boyutlar getiren ender kişilerden. otuz yılı aşkın süredir bana ev işlerimde yardımcı olan bir hanım. okuma yazması olmadığı için yalnızca yaşam biçimi ve kişiliğiyle destekleyebiliyor inancını kutsal kitaplardan alıntılar yapmıyor.
    zaten hacı-hoca takımına inanmıyor, çarşaf giyen kadınlardan hoşlanmıyor, başına sardığı yemenileri özenle seçiyor -sözgelimi yeşil renk ona hiç yakışmazmış, siyah da içini karartırmış- domuz eti yemiyor; içki içimiyor, namazını, orucunu aksatmıyor, sevdiği insana yardıma hazır bir anlatım okunuyor bakışlarında. benim içki içmem, başımı örtmemem, erkek dostlarımın çokluğu onu hiç mi hiç ilgilendirmiyor: hangileri için buz çıkarılacağını, hangileri için ocağa çay suyu konacağını da biliyor üstelik. her sabah gazetenin bulmacasını çözme alışkanlığımı yadırgamıyor, oysa ona çok saçma gelmeli; acaba kendi bildiği yerel sözcüklerle bana bir yararı dokunabilir mi (çoğu zaman dokunuyor) sorusu hep aklında. televizyonda gördüğü, radyoda seslerini duyduğu kadınları benimle kıyaslamaya, düşüncelerini açıkça ortaya koymaya düşkün. "sen olduğun gibisin" övgüsü böyle bir ağızdan çıkınca ayrı bir anlam kazanıyor, günlük yaşamın sıkıcılığına ondurucu bir özellik katıyor: çünkü o yalan söylemez. tabii ki dindar olduğu için değil, zaten yalan söylemediği için. varoluşçuluktan habersiz bir varoluşçu olması bir yana, feminizmden habersiz bir kadın hakları savunucusu. kendisini okula göndermeyen, küçücük yaşında evde neredeyse köle gibi çalıştıran aile büyüklerini asla bağışlamıyor, eleştirmekten kaçınmıyor. emeğinin karşılığını ödemekte sıkıştığımı sezdiği anlarda, yüzümde ufak bir hüzün belirtisi bile görmek istemiyor. acaba şundan-bundan ünlü olduğunu duyduğu bir yazar neden böyle sıkışık durumlar yaşasın? aklı karışıyor o zaman. o kadar özendiği okumuş yazmışlığın kendi kol gücünün ücretini karşılamaya yetmediğini kavradığından olsa gerek.

    ben de laik olma savıyla değil, zaten başkalarının inaçlarına saygı gösterdiğimden, ramazan ya da bayramlarda ona alacağım armağanları titizlikle seçiyorum doğal olarak.

    içimi kanırtan ilk soruyu yıllar önce sormuştu: "her gün yazıyorsun, benim anlayabileceğim birşeyini okur musun bana?"
    allı turna başlıklı öyküyü okudum. gözlerinin dolması karşısında irkildim biraz. ne de olsa o çapraşık betimlemelerin fazla uzun sürmesi dinlemeyi güçleştirebilirlerdi. köy kökenli birinin yaşamına ilişkin ayrıntıları bir kentlinin ağzından dinlemesi hoş olmasa gerekti. "iyi ki öykünün baş kişisi karslı, sivaslı değil," diye düşündüğüm sırada, "ben de bir keresinde, tam böyle..." diye girdi söze.

    ikinci iç kanırtıcı konuşma, kurban bayramı'ndan hemen önceydi. güzel yüzünün karanlık bir soruyla yüklü olduğu besbelliydi o gün:
    - sen cennete gidecek misin?
    hiç sanmadığımı söyledim.
    - peki cennet nasıl bir yer sence?
    - bilmem ki, galiba hurilerle gılmanlar varmış, ağaçlarda yemişler, süt, bal varmış.
    - süt sevmem, balı da ağzıma sürmem, yemiş neyse... hurilerle gılmanlar ne ki?
    tehlikeli bir sınıra dayandık.
    - çok güzel, peri gibi kızlarla yakışıklı erkekler olsa gerek.
    - bana ne onlardan?
    - o kadarını bilemem. zaten ben...
    - yani sen gelmiyorsun. bari komşumuz mado hanım geliyor mu?
    - sanmam, dinle bir alışverişi yok galiba.
    fransızların da cennete pekala gidebileceğini düşünen bir müslüman.
    - ya benim kedim?
    - bildiğim kadarıyla hayvanlar araf'ta kalır, cennetle cehennem arasında bir yerde. boşversene bunları...
    - hiçbiriniz gelmiyorsanız ben de gitmeyeyim bari, sonucuna vardı. orada çok yalnız kalırım.
    - ama akrabalarından gelenler çıkabilir belki, üzülme.
    - onlar gelecekse gitmesem daha iyi zaten!
    eline tutuşturulmuş bir cennet biletini yakmakla yakmamak arasında bocalıyordu sanki. bu soruyla, yaşamının oldukça geç bir döneminde karşılaşmıştı; onunla cennet konusunu açıkça tartışmak hiçbir yarar sağlamayacağı gibi yaşadığı küskünlüklere bir yenisini daha ekleyebilirdi.
    aramızdaki ince dengeyi kollayarak:
    - daha uzun yıllar var önünde, dedim, belki sırf seni yalnız bırakmamak adına bir torpil bulabilirim o arada.
    bu yanıtı duyduğunda, yüzünde beliren gülüsmeme, o güne kadar uğrunda yaşadığı cennet düşüncesinden kolayca vazgeçemeyeceğini kanıtlıyordu. "görüş gününe gelir gibi mi?"
    bu kere gözlerimiz dolmadı, güldük."

    tomris uyar

    gündökümü / bir uyumsuzun notları ii / yky / 2.b, ocak 2009 / s.330-332
  • 'akil tutulmasi'dir.
  • hikmet ehli der ki:

    "dindarlığını allah'a göster. bana ahlakın, insanlığın lazım."
  • baglı oldugu dinin kurallarını yerine getirmeye ozen gosteren dinini ciddiye alan yasam anlayısı.baglı bulundugu dinin kurallarını diger insanlara empoze etmeye calısan,kendi istegiyle uyguladıgı din kurallarını mecburiyet haline getirmeye calısan ve kendi gibi yasamayanları kendi dininden ve kendi seviyesinden saymayan yasam anlayısı icin:(bkz: dinci)
  • dini darlık. dar kalıpların insanı olmak.
    zamanın ötesine yollanmadan önceki açıklama: allah'a inanmak ve iman etmek (mümin olmak) ile dindar olmak eş anlamlıyı bırakalım, paralel bile gitmezler ve aralarında doğru orantı da yoktur.
hesabın var mı? giriş yap